• sanırım sonunda bebim de tattığım duygudur. bakalım ne zaman yakacak canımı...
  • onsuz yaşayamamanın tek koşulu onun derin veya anlamlı biri olması olmayabilir. onun sadece var olması bir neden olabilir. o çok aptal da olabilir, hiçbir şeye değmeyebilir ama sen bütün dünyayı bir tarafa itip onun sıcaklığını arayabilirsin.
  • ''sonuçta her şeyin mahvolması için iyi bir nedendir aşk!''
  • bu üç harften oluşan minik kavram hangi 3. tekil şahısla hayatımıza giriyorsa, kim o kadar yükseklerde, uç noktalarda, uçurumun dibinde hissettiriyorsa o kişi hayatımızdan çıktığında da bir o kadar o kişiden nefret ediyoruz.
    aşk, nefretle doğru orantılıdır.
  • kendinize, kendinizden mental olarak daha güçsüz bir insan buluyor, onu sürekli manipüle ediyor, onu sürekli sorgulayarak hayatını kısıtlıyor, mutluluğunuz için harcayacağınız eforun tamamını kıskançlıklarınıza harcıyor, onu boğuyor, adına da "aşk" diyorsunuz. onun adı aşk değil, hastalıktır. aşk tek başına bir duygu değil, beynin salgıladığı hormonların çeşitli duygular ile harmanlanmasından oluşan bir duygu bütünüdür. bu duygunun arasında güven de vardır, özlem de vardır, sevgi de vardır, öfke de vardır. bu arada "hayatta 1 kere aşık olunur" zırvası bir şehir efsanesidir. insan bir çok kez aşık olabilir; hatta her gün yeniden aşık olabilir. aşk denilen şey sizden bağımsız gelişir. vücudundaki hormonlara engel olamazsın. onları bastırmaya çalışmak yerine keyfini çıkartmak en yakışıklı eylemdir. ayrıca sehpaya ayağa çarpmamız ile aşk acısı, beynin aynı bölgesini tetikler; yani ikisi de acı verici bir tecrübedir.
  • ararsan bulamazsın. zorlarsan hiç olmaz. akışına bırak, o gelir seni bulur.
  • vazgeçememek.
  • zihnimizin bize oynadığı,kalp ve beyin arasında heyecan medcezirine sebep olan yanılsama.
  • —aşkın yaşı var mı sence? şu ikinci baharını yaşadığını dile getiren olgun güruh, "âşık olduğunu" söylüyor. inanmakta güçlük çekiyorum ben. sanki aşk, kanın deli aktığı dönemlerde yaşanan ve biten bir tür gençlik büyüsüymüş gibi yahut aşkın tipleri var. (: sanırım o yaş grubu, başrolünde oldukları filmin ortalarını bir kez daha yaşama ihtiyacı duyuyor (bkz: tekrar). anılardan fırlayıp gelen küçücük bir imge yahut rastladığı bir dize buna yetebiliyor, kanatlarına alıp uçurabiliyor.

    —bence onlarınki başka bir hâl. duygusallaşıyorlar belirli bir yaştan sonra; 40-55 arasını çok hissiz yaşıyorlar. o sığlığın ardından gelen duygusallık döneminde, güçlü hoşlanmalar, sevgiler ve ruh denklikleri onlara aşk gibi geliyor. bir de artık tıpkı ilk gençlik gibi, çocuksuluk var; hedef yok, sorumluluk yok. kendinle baş başasın. bizim gibi, kafalarında kırk hesap yok; gelecek kaygısı yok. yani öyle bir şey ki karşına çıkabilecek en özel insan çıksa da bir daha o duygu gelmeyecek gibi. sen de böyle hissediyorsundur. anlamaya, gerçeğini görmeye o kadar odaklandık ki herkes biraz çirkin. çekicilik dışında bir şey yok. etrafına bak, ya güzel dostluklar ya da kısa süreli, cinsellik odaklı iletişimlerden başka ne var? güzel ilişkisi olanlar hep çok uzun zamandır zaten sevgili olan edi büdüler değil mi?

    —aşkın tini, bence biraz insanın kalabalıklığı ile temasa geçtiğinde ölümsüzleşiyor. yaşını alanlar bir nevi yalnızlaşıyorlar da. yetişmeleri, düşünmeleri gereken çok az şeyleri var. ancak gençlikte durum tam tersi. ayağının altına serilen ve seni sürekli istemeye zorlamış bütün her şeye karşı, dik bir duruş gibi, aşk duymak; elinin tersi ile itiyorsun her şeyi. çünkü o var. tutku işte... vermenin mutluluğu...

    —çok güzel anlattın. gerçekten de vermenin mutluluğu, aşk. alacağına odaklanmış olmadan ya da kâr-zarar hesabı yapmadan. sanki içinin zirvelerinde buzullar eriyor da, onun denizine karışıyor. onunla aynı şeyde erimek, onu eritmek; onu, ona karışarak çoğaltmak. katı şeyleri de kabul ediyor aşk; şu lavlara atılan yüzük gibi, erimek gerekiyor. bu, başka şeylerden vazgeçme gücünü arttırırken kendinden vazgeçmeyi engelliyor. artık fazla rasyoneliz bu hisler için belki. tattık onu ve neyi hissedemediğimizi biliyoruz.

    —aşk, bir parça mülkmüş gibi tutulamıyor elde. bir duygu bizi yakalıyor ve üzerimize oturuyor; ondan irademizle kurtulamıyoruz. boynumuza oturuyor bazen ve boğazımızdan yakalıyor. bir duyguya sahip olduğumuzu söyleyebiliriz şu hâlde, fakat durum bu değildir. duygu bize sahiptir -aşk budur. bir duyguya sahip olmamız fikri kulağa hoş gelse de, bir duygu daima taşıyıcısına sahip olur. o ise çok sert, çok huysuz, çok tatlı ve nüfuz edici gelebiliyor. onu haklayabileceğimiz bir iradeye sahip olmadığımızı düşünüyorum.

    —zaten diğer türlüsü aşk değildir, bir tür aşırı isteme ya da hırs gibi bir şeydir. hayali karakterlerle konuşan şizofrenler gibi, ancak âşık olduğunun farkına varabilirsin, onu durduramazsın. zaten doğası bu aslında: aşk, bilinçdışının bilincin ve öte bilinçlerin; seni yöneten otonom sinir sisteminin ve onu tamamlayan her şeyin, her ne varsa onu istemesi hâli. üreme organlarından gözlerine kadar, burnundan serebral korteksine kadar onu istiyorsun; onun varlığının getirdiği rahatlama, tüm duyularını huzura erdiriyor. aşk bence bilinci, alışılmış esaretinin dışındaki esaretlere sürükleyen bir roller coaster. evrende maddeden fazla karanlık enerji varsa aşk da bilincin ötesindeki varlığımızın tutkusu, libidosu, kararsızlığı...

    —aşktan koptuğumuzu anladığımızda masaldan tamamen kopmuş gibi konuşuyoruz. aslında o dışarıda, yeryüzünde ve gökyüzünde duruyor ve tekrar içeri girmek üzere ayaklandığında, herhangi bir şey söylemek güç oluyor. şu anda aşk adına birer sözcü olmuşuz gibi hissediyorum. gerçek yaşamda nahoş bir şeyle karşılaştığımız zaman, bu nahoşluğu bastırmak adına, daha yüksek sesle bağırmaya çalışmak gibi yaptığımız şey. söyleyecek bir şeyimiz olduğundan değil, korktuğumuz için sürekli ve büyük bir gürültüyle ondan bahsetme ihtiyacı duyuyoruz. oysa aşk, insanın icadı olan ve insanı icat eden dilin, konuşmak saçmalığının yerine, bir dervişin suskunluğudur; aşkın, bir sesi ya da sözü olduğuna inanmayacak kadar zeki ve içgörülü bir derviştir, o.

    —yıllar önce, aşkın bir hâl olduğunu; âşığın ancak o hâlin içinde iken ne olup bittiğini hissedebileceğini; "bir zamanlar âşıktım." cümlesinden sonra gelen tanımların ancak dışarıdan izlenimler olabileceğini ve âşıklığı aktaran olarak kalacağını söylemiştin. çünkü o hâlden çıktıktan sonra söylenen tüm sözler, plastik bir ağaç ya da ısıtılmış yemek gibi olurdu. yıllar sonra da aynı yerdesin. geçen zaman aşkın bir hâl olduğunu unutturmadı ama o hâlin kendini tekrar edeceğine dair düşüncelerimiz değişti. yine de aşk, sırrını saklıyor; "âşık değilsin." diyor, "hiçbir zaman bilemeyeceksin yeniden âşık olmadan."

    —evet, doğru. "kendimden haberlerin bana ulaşmadığı yerdeyim." şeklindeki iran atasözünü hatırladım. pek az durumda insanın bilinci ve bilinçaltı birlikte çalışır. aşk hâlinde değilsek bilinçdışımızdan daha habersizizdir. dolayısıyla artık çok yabancı bir durumla karşı karşıyayızdır. çünkü bilinçdışı, ketlenmelerle kendini kapatmıştır (aslında daha da açığa vurmuştur) ve bilincimizle baş başayızdır. gerçeğe döndüğümüzde, "bunu nasıl, hangi cesaretle yapabilmişim, hiçbir fikrim yok." diyebiliyoruz. belki biraz duygusal ve öfkeli olmak dışında, büyük ölçüde tuhaf ve anlamsız eylemlerimizi bilinçliyken değerlendirdiğimizde, bilincimiz ve bilinçdışımız arasında büyük bir karşıtlık olduğunu fark ederiz. işte bahsettiğim hâl, her ikisine de hükmeden, aşkın hâli. çünkü bilinç, toplumsal olmasının yanında, son derece kişiseldir de. şu an yaptığımız çıkarımlar da aşkın imbiğinde birer damladır.

    —düşününce, "sorun bilinçdışımızın zayıflaması ile mi ilgili?" diye soruyorum. gençken çok hayal kurarız; her zaman bir ihtimal daha vardır. yıkılacaksa yıkılır, kaçılacaksa kaçılır. birbirimize bir kere öpüşsek dünyayı dolduracak gibi bakarız. elimiz kucağımızdadır ama el ele tutuşulan anda, cüceler ülkesinde gulliver ve sevgilisi gibi oluruz. hayatı, henüz bütün uçurumlarıyla üzerinden atlanabilir bulduğumuz zamanlar. bilincimizi borçlu olduğumuz bütün yapılar ve zincirler, aşkla birlikte zorluyor. düşünsene! mantık, diyalektik ya da evrimsel sürece, bizi bugüne getiren mekanizmalarmış gibi yaklaşıyoruz, fakat bilinçdışımız deliliğe özlem duyuyor ve aşk kapısından sonsuzluğa, kendini zamanda ileri (geri) atmaya, delilikle ulaşmaya çabalıyor. mantığın rengi baskınlaştıkça sürprizsiz insanlar hâline geliyoruz. gerçekten, hangisi insanın hayatta kalma dürtüsüne daha yakın emin değilim. aşık olduğumuzda cevherimize katmak istediğimiz bir şeyler olmasaydı, bunun kimyasal etkisi bu kadar güçlü olamazdı diye düşünüyorum kendi kendime. yine çok konuştuk hakkında. keşke birer kadeh ikram edebilse insan birbirine değil mi?
  • platon şölen'inde mantinealı diotima sokrat'a şöyle der: "aşk senin düşündüğün gibi güzele yönelmekle ilgili değildir; aşk güzeli doğurmak ve onda doğmaktır."

    bugün sevmenin doğurmak ve hayat vermeyi arzulamak olarak düşünülmesi bize epey uzak geliyor. tüketim toplumunun iflah olmaz tüketicileri olarak aşkta tam ve nihai memnuniyet beklentisi taşıyoruz. karşımıza çıkacak en ufak pürüzde ise yolu ayırma eğilimi gösteriyoruz. her şeyin sipariş verdiğimiz big mag menüler gibi hazır ve nazır olmasını istiyoruz. en kısa yoldan en hızlı tatmine ulaşmayı umut ediyoruz. tüketim toplumunun bize öğrettiği bir şey bu. nasılsa elimizdeki telefonlar vesilesiyle sayısız bağlantı kurma ve sonsuz ağlara katılma şansımız var. herkes bir diğerinin yerine kolaylıkla geçebiliyor.

    bu durum bizi bir paradoksla karşı karşıya getiriyor. katıldığımız bu ağlar, bağlantıyı kolaylaştırdığı gibi aynı şekilde iletişimi koparmayı da kolaylaştırıyor.

    birçok insan yüz yüze iletişim kurmadan önce sosyal medya platformlarında buluşmayı tercih ediyor.çünkü internet üzerinden görüşülen kişileri tek tuşla ebediyen hayatımızdan çıkarmak çok daha kolay. sohbet etmek, flört etmek için sanal temaslar tercih ediliyor. baktın olmadı, engelle geç. sıradaki?

    geçmişte aşk hormonlara dayalı duygular yerine genel olarak zaman içerisinde samimi bir sevgi ve dostluk duygusuna dayanan aşk gelişiyordu. çünkü aşkın zamana ve emeğe dayalı bir ilişki biçimi olduğu biliniyordu. bugün ise birine emek vermek zaman harcamak enayilikmiş gibi görülüyor. gerçekten birini/birbirini tanımanın güzelliğini paylaşmıyor kimse. alabileceğini alıp verdikten sonra haydi herkes kendi yoluna. al gülüm ver gülüm.

    her dönem kendi insanını yaratıyor. bu dönem insanı ise kendi tüketici bireyini şekillendirmiş durumda. bağlılık, güven, sadakat, aidiyet hissi modası geçmiş düşünceler olarak görülüyor. ilişkilerden edinilen tecrübe başlığını şükela modunda okuyun, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. güvenme, asla taviz verme, sevgini belli etme, her an tetikte ol gibi entryler en beğenilenler arasında. böyle paraonak ve güvensiz bir ortamda aşkı yaşamak mümkün mü?

    oysa içinde bir anlam bulabildiğimiz,derin bağlar kurabildiğimiz, gerçekten sevip sevilebildiğimiz ilişkilere ihtiyacımız var. sığ ilişkiler yerine derin bağlar kurabildiğimiz ilişkilere ihtiyacımız var. edebiyat, sinema yarattığı karakterle bize bu hayali yaşatıyor. kısa süreliğine de olsa bu duyguları yaşamamıza ve onların yerine geçebilmemize imkan tanıyor. belki de bu yüzden edebiyatı, sinemayı seviyoruz.

    bireysel olarak bunu başarabilen var elbette. sahip olduklarını elinin ucuyla değil tüm gücüyle sıkıca kavrayan, koruyup kollayan, dinleyen, anlayan, anlatan insanlar var az da olsa. geri kalanı ise pop aşkla idare ediyor.
hesabın var mı? giriş yap