• gunumuz antalya'sinda cok cok fazla genc kizin okumami$ oldugu bariz olan mektup.
    cali$kan.. aziz.. (bkz: aci aci gulumsemek)

    -ahmet hamdi tanpinar-

    mektubunuza vaktinde cevap veremedim. maalesef kâtibim yok. halbuki şair, muharrir ve üniversite hocası olarak işim epey fazla. lise sınıflarını, vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çağda, yani 1918-1919 yılları arasında, benim gibi antalya'da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istemezdim.

    edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? eserlerimle temasınız var mı? buralarını bilmiyorum. mektubunuzda beni layıkıyla okuduğu-nuzu gösteren bir emareye rastlamadım. yalnız, lise talebesisiniz ve antalya'dasınız. yani 1918-1919 yılları arasında aşağı yukarı benim yaşadığım hayatı yaşıyorsunuz. işte size bunun için yazıyorum. bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. yavaş yavaş bir hülya adamı oldum. hayatımı herhangi bir antolojide bulabilirsiniz. 1901'de doğdum. babam ka-dıydı. bu yüzden çocukluğum daha ziyade onun anadolu'da tayin olduğu yerlerde geçti. is-tanbul'da iki memuriyet arasında kalıyorduk. ergani madeninde üç yaşımda iken bir gün ken-dime rastladım. çok karlı bir gündü. ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra bakı-yordum. sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim.

    ergani'den sonra sinop'a gittik (1908-1910). orada denizle dost oldum. çocukluğumun en büyük zevki bir berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oynamaktı. tophane tarafında (asıl ticaret limanı) bir yerde delibaş diye bir ustanın gemi imalâthanesi vardı. ben yedi, sekiz yaşımda bu geminin gönüllü işçileri içindeydim. fakat arka taraftaki kumlukta dalgaların gelişini seyretmekten hoşlanırdım. sonradan şile ve kilyos'a benzediğini öğren-dim. hiçbirisi kumluk sahilde dalgaların birbiri ardınca çığlar halinde gelişi kadar güzel ola-maz. siirt'te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. bir sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. sırrın içinde yüzerdim. buna akşam saatlerinde uzak dağların o korkunç yalnızlığını, o ezici morluğu ilave edin. kerkük'te yine damlarda yatardık (1913-1914). yine gece ve yıldızlar. şimdi kaybettiğimiz bu şehre on üç yaşımda gelmiştik. üç evde oturduk. üçünün de geniş bahçeleri vardı.

    antalya'ya 1916 sonbaharında geldik. epeyce büyümüştüm. tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, hastahanebaşı'nda gezmek hakkım vardı. karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. denizin iki manzarası beni çıldır-tırdı. biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışı-ğıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun el-mas bir havuz gibi genişlemesi. bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatı-yorlardı. bir gün istanbul'a tahsile gönderecekleri gün, hastahanebaşı'na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. fakat büsbütün başka şekilde. dostlarım ali kemahlı ile nail'in evle-rine gidiyordum. bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. denizin ve aydınlığın dersi miydi? böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. o devirlerde bu şiire adamakıllı kendimi ve-receğim devirdi. çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. bu-nunla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. fa-kat henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu.

    1921 yılında tekrar antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. manzara sadece muhteşemdi. fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim sene idi. bir çok şair okumuştum. yahya kemal'i, haşim'i tanıyordum. zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. bunu gerçekten anladım mı? bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerin-den sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. bu, bende çok geç oldu. 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. dilin dışında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. aynı günlerde, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. bu mağara suyun hücûmuyle, açılıp kapanan aydınlığıyle benim için mühim bir şey oldu. dediğim gibi, gör-düklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır. huzur romanımda antalya'dan bahis vardır. hastahanebaşı'ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, mümtaz'ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. fakat dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. bütün roman bu iç zemin üs-tüne düşer. istanbul denizi ve boğaziçi geceleri gene bu senelerde gelir. fakat asıl hayaller dünyanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sem-bolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. bunlar benim şiirlerimin "algebre" tarafıdır diyebilirim. yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim. deniz insanla durmadan konuşur. bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir. bittabi bu manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata istanbul gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam yahya kemal oldu. haşim'i daha evvel okumuş ve sevmiştim. bu iki şair bana kendi-lerinden evvelkileri unutturdular. yahya kemal'in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. gâlib'i, nedîm'i, bâkî'yi, nâilî'yi ondan öğrendim ve sevdim. yahya kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. dilin kapısını bize o açtı. bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. hakikatte estetiğimiz ayrı-dır. yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. beş şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. iki defasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım. bende asıl büyük tesir, fransız şiirinden ve bu şiirin, baudelaire-mallarme-valery kolundan geliyor. fakat bu çizgi de tam değildir. gerard de nerval diye çok mühim bir fransız şairini, hoffmann ve edgar allan poe'yu, faust'u ile goethe'yi, dede efendi'yi, mozart ve beetho-ven'i, bach'ı, sevdiğim fransız ve italyan ressamlarını, fransız "impressioniste" ressamların mühimini, bazı modernlerin payını da ayırmak lazımdır. nihayet bütün bunlara bence an sev-diğim romancı olan marcel proust'u da ilave etmek gerekir. asıl estetiğim valery'yi tanıdık-tan sonra (1928-1930) yıllarında teşekkül etti. bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. yahut da musıkî ve rüya, valery'nin, "velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır," cümlesini, "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma," şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.

    "ne içindeyim zamanın" şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki, bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. görüyorsunuz ki, hakikî romanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. zaten rüyanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. asıl olan duygu bu duygudur. musikî burada işe girer. çünkü bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. bunu, yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. başka türlü ritmi olan ve mekanla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman.

    ikinci şiir "boğazda akşam", şiirin örgüsünü anlatır. bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. akşamla bu bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. attığı çığlıklar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız olarak gelir, boğaz sularında yüzer. böylece bir bulut, bir obje etrafında bir atmosferin kurulması hikayesi. burada musikî ile bir benzerlik vardır. musikî durmadan değişir. değişerek aleminizi içimizde kurar.

    bunların dışında şiirin yapısı, yahut neticeye bizi vardırarak çalışmanın kendisi gelir. bence şiir bir şekil meselesidir. şekil her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz, ve biraz da o yolla ve onunla beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. sesimiz nab-zımızla değişir. alelade konuşma anında bile -eğer çok umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. çığlık şiirin yapısıdır. bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktır. bu, adım adım, yani mısra mısra olur. şu halde her mısra şekildir. sanatta hocalarımdan biri olan ve şiirlerini çok beğen-diğim stephane mallarme mısraı, "bir çok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalanması olan tek ve uzun bir kelime," diye tarif eder ki, çok doğrudur. valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulunması gerektiğini söyler ki, aynı şeydir. çünkü kulağımız şiir işlerinde en büyük kontroldür. bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir işbirliği yapması-dır. o hem sizin olmalı, hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hâttâ tarafsız olmalı. an-cak bu şekilde şiir nağme olur. bizi his ve heyecanlarımıza esir olmaktan kulağımızın dikkati kurtarır. o yavaş yavaş şiirle aramıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarır. dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi temin eder. şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şimdi bana sorabilirsiniz. o zaman size derim ki, şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. işte o sustuğum şeyleri hikaye ve ro-manlarımda anlatırım. onun için mümkün olduğu kadar kapalı alemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikayelerim verir.

    şiir ve sanat anlayışımda bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır. pek az okumakla beraber o da borçlu olduğum insanlardandır. fakat 1932 yıllarında schopenhauer ve nietzsche'yi çok okuduğumu da hatırlatayım. rüya meseleleri beni freud ve psikanalist-lere götürdü.

    işte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. ne kazandınız? orasını bilmem. ken-dime gelince... insan o kadar mühim değildir. ben herkes gibiyim.

    bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. bilmem liseniz hâlâ eski ye-rinde, yani ambarlı'da mı? sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. onun heyecan ve coşkunluğunu yaşadım. size teşekkür ederim. arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin.

    minnettarım. mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum.
  • tanpınar'ın gayriresmi/resmi hayat/nazım/nesir poetikasını anlatan metinde "ses"ten bahseden kısım, manifesto gibi:

    "bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın kulağı ile tam bir işbirliği yapmasıdır. o hem sizin olmalı, hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hatta tarafsız olmalı."
  • bu önemli metnin sırrı geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız aydınlandı. mektubun antalya lisesi edebiyat şubesi öğrencilerinden mustafa erol'a yazıldığı belgelendi.
    mustafa erol'un hayatını nasıl değiştirdi acaba bu mektup, değiştirdi mi? yazdı mı, yaşadı mı?
  • selim ileri'nin mektubun kime gönderildiğiyle ilgili yazısı:

    bir mektubun öyküsü
    hülya adamı olduğunu yazan tanpınar'la artık aynı yaştayım, onun hülyadan hâlâ söz açabildiği günlerdeki yaşıyla yaşıtım. belki bu yüzden, hülya adamı olamamışlığım daha çok acıtıyor içimi. besbelli, hayaller kurulabilecek yarınlar için önümde pek zaman kalmamış.

    "edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? eserimle temasınız var mı? buralarını bilmiyorum. mektubunuzda beni okuduğunuzu gösteren hiçbir emareye rastlamadım. yalnız, lise talebesisiniz ve antal-ya'dasınız. yani, 1916-1918 yılları arasında benim yaşadığım ha-yatı yaşıyorsunuz. işte size bunun için yazıyorum."

    dönüp dönüp yeniden okur, geçip gitmiş o 'mektup çağı' için sessizce yerinirdim. benim lise çağlarım, atatürk erkek lisesi'nde son iki yıl; acaba şimdilerde bir öğrenci yazsaydı, tanpınar gibi yanıtlar mıydım? sanmam. şimdi -sevimsiz- cep telefonu çağı. öyle ayaküstü yazar-okur fotoğrafları bile fotoğraf makinalı cep tele-fonlarıyla çekiliyor; imza günlerinde, fuarlarda, şurda burda.

    "bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum."

    bu "hülya adamı"nda hep durakalırdım.

    oysa ben hülya adamı olamadım. hiçbir zaman hülyalarım olmadı. kişisel hayatım gibi, yazarlık hayatım da, bir bakıma, kaskatı gerçeklikler ortasında geçti. ama denizi ve meyva bahçelerini bi-lirim. yarım yüzyıl öncesinin sakin istanbul'unda sahiller, deniz-ler bambaşkaydı. inanılır gibi değil, biliyorum; ne var ki, istan-bul'un apartmanlarının arka bahçeleri meyva ağaçlarıyla bezenmişti. evet, apartmanların bile...

    hülya adamı olduğunu yazan tanpınar'la artık aynı yaştayım, onun hülyadan hâlâ söz açabildiği günlerdeki yaşıyla yaşıtım. bel-ki bu yüzden, hülya adamı olamamışlığım daha çok acıtıyor içimi. besbelli, hayaller kurulabilecek yarınlar için önümde pek zaman kalmamış.

    "antalyalı genç kıza mektup"u taa 1970'lerde okumuştum. yayımlanışından yedi sekiz yıl sonra. çünkü mehmet kaplan, 1963'te, bu mektubu tanpınar'ın şiir dünyası adlı eserinde bir belge ni-teliği taşıdığı için çoktan yayımlamıştı. 1960'larda yaz yağmuru'yla birlikte başlayan tanpınar okumalarım ağır aksak sürüyordu. hem etkileniyordum tanpınar'dan, hem de eserine tam nüfuz edemi-yordum.

    mektupta, tanpınar, "deniz, insanla durmadan konuşur" der ve ekler: "bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değil-dir."

    yarım kalan -ve belki de, hep öyle kalacağını büsbütün sez-diğimden, artık yırtıp atmam, yok etmem gereken- tanpınar romanı müsveddelerini tarıyorum. bu son cümleden esinlenerek, "... yalnız-lık duygusu benden gitmiş değildir...", sayfalarca yazmışım. son-ra istanbul'a geliş, hayata "bir deniz şehri" olan istanbul'da, adeta yeniden başlamak. hep aynı mektuptan.

    değerli inci enginün'le zeynep kerman, günlüklerin ışığında tanpınar'la başbaşa'da "antalyalı genç kıza mektup"un öyküsüne de-ğinirler:

    "bu mektubun bir müsveddesi tanpınar'ın ölümünden sonra bulun-muş ve kardeşi kenan tanpınar tarafından prof. dr. mehmet kaplan'a verilmiştir. tanpınar'ın şiir dünyası'nda bu mektubu "antalyalı bir genç kıza mektup" başlığıyla mehmet kaplan neşretmiştir."

    harikulâde mektubun yayımlanışını mehmet kaplan'a borçlu ol-duğumuzu öğreniyoruz. mektuba başlık atan kişinin de kaplan oldu-ğunu vurgulamam yersiz. ve mektup bende, çok uzun zamanlar, kim olduğunu çok merak ettiğim o, antalyalı genç kızla birlikte yaşa-dı. kayalar, ışıklar, taş ve yosun, suda ışık yansımalarının oyun-ları, gerçi bunlar bana hep, yazarın 'kendine' yazdığı şeyler gi-bi gelirdi...

    ayrıca, varlık için yaşar nabi'nin bir soruşturmasını yanıt-layan huzur romancısı, soruları tek tek yanıtlamamış, hepsini bir arada alımlayarak, yine kendi hikâyesinden, yaşamından söz açmış-tı. yetişme çağı, ilgileri, merakları, sanki gelecek zamana kal-sın diye kaleme getirilmiş.

    zaten tanpınar'ın behçet bey'e (mahur beste) mektubu, suat'a (huzur) -yazıp yazmadığını bilmediğimiz- mektubu: demek mektuplar 'yaratım'la gerçeklik arasında gelgitteydi. nitekim zeynep kerman'ın büyük emeğiyle derlenmiş, gerçek kişilere yazılmış, tanpınar imzalı mektuplarda da gündelik gerçekliğin ötesinde ne çok şey duyumsanır...

    tanpınar'a yazılmış çok uzun bir mektuptu, yarım kalan roman. herhalde bu yüzden.

    romana çalışırken, turan alptekin'in ahmet hamdi tanpınar / bir kültür, bir insan'ını okuyordum. alptekin, ünlü mektubun bir genç kıza değil, antalyalı bir delikanlıya yazıldığını ileri sürer, öyleyken, tanpınar'ın -hiç değilse, bendeki- puslu yaşantısı yep-yeni bir sahne edinmiş oluyordu: mehmet kaplan'ın attığı başlık, alptekin'in iddiası, antalya'dan gelen -ya da gelmeyen- meçhul mektup.

    geceler, küçük bahçede adını vermek istediğim roman taslağın-da mektup meselesi o kadar uzun bir bölüm oluşturuyor ki, yeteneğim el verse, tek başına bir öyküye dönüşebilirdi. gerçi enginün'le kerman, alptekin'in iddiasını reddediyorlardı: "... tanpınar'ın 1. 1. 1961 tarihli günlüğündeki 'küçük bir kızdan bir çeşit provakasyon mektubu aldım' ifadesiyle" ortaya çıkan, "alptekin'in yo-rumunun yanlışlığı"ydı. kararsızlıklar, bocalayışlar, biraz da giz perdesinden hoşnutluğum iki hafta öncesine kadar sürdü.

    iki hafta önce, msgsü türk dili ve edebiyatı bölümü tarafından hazırlanmış -tek bir sayılık- dünyam dergisi müthiş şaşkın-lığa uğrattı. dergide "antalya lisesi / mustafa erol / vı-ed. c no: 665"in mektubu tam sayfa, kendi elyazısından yayımlanmış. mektubun tarihi 29 aralık 1961, cuma. tanpınar'ın eşsiz mektubuna bir yanıt, bir teşekkür!

    "muhterem efendim" diye başlıyor. "kıymetli mektubunuzu aldım. bilseniz ne kadar sevindim. her şeyden önce -büyük bir vazife te-lâkki ettiğim için- bütün arkadaşlarıma ve hocalarıma selâm ve dost-luklarınızı, başarı dileklerinizi söyledim. bütün hepsi memnun oldular ve teşekkür ettiler.

    göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuz sayesindedir ki, haya-tınız ve şairliğiniz hakkında geniş bilgiye sahip oldum. bilhassa bu hususta arkadaşlarıma geniş bilgi vermeye çalıştım; bunda da muvaffak oldum herhalde."

    gerisini alıntılamayacağım.

    hemen handan inci'yi aradım. tahmin ettiğim gibi; -nicedir yazarlarımızın çabasına ruh kazandıran değerli- handan inci, musta-fa erol'un mektubunu tanpınar'ın terekesinde bulmuş! tabiî çok şa-şırmış ve çok heyecanlanmış.

    edebiyat, düşünce dünyamızın aynı heyecanı duyacağını umar-dım. izleyebildiğim kadarıyla, çıt çıkmadı. kimse mustafa erol'un kim olduğunu merak etmedi. mustafa erol'un "antalyalı genç kıza mektup" yayımlandığında -hepi topu iki yıl sonra- susmuş olması da -sustu mu?- merak uyandırıcı. mektup etrafında handiyse yarım yüz-yıldır yazılanlar çizilenler, tanpınar'ın "bu mektubu biraz da ço-cukluğuma göndermiş gibiyim" dediği antalyalı öğrencinin hiç mi gözüne çarpmadı?!

    günlerdir içim içimi yiyor: en zırva siyaset sözlerinin ardı sıra sürüklenen yurdumuz, böylesi bir belgeye kayıtsız kalmaya mı yazgılı?!

    söz konusu mektubu, sessiz sedasız, hiçbir çığırtkanlığa başvurmaksızın, gün ışığına çıkaran handan inci'ye teşekkür ediyorum.

    20 kasım 2010, cumartesi

    ve link
  • ahmet hamdi tanpınar'ın antalyalı bir lise öğrencisine cevaben yazdığı sanatının temel çıkış noktalarını ve hayatının dönüm noktalarını anlattığı mektubu. liseli kızla aynı yaştayken aynı lisede okumasının da etkisiyle mektup kendi gençliğine yazılmış bir nefis muhasebesi ya da murakabesi gibidir.
    en sevdiğim kısmı bitirişidir: "mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum"
  • elbette zamanın içindeyiz, dışına çıkma gibi bir lüksümüz yok. ama bu mahkumiyet içinde bir parantez, özgürlük alanı sanki süre. zaman işin
    nesnel boyutu ama bunun içinde kendimize ait,
    öznel bir boyut yaratabiliriz. seksen yıllık bir hayatın süre düzlemi üzerinden ortasının yirmi
    beş yaş olduğunu okumuştum bir yerlerde. yani
    giderek kısalıyor günlerimiz! algı düzleminde anlar saatle ölçülebiliyor. süre işte böyle bir şey.
    ölçülebilir zamanın içinde anları genişletebilmek.
    tırnak içinde de olsa zamanın dışında taşabilmek.
    ancak bu şekilde “ne içindeyim zamanın,/ ne de büsbütün dışında;”.
  • ahmet hamdi tanpınar'ın sanat anlayışının manifestosu niteliğinde bir mektup.

    kendisinin sanat anlayışını soran antalyalı bir genç kıza yazmıştır bu mektubu. onun deyimiyle bu mektubu "çocukluğuna" yazmış gibidir. çünkü kendisi çocukluğunun büyük bir kısmını antalya'da geçirmiştir. şiire kendini vermesiyle ilgili anısını ise antalya'da bir manzaraya bakarken kendini ölüme yakın hissetmesiyle başlatır: "zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. bunu gerçekten anladım mı? bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. bu, bende çok geç oldu."

    mektubunda etkilendiği bütün şahsiyetlere yer vermiştir. freud'a, bergson'a, nietzsche'ye, proust'a...

    " işte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. ne kazandınız? orasını bilmem. kendime gelince... insan o kadar mühim değildir. ben herkes gibiyim."
hesabın var mı? giriş yap