• yelken camiasinin istanbul'dan baslayan, bozcaadaya varip, oradan cesme ve son olarak da bodrum'da noktalanan yarisi. inanilmaz efsaneler ve eglencenin dondugu bilinir. temmuz ayinin sonunda olur. bu yarisa katilanlar sanslidir. 2004 yilindaki asagi yarisi'ni anlatan (bkz: mansur forutan) in yazi dizisi de www.sabah.com'dan takip edilebilir.
    http://www.sabah.com.tr/gun101.html
  • 2003 yılında yapılan yarışı kaleme almıştım zamanında. bir kısmı sabah ve naviga dergisinde yayınlanmıştı. tamamı aşağıda. bir yarışçı gözüyle istanbuldan bodruma teknede yaşananları okumaktan sıkılmazsanız buyrun.

    2003 deniz kuvvetleri kupası anıları

    nihayet büyük gün geldi. türk yat yarışçılığının büyük günü. deniz kuvvetleri kupası, nam-ı diğer aşağı yarışının başlayacağı gün. bırakın dereceye girmeyi, bu yarışa katılmak bile yelkenciler arasında gurur kaynağı. özlemi bitmez, hikayeleri bitmez, heyecanları, sıkıntıları, sevinçleri bitmez, coşkusu hiç bitmez.

    böyle bir yarışın startına, ataköyden çengelköye yapılan yolculuk heyecan ve neşe içinde geçmekle beraber iki yıl önce yaşanan motor arızasının tekrarlayabileceği endişesi hafiften stres yaratıyor içimizde. murphy çok sever böyle zamanları. olmadık işler açar hep en olmayacak günlerde. çocukluğumdan hatırlarım, bütün sene tıkır tıkır çalışan emektar opelimiz bayram sabahı su koyverirdi. tamirci bulamazsın, bayramlık kıyafetlerinle bir tarafına dokunamazsın.

    çengelköy start yeri mi, bayram yeri mi belli değil. tam kırkdokuz tekne cirit atıyor tarihi iskelenin önünde. herkes pür neşe. selamlaşmalar, şans dilemeler, şakalaşmalar ucuşuyor yattan yata. müzikler yükseliyor çoğunun hoperlörlerinden. bir heyecanlı grupta iskele üzerinde kıpır kıpır. seslerini duyurmaya çalışıyorlar tanıdıklara selam vermek için. gözlerinden okunan yagane şey “ah o gemide bende olsaydım” şarkısı. bazıları tekne ekiplerinden. yanaşan alıyor elemanını.

    start saati yaklaştıkça tekneler çıkış için uygun bir pozisyon almak için start hattına dağılıyor. bizde rüzgar açısını tespit edebilmek için pruvamızı sarayburnuna çevirip son ayarlarımızı yapıyoruz. yapıyoruz da boğazın güçlü akıntısını unutup köprüye doğru hızla yaklaşıyoruz. eyvah! beş dakika kaldı, motor kapatmak lazım ve biz hala start hattının epey aşağısındayız. başlıyoruz orsa yükselmeye. diğer tekneler hattın gerisinde gezinti halinde, balonlarını basıp yürüyecekler.

    bir dakika kaldı ve biz hattın gerisine geçebildikmi emin değiliz. geri sayım başlıyor: “on!“, “dokuz!”, hattı geçtik galiba, “sekiz!”, dön!, balon bas!, “yedi!”, “alti!”, mandarın boşunu al!, “beş”, “dört”, tokaaa!, “üç!” , kullan, kullan, kullan balonu, “iki!”, “bir!”, “düüüüüt!”.

    süper bowmen ali fodepar olmadığımızı bildiriyor. komutlarıyla bu garip! startı yönlendiren de o. hala uğur o günü hatırlatıp ali’ye takılır: “ne acayip starttı o öyle!”. alide cevap hazır: “şiir gibi starttı abicim şiir!”.

    o hengameyi atlattıktan sonra sağımıza solumuza bakıyoruz ama kimse yok! herkes arkamızda. filonun en küçük teknesi, gezi sınıfının iddialı yatı, güzel kızımız equinox, dörtyüz millik yolculuğuna en önde fırlamış, filoyu arkasına takmış gidiyor. bu iyi bir şeymi? yarış için evet, medyatik olarak hayır. ertesi gün bozcaada da incelediğimiz sabah gazetesinin kapağında dev gibi bir start fotoğrafı. bütün tekneler var, biz yokuz. dümen suyumuz var sadece.

    büyük ve hızlı tekneler birer birer yanımızdan geçiyor. selamlaşıyoruz. sarayburnu nu da geçince yatlar yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. kimi direk rota, kimi biraz kuzeyden, kimi biraz güneyden. herkesin bir bildiği var elbet. biz de bir orta yol tutturmuş gidiyoruz. 165 millik bozcaada etabı yarışın en uzun kısmı. yaklaşık 24 saat hiç durmadan gideceğiz. ekip yavaş yavaş acıktığını farkediyor ve yeme içme başlıyor. hiç bitmez ki zaten.

    bu sakinlikten faydalanarak biraz tanıtım yapalım. aşağı yarışı yaklaşık 30 yıllık bir klasik. etapları yıldan yıla değişmekle beraber rota hep ege. son yıllarda 1. etap bozcaada da (165 mil) , 2. etap çeşme de (105 mil) bitiyor. daha sonra doğu ege yelken haftası başlıyor. önceleri ılıca körfezinde yapılan bu yarışlar dizisi bu sene bodrum’a kaydırılmış. çeşme-bodrum arası 100 mil ve çakabey 922 olarak adlandırılıyor. bodrumda beş tane kısa mesafeli yarış var.

    teknemiz beneteau first 300. 30 feet, yarışçı bir tekne. sahibi dr. uğur kal. içimizde en tecrübelisi 6. sezonunu yaşayan yine kendisi. dümen ve kumanya sorumlusu. ben 3. sezonumda ana yelken, taktik ve ukalalık işlerine bakıyorum. genellikle son kararı bana bırakıp “hey! skipper” falan diye sesleniyorlar. sağolsunlar. dr. erkan aktan ve selçuk karamağara trimcilerimiz. onlarda benim gibi 3 sezondur yarışıyor. erkan soğukkanlılığıyla, selçuk ise her konudaki teknik becerileriyle ekibi toparlıyor. erkanın fıkraları olmasa bu miller zor tükenir. ali veysoğlu bowmenimiz. kendisi geçen sene eshquia ekibinde bowmen olarak bu işlere bulaştı ve iddia üzerine bir ayda bowmenliği öğrendi. aşağı yarışına da o götürdü eshquiayı. yılın yelkencisi adayımız. üç yıldızlı alemcidir ali. nuran kozanoğlu piyanist. şantör olduğundan da şüpheleniyoruz ama o ısrarla eskiden baterist olduğunu söylüyor. halatlarla olan koordinasyonuna ve zamanlamasına bakılırsa galiba haklı. onu da ben zehirledim bu sezon başında. düdüğüyle ünlüdür. özellikle ali’nin kulağının dibinde öttürmeye bayılır. küfürü yer tabii; “hay düdüğüne de, öttürme lan şunu!”.

    4-5 kuvvetindeki poyraz marmaranın ortalarına doğru geldiğimizde epey dalga kaldırıyor. 1,5-2 metre yüksekliğindeki dalgalar sancak kıç omuzluktan her geldiğinde tekneyi rüzgar istikametine çevirmeye, dümencide buna izin vermemeye çalışıyor. izin verirse kötü. bir anda broş yenir, tekne yatar, ortalık çarşamba pazarına döner. toparlamak zahmet ister. diğer tarafa da kaçırmamak lazım tekneyi. bu sefer rüzgar tersten dolar, kavança yenir. daha kötü. toparlamak çok fazla zahmet ister.

    dalga tekneyi kaldırmaya başladığı zaman sörf başlar. bildiğiniz dalga sörfü. tekne hızlandıkça hızlanır. dümenci mümkün olduğunca bunu uzatmaya çalışır. hız rekorları kırılır. göstergeden okunan hız yüksek sesle bağırılır. selçuk bundan hoşlanmaz. dümencininde bu şamataya katılıp daha büyük bir şamataya sebep olabileceğini hatırlatır. haklıdır aslında. tecrübesi yaşanmıştır. fakat gaza gelmişiz kim dinler.eliyle göstergeyi kapar. bizde onu engellemeye çalışırız: “ya bak rekor kırıyoruz gene, bi göster kaçmış”, “yok kardeşim hız okumak alla allaa”.

    biraz izlediğiniz zaman yapılan işin dümen tutmaktan çok, kürek çekmeye benzediğini farkedersiniz. yeke dümen bizimkisi o yüzden. üstelik kürek gibi ritmik değil, gelen dalgaya göre değişken. saatlerce süren boğuşma sonunda dümenci tükenir ve başkasına devreder. devredecek birini bulursa tabii. gecenin bir vaktinde uyumayan, yorgun olmayan, midesi her nasılsa o ana kadar bulanmamış, üstelik dümen tutmayı bilen adam bulmak zor olur genellikle. bazen bulunmaz. o zaman dümenci kalan son enerjisinin bir kısmını ritmik olmayan hareketlerine eşlik eden ritmik olmayan küfürlerine ayırır. yarışına da, ekibine de, rüzgarına da, dalgasına da. bu son iki sövme anında karşılık bulur. rüzgar daha sert esmeye, dalgalar acımasızlaşmaya başlar. poseidonla dalaşılmaz. son haykırış şudur: “ne işim var yahu burda!”. zordur dümencinin işi. allah kolaylık versin.

    çevremizdeki üç beş tekneyle beraber dalgalarda kaydıra kaydıra gidiyoruz. güneş ufku gittikçe kızıla boyayıp batmaya hazırlanırken marmara adası iyice belirginleşiyor. hava kararırken navigasyon fenerlerini yakıyoruz. gece bastırınca kuzey tarafındaki yerleşimlerin ışıkları seçilmeye başlıyor. şarköy, hoşköy, mürefte uzaktan seçiliyor ama hangisi hangisi belirlemek zor. marmara adasını iskelemize aldığımızda ilerlemiş gece gökyüzünde istanbulda asla şahit olamayacağımız bir yıldız şöleni sunuyor bize. bu son derece keyifli ortamda starta giderken yaşadığımız stresin benzeri tekrar geriyor bizi. iki sene önce çok fena dayak yemiştik tam buralarda, adayı az geçince. yine olurmu? olmaz herhalde. şimdi ekip daha tecrübeli ve en azından daha bir ekip. biz yine de fona bir korku filmi müziği koyup yola devam edelim.

    marmaranın ortasında çekmeyen cep telefonları yine aktif oldu ve doğal olarak ilk çalan uğurunkiydi. doktor olmakta böyle bir iş. gecenin bu saatinde denizin ortasında bulurlar seni. uğur bir gün önce aldığı kameralı, fiyakalı telefonuyla cevap verdi çağrıya. (bu arada korku filmi müziğinin sesini biraz arttıralım lütfen. hah! tamam.) selçuğun neden hızları okumamızı engellediğini hatırlıyormusunuz? cep telefonuyla konuşmanında aynı konsantrasyon eksikliğine sebep olabileceğini bilmem söylemeye gerek varmı?

    birisi: “dikkat! kaçiyor tekne öbür tarafa”, o sırada uğur: “siz şimdi o ilacı kullanmaya devam edin… falan…filan…”, kavança geliyo dikkaaa…eeğiiill… sssiffff!!! (bumba başımızın üzerinden son hızla geçti) çotaaaa!!! (öbür tarafta sert bir şekilde durdu) direk hala yerinde duruyor, kırılmamış. hayret! ana yelkeni gören balon durur mu? oda atıyor kendini öbür tarafa büyük bir gürültüyle. ters taraftan patlarcasına şişiyor. yırtılmadı, ona da hayret! pupa giderken bizimle beraber geldiğinden gücünü pek hissetmediğimiz rüzgar şimdi şamar atıyor. tekneyi yatırmakta hiç gecikmemiş. yatmaktan kastım öyle böyle değil, sanki bizimkisinin uykusu gelmiş, dalgalarıda yumuşak bulup uzanıvermiş. direğin başı suya girip çıkıyor. buna karşın silyon feneri yanmakta ısrar ediyor. bunu beneteau ya bildirmeliyiz. aferin. teknenin yarısı olmasa bile üçte biri suyun altında. benim ayaklarım, uğurun telefonlu eli de öyle. karşı taraf en son ne duydu acaba? diğer elemanlar daha rakımı yüksek yerleri tercih etmişler. durumları biraz annesine yapışmış maymun yavrularını andırıyor. hiç böylesini yaşamamıştık.

    gariptir, ilk anlarda hiç endişe hissetmiyorum. fakat ayaklarımdaki suyun soğukluğu, geçen saniyelerin ikili hanelere çıkması ve teknenin hala o pozisyonda duruyor olması insanın hızla endişe, korku, can korkusu duygularına geçiş yapmasını sağlıyor. ne tarafa yüzsek acaba? ada mı yakın yoksa kara mı? off, chart plotter da burdan iyi gözükmüyor. yoksa bir çıpıda karar verirdim. adanın bu tarafı kayalık ama. sakat olur kıyıya çıkmak.

    balonun hala şişik vaziyette olduğunu farkedip elimdeki iskotayı gevşetiyorum. hiçbir değişiklik yok. doğru hareket bu değil.

    saniye cinsinden uzunca bir süre geçti. ben diyim otuz siz deyin kırk. bizim tekneye denize uzanmak rahat geldi, kalkmıyor bir türlü. bu sırada kamaranın kapısından erkan beliriyor. ohh, denize düşmemiş demekki. ben de bir eksik var diyordum. erkan hızla durumu analiz edip fırçayı basıyor: “guy ı neden boşlamıyorsunuz kardeşim!”. bir yandan da boşluyor hızla. tabii ya. bütün sistem tersine döndü. normalde böyle durumlarda iskotayı boşlayınca tekne düzelir. şimdi diğer tarafta balon gönderini sabit tutan guy iskota oldu. boşlarsın olur biter. bu kadar basit. tabi bunu düşünmek ilk defa başımıza gelen bir olayın şokuyla bir yerlere yapışmış bekleşen bizlere düşmez. içerde uykusunu almış, sakin kafayla olayı görür görmez analiz edebilen erkana düşer. tekne hemen düzeliyor tabii.

    şimdi hemen olay tazeyken kendi ağızlarından ekibin geri kalanından olay anını anlatmalarını rica edelim.
    - “acı varmıydı efendim acı?”

    uğur - “no comment, daalın bakiim!”

    erkan - ”beş dakka uyutmuyor bu adamlar insanı.ne var yani 9 saattir dümen tutmaktayım biraz uyuyabilseydim, ama olur mu hiç... neyse 15-20 dakika kadar olmuştu içeri gireli, birden kıç kamarada devrilerek uyandım. sanki dünyam alt üst olmuştu. anladım ki knock-down olmuşuz.yukardaki ekibi düşününce meraklanmaya gerek yok şimdi düzeltirler diye umarak beklemeye koyuluyorum ama vakit geçmek bilmiyor bir türlü. 10, 20, 30 derken dakikaya yaklaştık ama bir düzelme yok teknede ve içeri bir şekilde su girmeye başladı.can havli ile kendimi dışarı attım ama dışarısı kudurmuş köpeklerin kargaşasında... alelacele kelle saymaya başlıyorum, vardaveladakiler ve dümende uğur ile beraber tam 5 kelle tamam, derin bir nefes alıp sorunun ne olduğunu çözmeye çalışıyorum.knock-down olmuşuz. ana yelken, balon, mast hepsi suda ve bizimkilerin katatoniye girmiş hallerinde gözlerde hep hadi birisi birşey yapsın artık mesajı. tam o arada yanımızdan denizcilerin (deniz harp okulu) bata çıka geçtiğini görüyorum, ama bize yardım etmekten çok uzakta kendi başlarının çaresine bakma telaşındalar , belki sadece bize şans dilemişlerdir. derken göndere bağlı guy ı boşluyorum ve tekne hoooop en keyifli olduğu pozisyona geri dönüyor ve derin bir soluk alan ekibin ecel terleri döken dakikaları sona eriyor.çok zorlandığımız anlardan biri.yeniden balon açmaya kimsenin moodu uygun değil ve biz başlıyoruz yarı süratte genoa ile gitmeye. hadi hayırlısı , böyle bu yol bitmez ama ekip çok demoralize ve zamana ihtiyacı var. bir süre sonra bir koku duymaya başladım ve baktığımızda teybin kısa devre yapmış olduğunu anlıyoruz ve devreye teknenin teknik işlerden sorumlu elektronik mühendisi selçuk giriyor.
    hemen elektronik devrelerin bordunu sökerek sanki daha önce oraya onları kendisi monte etmiş edasıyla hızla problemi çözüyor.iyi ki varsın selçuk diyorum içimden.saat gece yarısına yaklaşıyor ve gerginliğimiz biraz olsun azalmış durumda ama poseydon henüz deniz için böyle bir öngörüde değil.biraz heyecanım yatıştığında 2 yıl önce hemen hemen aynı noktada daha ilk uzun yarışımda benzer şeyleri yaşadığımı hatırladım ve sonra herşeyin yolunda gitmiş olması beni çok rahatlattı.”

    selçuk - “iskele vinçlerinden birine sarılmış düşmemeye çalışırken bir yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. nuran bana sarılma ileri git diyor ??? direğin ucu suda, tekne 90 dereceden fazla yatmış, bu arada kendimi bir ara yukarı (yani kenara) çekince üzerimize doğru gelen askerlerin (dho) teknesini gördüm. işte şimdi .oku yedik diye düşünürken yanımızdan geçip gittiler. bu arada erkan tekneyi düzeltti. hasar tespiti yaptık, fazla bir kayıp yok. sanırım sancak guy ile ıskota yoktu (yalış hatılıyor olabilirim, o kadar çok guy bıraktık ki suya). neyse uğur hadi balon basalım dedi :-), tabiki basmadık.”

    ali - “vinçte uzun süre çalıştıktan sonra, sabahki kavançalı boğaz geçişini düşünüp, hazır bowmanlik iş yokken dinleneyim diye içeri geçip sancak tarafa uzanmıştım. yarı uyuklama vaziyetinde devam ediyorum. arada broş falan yiyoruz. normal sayılır. sonra dalmışım. bir broşla daha uyandım. pek düzelemiyoruz bu sefer. ulan bi uyutmadılar be. bir dakka ya! sancak kontra gidiyorduk, ee sancağa yatmışız! demek ki broş değil kavança yemişiz, hadiii! hemen kalkıyorum, bakıyorum ketchlerden su sızıyor, sıkıyorum. dışarıya baktığımda akvaryum gibi. durum fena. o sırada erkan duruma el koyuyor. ben de kafa fenerini takıp güverteye çıkıyorum. halatları toplamaya başlıyorum, gurcatanın tepesinden ıskotamı toplanır yahu? eksikleri belirleyip, içerde yedek halatlara şakıl takıp yeni guy ve ıskota yapıyorum, balonu elliyorum. 15 dakika sonra balon basılmaya hazır. hazır ama psikolojik olarak biz hazır mıyız? ekibin gözlerinden "sen o balonu hele bir aşağı indir, sonra bakarız" okunuyor. öyle yapıyorum, hele bir toparlayalım.”

    nuran - “eveet,selçuğun bana can simidi gibi gelen, birazcık kalın beline sarıldım.şimdi ne olacak diye düşünüyorum, birde ona sanki yolcu gemisindeymişiz gibi “biraz kayda ayağımın tekinide koyayım” diyorum. ama nafile, selçuk kardeşim bana kuzu kuzu bakıyor sadece.bu arada rakamsal olarak kısa görülse de zaman insanın çok şeyleri düşünmesi için uzun geliyor.eşin,çocuğun, hepsi bir anda gözünün önünde...”

    denizciliğe uzak olanların şimdi “ay ne tehlikeli spormuş bu böyle” dediklerini duyar gibiyim. evet, biz de bazen fazlaca adrenalin salgılayabiliyoruz. fakat dağcılık veya yamaç paraşütü kadar değil herhalde.

    olayın şokunu atlattıktan sonra içimizi iyi giden bir yarışta yavaşlamak zorunda kalmanın üzüntüsü kaplıyor. balon basıp yarışa tekrar dahil olma düşüncelerimi benden önce uğur dile getiriyor. kimse gönüllü değil. cenoa ile devam. hızımızın düştüğü yetmiyormuş gibi rüzgara daha yakın bir açı ile gitmek zorunda olduğumuzdan rotadan da uzaklaşıyoruz. önce karabiga ya doğru inip, sonra şarköye doğru yükselerek büyük zig zaglar çizmeye başlıyoruz. yatağında sıkıntılı bir şekilde sabahı bekleyen hastalar gibiyiz. çanakkale boğazına girmeye başladığımızda nihayet gün ağarmaya başlıyor. günışığı büyük moral kaynağı. keyifler yavaş yavaş yerine geliyor. espriler tekrar dozunu arttırıyor. alinin basılmaya hazır balonunu biz de basmaya hazırız artık. sabahın sessizliğinde "flop!" diye bir ses yankılanıyor boğazın kıyılarında. üzerinde tur 1332 yazan beyaz bir kelebek ortaya çıkıyor aniden. işte yine yarıştayız.

    ortalık aydınlanınca önümüzde ve arkamızda tekneler olduğunu farkedip şaşırıyoruz. biz epeyce zaman kaybettiğimizi düşünmüştük. hatta sonuncu gittiğimizi varsayıyorduk. değilmiş demek ki. daha bir morallenmekle beraber teknelerin kimler olduğunu çözmeye çalışıyoruz uzaktan.

    boğaz geçişinde enteresan rüzgarlar karşılıyor bizi. pupa giderken bir süre sonra orsa yapar buluyoruz kendimizi. rüzgar hafilemiş, dalga kalmamış, boğazın keskin virajlarında ege ye doğru keyifli bir şekilde süzülüyor teknemiz. iş stresi, geçim kaygısı, trafik, kirlilik ve kaos istanbul ile birlikte çok gerilerde kalmış. uzaklardan o eşsiz laciverti ile beliren ege heyecanımızı bir kat daha arttırıyor. “bir daha uzun yarışa katılanın…” şeklinde ettiğimiz yeminleri hemen oracıkta bozuveriyoruz. anıtın önünden geçerken cennetine buyur ediyor akdenizin bu en güzel suları. işte yine geldik. seniniz artık.

    birine bozcaadayı tarif ederken şöyle diyebilirsiniz “köşeden sola dön, karşında”. boğaz çıkışının güney tarafı tam bir köşedir çünkü. aslında akıntıları düşünürseniz biraz daha kuzeyden çıkmak gerekir ege ye. bunu kuzeyimizde hızla giden tekneleri seyrederken öğreniyoruz. bir dahaki sefere inşallah deyip dönüyoruz köşeyi. 165 millik boğuşmanın sona ereceği nokta karşımızda nihayet. son düzlüğe çıkmış bir yarış atının jokeyi gibi asılıyoruz dizginlere. rüzgar da biraz hızını arttırıyor. bir an önce yorgun ekibi finiş hattına götürmek istiyor sanki.

    adaya yaklaştıkça kale ve önündeki mendirek belirginleşiyor. finiş hattı mendireğin önünde. birkaç kavançadan sonra finişe ulaşıyoruz. fenerin yanındaki hakem 90 dakikayı, pardon, ilk etabı bitiren düdüğünü çalıyor. buruk bir rahatlama. buraya en az iki saat önce gelmeliydik. canımız sağolsun. işte sonuçlar:

    relax
    sizma
    u 2
    vizo
    equinox
    domodo 2
    alara
    kechi
    forsa
    lasita

    geç gelmenin sıkıntısı yer bulmak. yer yok tabiiki. iki tekne arasına sıkışıyoruz, tamam. en küçük teknenin bu kadarcık avantajı olsun yani. sonradan gelenler arabalı vapur iskelesi tarafına yöneliyorlar. elektriğimizi de bağladık, rahatız. birden kıyıda tanıdık simalar. eşler bizden önce gelmiş. halbuki telefonda “daha yolumuz var, öğleden sonra görüşürüz…” falan diyorlardı. kızım boynuma atlıyor ve o an bitiyor yorgunluk, uykusuzluk, geride kalmanın üzüntüsü. ayak üstü başımızdan geçenleri anlatıyoruz. “aman tanrım!” la karışık “iyiki burdasınız” tarzında yüz ifadeleri ile dinliyorlar bizi. muhtemelen “değer mi bunlara” diye geçiriyorlar içlerinden.

    “ömür uzatan ada” diye bilinir bozcaada. ömür uzatmaya vakit yok şimdilik ama ayazmanın serin sularına kendimizi bıraktığımızda enerjimiz hızla geri geliyor. meydandaki çay bahçesinde yenen çiğ börekler, akşamki rakı, balıkta cabası. hele ertesi sabah iskelenin hemen arkasındaki sokakta ettiğimiz kahvaltı! doping etkisi yapıyor. gelen yiyeceklerin yarısını ancak yiyebildik diyeyim, siz anlayın nasıl zengin bir masaydı. biz sadece kahvaltı istiyoruz demiştik halbuki.

    sabah dokuzdaki start için hazırlıklarımız tamam. sadece nuran’ı bekliyoruz. dehşetengiz kahvaltının doğal bir neticesi olarak belediye tuvaletine uzun bir ziyaret yapıyor. iskelenin ucunda göründüğünde biz de ona el kol hareketleri yapıyoruz. start yerine geldiğimizde rüzgarın kuvvetinden çeşmeye gün batmadan ulaşacağımızı tahmin ediyoruz. birkaç navigasyon ayarından sonra geri sayım ve start. manzara boğazdakini aratmıyor. balon startın güzelliği de bu işte. fazla köşe kapmaca oynamadan balonlar basılır ve ortalık renk cümbüşü. istikamet midilli nin batı ucu. rüzgar da rotaya uygun.

    uzaktan baba burnu seçiliyor hafiften. rahmetli eşber abiyi hatırlıyoruz. iki sene önce tam bu noktada girdiğimiz iddiayı konuşuyoruz:
    - işte şu görünen yer midilli.
    - yapma eşber abi yaa, baba burnu o.
    - yok güzelim, çok geçtim buralardan, bilirim.
    - chart plotter öyle demiyor ama.
    - varmısınız iddiaya ulan, midilli o.
    - tamam abi sen kaşındın, nesine?
    - bi kasa rakısına.
    - ohaa, tamam peki.

    rakıları alamadan aramızdan ayrıldı. halbuki marmariste yepyeni bir yaşam kuruyordu kendine. denizle iç içe. teknesinin tadını çıkarmaya başlayacaktı tam. içkisinden bir yudum almadan önce poseidonla paylaşacaktı birazını denize dökerek. olmadı.

    midilliyi bordaladığımızda sakız boğazına yönelmek için kavança atıyoruz. bizim kavançamız biraz değişik. ali guy ı gönderden çıkarıyor, gönderi direk dibinden çıkarıyor, bunları yapıcam derken omuzunu da çıkarıyor. sonra omuzunu takıyor, guy ı ve gönderi takıyor, “göster” diyor iş bitiyor. sert rüzgar ve dalgalı havada kavança atmak zor iş. nitekim kavançanın ardından broş gecikmiyor. tekne doğrulduğunda balonda bir yırtık gözümüze çarpıyor. bir bu eksikti. yırtık 1,5 metre kadar. yahu bu sefer bir aksilik çıkmasında derece yapalım, ne güzel iyi gidiyoruz derken şimdi bütün gözler yırtıkta. hemen balon mayna. asimetrik bas. basar basmaz caaarrt! asimetrik te gitti. hemen hemen aynı yırtık. kaldık gene cenoaya. arabesk söylemenin tam zamanı.

    o moral bozukluğuyla olsa gerek, balonu tamir edemeyeceğimiz gibi bir fikir oluşuyor baştan. bir-iki saat kadar öylece gidiyoruz. yahu bakalım şuna, belki tamir olur nidaları arasında erkanla ali girişiyor balona. deniztutmaz nuran da yanlarında. tut abi, yapıştır abi derken yama malzemesi bitiyor. buna rağmen her iki balonda tamir edilmiş durumda. kamaraya bakıyorum, ameliyat izi gibi bir yama. op. dr. erkan cerrahlığını konuşturmuş. dayanırmı dayanmazmı şüpheleriyle basıyoruz balonu. dayanıyor. biraz façası bozuk ama olsun. eee bizede yakışır hani egede yara izi ile efelenmek. sakız a doğru koşturuyoruz şimdi. gene geri kaldık.

    bizim ekip derece almaya alışık. o yüzden sıkılıyor biraz tabii. fakat içinde bulunduğumuz ortam o kadar muhteşemki daha ne isteriz. ege de gün batımı. karşıda dimdik yükselen dağlarıyla sakız adası. anadoluya doğru sanki aralarında geçit yokmuş gibi duran adacıklar. varsın birkaç puan havaya gitsin. buna değer.

    sakız boğazına doğru hava kalıyor. bizde hemen tophane külhanbeyi edasıyla bizi buraya kadar getiren balonu indirip light balonu basıyoruz. cefakar balonu ali öpüyor ve torbasına yerleştiriyor. sağol balon.

    önümüzde sakız boğazına girmekte olan tekneler bir garip. yürüyemiyorlar sanki. bizim tekne tam havasını bulduğu için yavaşça boğaza yaklaşıyoruz. boğazı geçerken sabahtan beri bizi sallayıp bütün denge sistemlerimizi altüst eden kaba dalganın biteceğini düşünüp seviniyoruz. “finişe girmeden sevinme” diye bir atasözü yoktur herhalde ama yakın birşey vardır mutlaka. atasözleri tabiiki doğru söyler. bir defa daha ispat etmenin tam sırası diye düşünüyor rüzgar ve bindiriyor. abartmadan otuz. biz ise light balonda yakalandık. yırtılma sırası ona mı geldi ne? dayanırmı diye soruyorum uğura, “aslında 25’e kadar dayanır da, bir de kavança atmazssak”. kavança atmazsak diyor çünkü kavança sırasında eğer balon söner ve takrar şişmeye kalkarsa bu havada pek yumuşak olmaz. bir patlama sesini takip eden parçalanma seslerini duymamız kuvvetle muhtemel. kavança atmazsakta kuşadasına doğru hızla gideriz. finiş çeşmedeydi yanlış hatırlamıyorsam. öyleyse ne yapmak lazım? bildiniz, balon mayna.

    yaralı yüz tekrar sahnede. allahtan dalga az, tekne daha stabil. finişe doğru uçuyoruz sanki. ortalık alacakaranlık. çağrışım yapmayalım hemen lütfen “alacakaranlık kuşağı” falan diye. işte ne güzel az bir yolumuz kaldı. bir sakatlık çıkmasın şimdi.

    finiş karanlıkta olacağı için yarış talimatına bir daha bakıp emin olmak istiyorum. kamaraya inip talimatı ararken yukarda kıyamet kopuyor birden. bağrış çağrış arasında tekne yatıveriyor. içerdeki şangırtı büyük depremi hatırlatıyor bana. aynen bu ses gelmişti evin heryerinden. yarım aydınlıkta lumbozlardan denizin altını seyretmek ürkütücü bir şeymiş. hani bir balık falan geçse şimdi tam olacak yani. bu gürültüye balık mı kalır allahaşkına.

    teknenin yattığı taraftan bunun marmaradaki olayla akraba olduğunu farkediyorum. hatta ikiz kardeş gibiler. yine knock-down olduk anlayacağınız. fakat ekip tecübeli bu sefer. hemen doğruluyor tekne. dışarı fırladığımda eksik olmadığını farkediyorum. yalnız uğur biraz ıslak. tekne hakemi aldatmaya çalışan futbolcu gibi kendini yere attığında uğur bulunduğu yerden havalanıp nuranın üzerinden süzülerek geçmiş, suya doğru bir plonjon yapmış, tam tekneyle vadalaşmak üzereyken ayağı puntele takılmış ve geri gelmiş. şimdi nuran a çıkışıyor “neden tutmadın lan beni”.

    bu kadar çabuk doğrulmamızın sebebi selçuğun anında guy ı boşlaması. meğer marmaradan beri guy vincini kestirmiş gözüne. ne olur ne olmaz diye. tahmin edebileceğiniz gibi cenoa ile devam. zaten az bir yolumuz kalmış, daha fazla dayak yemiyelim şimdi.

    hava iyice kararıyor ve finişi tespit edebilmek için buruna gidiyorum. çeşmenin ışıkları arasında bir fener arıyoruz, hah işte orda. şimdi onun önünde bir sahil güvenlik botu ve çakarlı şamandıra olması lazım. evet, bu taraftan. bi dakka o ışıklar yürüyor. finiş alan tekneler olsa gerek. nerde bu bot yaa. bir yandan da sancak tarafımızdaki kayalıkları kolluyoruz. epey yaklaşık ama ya biz körleştik yada bir sorun var. derken tam sancağımızda flaşı çakan şamandırayı görüyorum. sg botu da işte orda. biz körmüşüz demekki. sancağa kırıp 200 metre kadar gittikten sonra finiş alıyoruz. herkese geçmiş olsun. çeşmeye hoşgeldiniz. deniz kuvvetleri kupası burada bitti. lütfen dağılmayın, devamı var.

    bu arada sonuçları da verelim:

    relax
    sizma
    equinox
    u 2
    forsa
    kechi
    alara
    vizo

    ponton’a bağlanıp diğer ekiplerle sohbete başlıyoruz. çeşme boğazından sonra çoğu ekip benzer durumlar yaşamış. hemen herkes finişin yerinden şikayetçi. bu arada uğur ikinci telefonu da hallediyor. en son “tak! tuk! cupp!” şeklinde bir ses duyduktan sonra anlıyoruzki selçuğun “doktordur, arayanı olur” diye uğura verdiği telefonda denizin dibini boylamış. bu sefer sim kartlarda gidiyor.

    yarış-gezi sınıfından birkaç kişi şakalaşıyor. goblin’nin sahibi aydın yurdum sürekli birinci olan narinden yana dertli. diğer tekne sahiplerine bir teklifi var: “arkadaşlar hepimiz para toplayıp şu narin’i alalım, yoksa geçemiyeceğiz”, ”alıp naapıcaksın abi?”, ”şu meydanda yakarız”. kahkahalar yükseliyor. levent karabeyoğlu herzamanki kibarlığıyla cevaplıyor: “bende daha tekne var. boşuna heveslenmeyin”.

    bir arabaya altı kişi sığışıp karnımızı doyurmaya gidiyoruz. geceyi geçirmek için ali’nin annesi davet ediyor yazlığına. normal bir yatağa kavuşmak ne güzelmiş. horultularımız arşa yüseliyor.

    ertesi gün yelkenlerimizi tamir ettirip eksiklerimizi tamamlıyoruz. üçer beşer kumru yiyoruz. çeşmenin cennet koylarından birinde denize giriyoruz. bu da işin tatil yönü. hep sürünecek değiliz ya. akşama altın yunusta ödül töreni var.

    ben böyle ödül töreni ne duydum, nede yaşadım. altın yunusun havuzbaşında mükemmel bir organizasyon. grammy törenine yaraşır bir sahne. yiyecek, içeceğin sonu yok. kuş sütü eksikmiydi tesbit edemedim. o kadar yani. bravo organize edenlere. bravo sabah’a , altın yunus’a tayk’a. ne tarafa dönseniz medyadan bir ünlü. hıncal uluç ta tam yanımızda. yaşlıca bir beyle şakalaşıyor. yok, galiba şakalaşmıyor. biraz itiş kakış. hemen müdahale ediyoruz. ben hıncalı, selçuk ta diğerini tutup ayırıyoruz. hıncal uluç un sivri dilli yazılarından kaynaklanan bir husumet olsa gerek. neyse, fazla büyümüyor. ertesi gün hıncal yazısında bizden bahsediyor, “iki genç beni kurtardı” diye. kırkımda genç diye nitelenmek hoşuma gidiyor.

    ödüller alınıyor, fotoğraflar çekiliyor, iyice bir yenip içiliyor mu? hayır. gündüzden ikişer üçer götürdüğümüz kumrular bizi biraz frenliyor. saatler ilerliyor, uyumaya gidiliyor. horultular 25 bin feet civarında kayboluyor. rüyada samos kabusları görülüyor. tecrübeliler uyarmış çünkü. “aman samos a yakın geçmeyin, rüzgar aniden bindiriverir”. bizde üçüncü yumruğu yiyip bu sefer knock-out olmaktan korkuyoruz haliyle. hadi hayırlısı.

    bizi iki gece konuk eden ve mükemmel bir kahvaltıyı önümüze seren ali nin annesine teşekkür edip vedalaşıyoruz. “seneye gene geliriz haa” diye şakalaşıyoruz. “gelmezseniz darılırım, dikkat edin yolda”. sağolsun varolsun.

    sabah güneşi o kadar enerji ve ümit verici ki, sanki yarış yeni başlıyor. çakabey 922 için bodrum a yelken açacağız. start yerinde hava sert. yine balon startı. ekip alabildiğine enerjik ve hırslı. rüzgar üstü şamandırasını gözümüze kestirecek kadar hem de. sarılar, yeşiller bize bu köşeyi kaptırmaz derken, şamandıra etrafında bir tenhalık olduğu gözümüzden kaçmıyor. hadi o zaman!

    süreler tutuluyor. teknenin kronometresi son üç dakikayı gösterdiğinde birden duruyor. hay allah! neyse ki ali de de kronometre var. “ali saat kaç? şeyy, ne kadar kaldı?”, “ iki dakika ellieaaaa durdu lan bu!”. bilmeden şeytan üçgenine mi geldik? yoo, burası çeşme, işte şurasıda sakız. naapalım, göz kararı tutarız süreyi. nasıl oluyorsa göz kararı süre tutmak?

    göz kararı birkaç saniye kala rüzgar üstü şamandırasının hala bize ait olduğunun farkındayız. basıyoruz balonu. “yürüyün bre! kim tutar equinox u? işte böyle start alınır, hani nerde sarılar?“ nidaları arasında telsizden bir anons duyuluyor “equinox fodepar!”. tüühh! belliydi zaten. süresiz start a girilirmi? hakemlerin şöle düşündüğüne eminim: “ne oluyor bu ufaklığa böyle? daha bodruma yüz mil var. bu ne hırs” yok be abilerim. balonu erken bastık, durduramadık tekneyi. kavançamız da kapalıydı.

    şimdi dönüp bi daha start yapmak lazım. fakat arkamızda bir ordu var. uğur bir pundunu bulup dönüyor. “allah allah” nidalarıyla dalıyoruz orduya. rohanlıların ork lara daldığı gibi. biraz panik yaşatıyoruz ve ordunun arkasından dönüyoruz tekrar. bu sefer peşlerindeyiz. “komite, komite equinox” “devam et equinox” “bizim ceza dönüşü tamam mıdır acaba?” “tamamdır, devam edin”. en son “kih kih” leri herhalde telsizin mandalı bırakıldığı için duyamıyoruz. ekipte yorum şu: “birkaç saniyemiz daha olsaydı çengelköy startını tekrarlayacaktık” ve sırıtmalar. bu tip atraksiyonlarla efsane olmaya adayız.

    çeşmeden saldık kendimizi aşağı. bu iş biraz tilt oyununa benziyor. topu istanbuldan fırlatıyorsun, çanakkale boğazından aşşağı doğru düşen bir top. bir bozcaada ya vuruyor, midilliden yuvarlanıp sakızdaki yuvadan giriyor. çeşmede bir zıplatıcı var, hop, samosa doğru düşüş. inşallah tilt olmayız.

    bu sulardan çoğumuz ilk defa geçiyoruz. iskelemizde ana kara sisli. bu görüntü aklıma cem karaca yı getiriyor nedense. rahmetli vatan hasretine dayanamayıp yunan adalarına gelir, anadoluyu seyredermiş. vatansever ne demek diye merak edenlere örnek olabilir mi acaba?

    bu etapta performansımız göz kamaştırıcı. startta kaybettiğimiz zamanı telafi ediyoruz. etrafımızdaki teknelerin fotoğraflarını çekiyoruz bol bol. bizi de bir çeken olsa keşke. sitemize koyardık. bumbamızda koca harflerle yazıyor ama görmeyenler için belirtelim: www.equinoxsailingteam.tk . bizi tanıma fırsatı bulursunuz böylece.

    samos belirmeye başlıyor. epey heybetliymiş. bizim geçeceğimiz tarafta kıyıdan dimdik yükselen dağlar. uyarıların sebebi biraz anlaşılıyor şimdi. bu duvara çarpan rüzgar ne yapacağını şaşırır. türbülansta yapar, tokatta atar. en iyisi biraz açığından geçmek. bizde rotayı açığa alıyoruz. bazı tekneler iyice batıya, fournoi ye doğru kaymışlar. o kadar da abartmıyalım şimdi.

    samosun zirveleri bizim direğin tepesi hizalarında görünmeye başladığında birkaç mil öndeki teknelerde rüzgarsızlık belirtileri. balonlar inmiş. yok canım, bize böyle dememişlerdi. sakın durup durup birden vurmasın? biz gene tedbirli olalım, açıktan geçelim. bir iki tekne cesaretlerini sınayıp, adaya yakın geçmeyi tercih ediyor. biri de bizim rakip relax. helal olsun valla.

    rüzgar azalıyor, azalıyor, azalıyor… ve sıfır. adayı bordaladığımızda hava yandı. soluganlarla sallanıp duruyoruz şimdi. herkes duruyor. biraz önümüzdeki 40 feet lik bir yarış teknesi olduğuna göre, yani buraya bizden çok daha önce gelmiş olacağına göre, epey zamandır bekliyor. beklemeyen sadece adayı neredeyse yalayıp geçen birkaç tekne. görünüşe göre rüzgarları da iyi maşallah. yarım mil ötemizden resmi geçit yapar gibi geçip gidiyorlar. insanın “haaaayiiiiirrr” diye haykırası geliyor. yapacak birşey yok. yelken sporu böyle bişey. yemek yiyelim bari.

    teknenin burnunu her nasılsa samosun dik yamaçlarına çevirmiş öylece bekliyoruz. biraz üflese, resmi geçit yapanların arkasına takılacağız. ama yok işte. eşber abi olsaydı “puşt” diye bağırırdı. kimse onun gibi “puşt” diyemez. hakkını verirdi. kime dediğide belli değil. öyle, denize karşı.

    direk kaşımalar, haydar çağırmalar ve miskinlik arasında telsizden yarışı terk eden bir teknenin anonsu duyuluyor. “haklı adam” diyoruz. daha ne kadar sürecek bu? derken hafif bir esinti bizi adanın dibindeki otoyola doğru itekliyor. ha gayret! yüz metre daha yürüsek gireceğiz rüzgar kanalına. beyaz light balon hafifçe kıpırdamaya başlıyor. doluyor yavaşça. tekne hızlanıyor. rüzgar da hızlanıyor. samosun son kayalarını terk ederken çoşuyor rüzgar, tekne de öyle.

    giden gitmiş ama en azından hedefe doğru koşuyoruz şimdi. pek değil aslında. rüzgar tam da turgutreis istikametine doğru esiyor. bunun yelkencesi büyük zig zaglar demek. güneş kalolimnosun üzerine doğru eğilip portakal rengine dönüştüğü sıralarda güzel bir manzara veriyor ama ilerleyen saatlerde bizi bekleyen manzara iç açıcı değil. chart plotter çalışmıyor, buraların yabancısıyız, harita navigasyonumuz “eh” ve turgutreisle aramızda bir sürü adacık ve kayalık var. bunlara bir de el pusulamızın ışığının yanmadığını ekleyelimde tam olsun bari.

    telsiz konuşmaları hareketleniyor birden. anladığımız kadarıyla x-mayıs teknesinde rahatsızlanan biri var. sg lerden biri onlara yöneliyor. doktorlardan tavsiyeler alınıyor. dalga yüksek. hastayı nakletmek çok zor bir iş. allah yardımcıları olsun.

    hava karardığında bodrum yarımadasına doğru sokulmuş durumdayız. etraftaki adacıkları kollamak zorundayız artık. rüzgarda halimize acıyıp biraz hafiflemiş durumda. telsizden finiş alan yatların mesajları duyuluyor.

    haritadan navigasyona başlıyoruz. fenerleri bulup yön belirlememiz lazım. ufku tarıyoruz dikkatlice fakat fener mener yok. haritada gösterilen birçok fener çakmıyor. bu nasıl iş? arkadaki ışıkları örten karaltılar var sadece. şu karaltı bu adadır, öteki de şu diyerek yola devam ediyoruz. bir tanesine yakın geçmemiz gerekiyor. etrafı güvenli allahtan. adanın kıyısına vuran dalgaların sesini duymaya başladığımızda rüzgar iyice hafifleyip yön değiştiriyor. iskelemizde bırakmamız gereken adayı sancağımıza alıyoruz. çok geçmeden rüzgar duruyor. yalıkavak açıklarında bir yerde sallanmaya başlıyoruz yeninden. finişe bu kadar yakınken kalıvermek bizim kaderimiz belkide. sağ sağlim buralara geldik ya, onada şükür.

    rüzgar ara sıra üfülüyor. bizde ara sıra hareketleniyoruz. ite kaka turgutreis önlerine kadar geliyoruz. kıyıdaki eğlencelerin sesleri duyuluyor artık. ilerde finiş yerinide tespit ettik, ufak ufak ilerliyoruz. saat 12 ye geliyor. toparlanıyoruz artık. bodrum planları yapılıyor.

    finişe 100 metre kalmış, sg botundakiler de dışarda bizi bekliyor süre tespiti için. zınk diye duruyor rüzgar. haydaa..! yalıkavakta finişe yakınız mı demiştik? buna ne demeli? olmayan rüzgarda, sıfır süratle 100 metreyi geçme süremiz... hımm, sonsuza kadar buradayız.

    bir saat sonra finişteyiz. rüzgarmı ittirdi, akıntımı kaydırdı, nasılsa aştık 100 metreyi. finiş düdüğünden sonra göz yaşları arasında sevinç gösterileri. yok, abarttım biraz. derin bir ohh çektik, o kadar. istanbuldan başlayan yolculuğumuz turgutreis d-marin de sonuçlandı.

    relax
    vizo
    equinox
    forsa
    alara
    defne
    sizma
    u 2

    sonraki günler pek keyifliydi. d-marin inanılmaz bir ev sahipliği yaptı. bodrumun hakkını verdik geceleri, güneşi ve deniziyle. koy içi yarışlarında rüzgar hep kolayımıza esti. sonuçlar mı? hepsini kazandık.

    en başta söylediğimiz de doğrulanmış oldu. heyecanın dibine vurduk, sıkıntının abartısını yaşadık, hep sevinçliydik, çoştuk zaman zaman. hikaye değil roman oldu nerdeyse bu yolculuk. özlemi halen içimizde.

    edit: nickimizin sırrı da ortaya çıkmış oldu böylece...
  • bugun ege denizindeki kuvvetli firtina sebebiyle çoğu teknenin terkettiği ve ralf tezman ile ekibinin dümen palası arıza yapan teknelerinden sahil güvenlik yardimiyla kurtarıldığı yarışlar. ekibin fırtınada başıboş kalan teknesinin akıbeti ise henuz bilinmiyor. gecmiş olsun.

    edit: imla
hesabın var mı? giriş yap