• kayseri'nin bir ilçesinde öğretmenlik, ek iş olarak da bir öğrenci yurdunun müdürlüğünü yapıyordum. 1973 yılı mayıs ayının ilk günleriydi. ankara'da bulunan baldızım şükran telefonla arayarak, günlerdir ağabeyi zekai'nin eve uğramadığını, bize gelip gelmediğini sordu. zekai bize gelmemişti. o sırada bizi ziyarete gelmiş olan kayınvalidemle eşimi, zekai'nin rahatsız olduğunu söyleyerek, ankara'ya gönderdim.

    bir kaç gün süren telefon görüşmeleri sonrasında hala bir ize rastlanmayacağını anlayınca, kalktım ben de ankara'ya gittim. nerelere baktıklarını sordum. karakollara, polislere sormuşlar, hastaneleri aramışlardı. eş-dost yardımıyla -dönem 1971 muhtırasını izleyen yıllar- güvenlik ve benzeri güçlerin elinde olmadığını anladım. bu durumda işe yeniden hastanelerden başlamanın uygun olacağını düşündüm. bir hastaneye başvurdum, olayı anlattım. bu tür olayların öncelikle ankara numune hastanesi'ne götürüldüğünü öğrendim. o sırada ankara'da kimya mühendisliği öğrenimi gören sevgili öğrencim lütfi'yle buluştuk. birlikte numune hastanesine gittik. numune'de başka bir sevgili öğrencimiz ömer memur olarak çalışıyor, aynı zamanda yüksek öğrenimini sürdürüyordu. ömer'i bulduk. olayı anlattık ve hastanede ölü-diri, şuuru açık-kapalı, kimliği belirli-belirsiz tüm ilgilenebileceklerimi görmek istediğimi söyledim. ömer, kısa bir duraklamadan sonra, "hocam, morgda kimliği belirsiz bir ceset var, inşallah aradığınız o değildir." dedi. hemen onu görmek istediğimi söyledim. birlikte morgun kapısına gittik. oraya kadar hep önce yürüdüğüm halde, morgun kapısında ayaklarım durdu: yoksa, acı bir gerçek mi bekliyordum? morgun imamı, kimliği belirsiz bir cesedi göstermek için içeri girerken lütfi'ye, "sen gir, nasıl olsa onu tanıyorsun, bak!" dedim. arkasından lütfi'yi izliyordum. daha henüz 20 yaşlarında olan lütfi, birden irkildi. benim için iki değerlendirme söz konusuydu. -lütfi, ilk kez bir cesetle karşılaşıyordu ve bundan dolayı mı ürkmüştü? -lütfi, acı gerçeğe ilk tanık olan insan mıydı? seçenek ne olursa olsun, adı konması gereken bir gerçekle karşı karşıyaydık. bir yandan lütfi'nin durumunu irdeliyor, bir yandan da ilerliyordum.gördüğüm manzarayı yaşamım boyunca unutamam. zekai ile karşı karşıyaydım. içten söyleyeyim ki ben de bir cesedin ilk kez bu kadar yakınındaydım. içten bir şey daha öyleyeyim ki, bir yığın ıstırabı yaşayan, bir yığın acıyı taşıyan, o bedenin yüzünde değişmiş hiç bir şey yoktu. bu yüzden tanıyı koymak hiç de zor olmadı. bu zekai'ydi. artık karşımızda ceset olarak duruyordu. olan olmuştu. artık sıra, nedenleri araştırmaya gelmişti.

    lütfi'yle birlikte, kısa sürede uzun araştırmalar yaptık. o günlerde ülkemizde televizyon çok yeni. zekai'nin evinde televizyon yok. trt'de çalışıyor ve kendisinin de katılımı olan bir yapıt o gece televizyonda yayınlanacak. elbise değiştiriyor. seyranbağları'ndaki evinden çıkıyor. zafer pasajı'nda bu yapıtı izleyecek. sanki dostları ve sevenleri onu arasın ve de gidişi gizemli olsun diye üzerine kimlik almıyor. gece eve dönerken, meşrutiyet caddesinde, bir kamu kuruluşunun misafirhanesinin önüne geldiğinde düşüyor. yaya kaldırımının kenarında korkuluk yok. düştüğü yerle kaldırımı arasında üç metre yükseklik farkı var. orada kaç saat kaldığı belli değil. sabaha karşı misafirhane görevlisi o'nu görüyor. ilgili yerlere haber veriyor ve alıp numune hastanesi'ne kaldırıyorlar. zekai'nin getirilmesiyle birlikte bir panik başlıyor. görevlilerden biri "bu bizim mehmet değil mi?" diyor. mehmet kim? mehmet, numune hastanesi'nin santralinde görevli bir memur. soyadı da "kamaral". görevlilerin büyük bölümü mehmet'in başına toplanıyor. herkesin tepkisi aynı. "bu bizim mehmet!"

    mehmet, iş yerindeki arkadaşlarına aşırı borçlanmış. o yüzden evini ve iş yerini terk etmiş. günlerdir ortalıkta yok. ailesine haber veriliyor. annesi, komadaki mehmet'in terini günlerce siliyor. bu arada soruyorlar: "yanılmış olmaz mısınız?" diye. anne, "ben, şu kadar yıllık oğlumu tanımaz mıyım?" diyor. "şurada bir beni, şurada şöyle bir ameliyat izi vardır." diyor. "ben" aynı yerde, ameliyat izi de tutuyor. hani, zekai'nin de o malum kemik hastalığından kaynaklanan ameliyat izi var ya! derken ölüm vakti oluyor. anne perişan, baba çaresiz. kadere boyun eğiyorlar. baba, cenazeye çağırmak için konya'da bulunan damadını telefonla arıyor. karşıdan umulmadık bir cevap:

    "baba sen ne diyorsun? mehmet bizim yanımızda!".

    adamcağız inanmayınca damat, mehmet'i telefona veriyor ve sorular başlıyor: "sülaleni say, evini tarif et..." gibi. mehmet, her sorulana tutarlı cevap veriyor. baba bunun üzerine "enişteni ver" diyor. damadına da " derhal o eşşe.. al ve buraya getir" diyor.

    kamaral ailesinin dramı mutlu sonla bitiyor ve bizim trajedimiz başlıyor. olayla ilgili olarak bir çok yerde kayıt var. hastanede, poliste, adli tıp'taki tüm kayıt ve tutanaklar "mehmet kamaral" adına düzenlenmiş. bu kayıtları sildirip, zekai özger olarak düzeltiyoruz.

    insan bir şeyi yitirir, önemserse arar, önemsemezse bırakır. biz bir insan, bir değerli varlık, bir genç, bir sanatçı yitirmişiz. araştırmaya devam. adli tabipliğe gidiyoruz. ilgiliyi buluyoruz. anlatmaya başlıyor: "hani, karpuz kendi kendi içini yer ya, beyin öyle işte! lıkır lıkır! vücutta herhangi bir sadme (çarpışma, tokuşma, vurma), darp, darbe yok. yani beyin kendi kendini yemiş." gel de şimdi yurt baskınında yediği copları hatırlayıp düşünme! o coplar, her gün aynı yoldan yürüyen delikanlının bir anda sendeleyip düşmesine -yıllar sonra da olsa- neden olmuş olamaz mı? "bizi müzikal dövdüler ağabey" demişti, "bir-iki-üç" komutlarıyla... bu müzikal dayak, onun şiirlerinden besteledikleri şarkılarla "özgün müzik" sanatçıları tarafından -telif hakları hiçe sayılarak- hala devam ettiriliyor. arkadaş, "ankara karşıyaka mezarlığında ada: h-9, parsel:12" de yatıyor. mezar taşında "trt mensubu genç ozan a. zekai özger" yazar. biz fırsat buldukça mezarına gider, bir ibrek su döker otları temizleriz. sevenlerinden bunu dileriz. (eniştesi ramiz bilgin, öküz dergisi ocak 1999, sayı 56)
  • hüzün mevsimi

    gece
    bir tabut gibi çöker omuzlarıma
    bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
    hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta
    hasreti bir ben bilirim
    bir de gecenin gözlerindeki baykuş
    baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
    onu hüznümle güzelleştiririm.hüznümle süsler
    bir damın üstüne oturturum
    damımın üstüne oturturum

    -sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
    yıldızlar sayılmaz :hasret uzakta

    abimin acıyla yontulu yüzü
    yaşlı bir güvercin gibi düşer avuşlarıma
    dağılır ses olur acısı
    ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
    -çocuğum üşütme yüreğini
    şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
    ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
    hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan korkarım
    mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
    mesela annemde yoksa yanımda
    mesela, şimşekte çakıyorsa ben çok korkarım , ağlarım
    -ana bana kurşun dök.oku üfle
    ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana

    yalnızım.bunu hep söylüyorum
    yalnızım.bunu hep söylüyorum

    geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
    hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
    her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
    yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
    yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
    öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
    biliyorum.biliyorum bunu da biliyorum
    gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
    kendime kendimden başka kendim yok
    ne utancımı kuşanan bir sevgi
    ne çirkinliğimi öpen bir kız

    yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız

    -ana bana bir hal oldu.hep böyle titriyorum
    ana çok üşüyorum.ıhlamur ısıt bana

    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta
    ben sevgiye hasretim.sevgi uzakta

    ey insanlar
    ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
    iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
    iğrenerek.hepinizi kucaklıyorum ilkin
    ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
    bilmiyorsunuz.ben kendimi öpüyorum

    cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
    ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
    bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
    döllenir acı.sevişme daha da erselikleşir

    -hü’yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
    size bir gün mutlaka hü’yü anlatmalıyım

    geceyse
    tükenmişse güneşin güçlülüğü
    gök gözlerinin buğusunu yansıtır
    senin acın acıların ölümüne gebedir
    korkma yavrum
    ne gece ne geceler senin
    suçsuz mızıkçılığını küçültemez
    bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
    güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
    biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
    dayayıp sırtını gecenin duvarına
    bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz

    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta
    ben sevgiye hasretim.sevgi uzakta

    ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
    sesimi çakallarla boğan gece
    hüznüme vur acımı soy
    beni de kuşat
    boris karlof kadar masum yüzümü
    karanlığınla frenkeştaynla
    çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
    kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
    nerde bir insan görse
    bırakır sevgi kuşlarını
    çünkü o bağışlar yargıçlarını
    kendi yasalarını kuramayan yargıçlarını

    ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
    ey yanlışlığın yanlış yargılayıcıları
    suçum:nefreti öksüz bırakmak
    savunmam:sevgimi yüceltmek içindir
    sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
    büyükleri sayarım küçükleri severim
    çocukları incitmeden severim.kadını öpmesini bilirim

    sizi de sizi de öpmesini bilirim

    -ana ben çok yalnızım.benim başka sevgim yok
    içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü

    kural tanımayan sevgim benim
    aykırım fizikötem doğa üstüm yanlışlığım
    aşkım.sevgili yanılgım benim başyargıcım
    nefretim nefretim nerdesin

    kalbim
    birgün elbette sana hükmedeceğim

    elbet geçer bu hüzün mevsimi
    bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
    o gün size sevinci de anlatacağım
    bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
    o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım

    ve bir gün elbette yıldızları sayacağım

    -gelin kucaklayın beni.yıldızları sayamıyorum.

    arkadaş özger,nisan 1969
  • merhaba canım

    ben az konuşan çok yorulan biriyim
    şarabı helvayla içmeyi severim
    hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
    annemi ve allahı da çok severim
    annem de allahı çok sever
    biz bütün aile zaten biraz
    allahı ve kedileri çok severiz

    hayat trajik bir homoseksüeldir
    bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
    çünkü bütün sarhoşluklar biraz
    freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

    siz inanmayın bir gün değişir elbet
    güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü
    çünkü ben okumuştum muydu neydi
    bir yerlerde tanrılara kadın satıldığını
    ah canım aristophones

    barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
    ölümü de bir giz gibi içimde
    ölümü tanrıya saklıyorum
    ve bir gün hiç anlamayacaksınız

    güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
    düşüverecek ellerinizden ve
    bir gün elbette
    zeki müren'i seveceksiniz
    (zeki müren'i seviniz)
  • arkadaş zekai özger, şair. 1948 bursa doğumludur. istanbul basın yayın yüksekokulunu bitirmiştir. 25 yaşındayken sokakta ölü bulundu. ölüm sebebi beyin kanaması olarak kayıtlara geçti. kısa yaşamına pek çok şiir sığdırdı. ölümünden sonra anısına çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerinden derlenen "sevdadır" adlı bir kitap yayınlandı.
    grup yorum'un bazı şarkılarının sözleri bu abiye aittir.
  • 1948 bursa doğumludur. basın yayın yüksekokulu'nu bitimiştir. ilk şiiri 1968'de soyut dergisinin 28. sayısında çıkar; "sakalsız bir oğlanın tragedyası" bu ilk şiirinde ikinci yeni etkisini gösterir. bir 5 mayıs sabahı sokakta ölü bulunur. beyin kanaması raporu verilir. henüz 25 yaşındadır.

    beyaz ölüm kuşları

    sonra bir gün anneler de ölür
    böcekler ve kertenkeleler ölür
    boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
    sivrisinekler ve kağıttankayıklar ölür
    sonra o gün çocuklar da ölür

    biz hepimiz önce küçük birer çocuktuk

    sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
    balçıktan bir külçe olan dölleri
    en iri elleriyle kepçeliyen
    ve biçimleyen
    ve hep önce kendisiyle biçimleyen
    o dehşetli yontucuyu
    doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
    sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
    anneyi o usta nakkaşı
    unutmadık

    önce anne doğurdu çocuğu acıya
    sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
    sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

    geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
    içti ağulu sütünü hayat denilen annenin
    sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
    hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
    acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

    böylece vardı bir ırmak kıyısına
    anne bir tedirginliktir nerede olsa
    bağırgan bir karmaşadır onun sesi
    takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
    -bu ayıp bu günah
    bu çok ayıp günah
    -el ne der sonra
    ayak ne der
    bırakmaz çocuğu çocukça yaşamıya

    ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

    çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
    anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
    bölüşür anneliği babanın kasığında
    çocuğum bakışındaki çelişkidir büyüyen
    ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
    -ah bana
    niye baba

    ve bir gün babalar ölür

    tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde
    her tanrı biraz baba gibidir
    yiğit ve erkektir çocukları koruyan
    umacılar ve peri masallarının korkulu padişahı
    çünkü tanrıyı yaratan ve öldüren şeyler aynıdır
    vurunca acının ilk gölgesi yaratır kuşkuyu
    acının padişahı elbette zalim olur
    ve bilincin duvarına çarpınca şaşkınlığı
    bir soru önce acıya sonra acıya uzanır
    -hey tanrı
    hani tanrı

    böylece bir gün tanrı da ölür

    şimdi annenin yüreğinde ışıyandır
    sevginin ıslak soluğuyla örgülü tapınak
    bir gün bir kalem bir hokka içindeki kana bulaşır
    akıtır mürekkebini sevda denilen papirüse
    hani bir kuş gelir bir tapınağın duvarına yuva yapar
    çökertir tapınağı daha bir güzelleşir yuva
    işte artık ne anne ne tapınak
    yıkılır gözyaşlarının sığınağı da

    sonra bir gün anneler de ölür

    gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin
    öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk
    çocuk büyür
    sesi nemli yine elleri yine soğuk
    hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk
    nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen
    çocuk çocuk sana bir dost gerek

    işte yeniden giyiniyor kendini çocuk
    bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını
    kendini üstlenmişsin var olmak için susmalar köprü
    çocuk çocuk sana bir aşk gerek

    sen iyilikler ve güzellikle uzmanı
    suskunun gizemli sabrı
    bir teraziyi en iyi kullanan
    iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü
    karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu
    ey hayat cambazı
    ey ip şaşkını
    ezberle o incecik tel üzerinde
    hayatı dengeliyen asayı:
    aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk
    ikisini de doğuran şey aynıdır
    bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran, anneyi üreten babayı coşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren, güneşsiz bir gök gördükçe öldüren öldüren öldüren.
    sevgi: tragedyanın kaynağı yaşamın kökeni insanı var kılan umut
    ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden
    can canı sever ötesi yok bunun çocuk
    ölümü ve ölümün ölümsüzlüğünü
    çocuğu ve çocuğun ölümsüzlüğünü
    sevgiyi ve sevginin ölümsüzlüğünü
    ah elbette aşktır dostluğu mayalayan
    ama kim anlatabilir bu parmak çocuğa
    bir dostla bir sevgili arasındaki ayrıntıyı

    hayır'lara evet'lere direten
    çirkini öptüren kötüyü sevdiren
    aşkı sevgiliyle değil kendinle yorumla
    kim ki kendini açığa komaktan korkmaz
    o saygın bir insandır
    herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da
    böylece lady chatterley de sevilir giovanni de
    böylece lady chatterley ve giovanninin sevgilisi de
    elbette her aşk yalnızca kendine sorumludur
    ama elbette her aşk yalnıza kendine sorumlu olunca
    bir gün aşk ta ölür

    ve başlar sıkıntısı kuralsız bir çelişkinin
    yapışkan bir sevişmenib sancısı doldurur boşlukları
    ve tutku aç bir güve gibi kemirirken sevdayı
    dölün pasıyla bulanırken sevginin beyazlığı
    ah şimdi kim inandırabilir bu eski çocuğa
    aşkın ve dostluğun varlığını
    bir gün ansızın yiter dostlar ve sevgililer
    etin ve kemiğin sıcaklığıyla solar sevdalar

    işte o gün herşey ölür

    şimdi bu yüreği nerelerde beslemeli
    bütün saksıları kırılıyorken güneşin büyüsüyle
    ve ölümler ilençleniyorken en masum sevinçleri
    ve her sevgi kendisiyle çelişiyorken
    şimdi bu nasıl dğmaklar olur yeniden beyazlara

    ama şimdi kim kandırabilir sizi
    bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için
    (soyut, haziran 1970)
  • ahmet inam, 60'ların sonunda 70'lerin başında arkadaşı olan şairi yine şairin* "al işte sana böyle yüze böyle güz" dizesiyle tanımlayarak "güzü yüzünde taşıyan insan" değerlendirmesinde bulunur.

    25 yaşında iken nedeni tam olarak açıklanamayan fakat adli tabibin morgda kendisini teşhis eden eniştesine "beyni kendi kendini yemiş" açıklaması yaptığı, yıllarca yurt baskınında aldığı cop darbesi nedeniyle beyin kanaması geçirerek öldüğü anlatılan (#26451072) şairdir aynı zamanda. arkadaşlarının ve ailesinin tanıklıklarıyla aktarılan merhaba canım belgeselinde 1971 yılında başına aldığı darbenin 1973'ün mayıs'ında beyin kanamasına yol açamayacağını belirtilir. yıllardır o darbelerin hemen akabinde öldüğünü düşünenlerden biri olarak benim için de yeni bir bilgi oldu bu.
    yine de ölümündeki sır perdesi aralanamamıştır. ankara'da bir çukura düştüğü, biri tarafından itildiği, inşaat işçilerince çukura atıldığı dillendiriliyor.
  • "ben çabuk severim insanı
    belki bundandır yıkılışım..."
  • politik şiirlerinin yanında, "zeki müren'i seviniz" de deme cesaretini gösteren şair. bir de, "kendime kendimden başka kendim yok" da der...
  • "can canı sever
    bunun ötesi yok çocuk."
    demiş şair.

    (bkz: eski dost).
  • ankara yüksel caddesindeki turhan kitabevinde arkadaş zekai özgür'ün kitabını sorduğunuzda "tanımıyoruz, bizde belli şairlerin kitapları var" yanıtını alırsınız. en azından bana öyle olmuştu. "kendisi gayet belli bir şairdir" yanıtını verebilmiştim ancak o şaşkınlıkla.
hesabın var mı? giriş yap