• evde oturmuş championship manager 2’de scout’larımı dünyanın dört bir yanına salmaya hazırlanıyordum. görsen şaşarsın, ne kadar oynamışsam, o zamanlar ada futbolunda umut vadeden bir yetenek olan david unsworth jubilesini yapmış, 45 yaşına gelmiş benim wycombe wanderers kadromda kendisine scout olarak yer bulmuş. çocuğu ben yetiştirmişim zaten, emredişim harbi havalı: “deyvit, oğlum bak, şimdi güney afrika’ya gidiyorsun, sana 2 bilemedin 3 hafta zaman, bana oranın genç yeteneklerinden bir karışık yapıp bildiriyorsun... e halen burdasın deyvit, rica ediyorum...”

    david’i gönderip kendime kulübün yeni yapılan kafeteryasından tost almaya hazırlanıyordum ki telefon çaldı. arayan amcamdı. üniversite’de çalışıyordu amcam ve dedi ki: “oğlum burda internet var, istediğin bir şeyler varsa internet’ten buldurayım”. amca sen ne diyorsun? ne dediğini biliyor musun?

    o zaman evlerde internet hayal gibi, internet diye bir şeyin varlığından haberdarız ama dergilerde falan görüyoruz sadece. keşfedilmemiş mucize... zaten disket’le oyun taşımaktan bıkmışız, “enteresan programlar” adına bilgisarımıza koyabildiklerimiz saçma sapan, şimdi adı bile hatırlanmayan hi-jack, harward graphics, dbase iv gibi ucubeler, hatta bannner diye bir program var ki, türkiye’de 13 kişide var, ben de 13. kişiyim, seçilmiş olan yani, neyse, internet demek yeni süper programlar, oyunlar, bilgiler, araştırmalar, mesela merak ettiğimiz ama bir türlü okuyamadığımız çizgiromanlar, bedava kitaplar vesaire vesaire...

    dedim: “amca kımıldama, ben geliyorum hemen.” birkaç disket yüklendim, nasıl gittim bilmiyorum, kesin uçarak gitmişimdir. "bilgi-işlem"ci abilerin yanına götürdü beni. koca koca makineler arasında, alice harikalar diyarı’nda gibiyim ama biraz daha sakallı, bıyıklıyım ona göre. abilere “internet’e bakabilir miyiz?” diye sordum. açtılar bir makine, adam sürekli bir yerlere giriyor, “pub/program/amiga/util pc/demo”... “lan” dedim “n’oluyoruz.”. “adamların önünde böyle bir arşiv var, oturmuş çay içiyorlar, saçmalık.” amiga’yı görünce, “dur” dedim abiye, “bir şeyler çekebilir miyiz?”. kabul etti, derhal girdik. birkaç amiga oyunu çektim, demo scene işleri, bulletin board disketi falan çektim. dos için bir şey çekmedim pek. çünkü dos'un kurduydum merkeziydim adeta. kusura bakmayın dos ûkalasıyımdır hayli. türkiye'de sorusu olan sorardı zira. dos'ta da demo scene'den future crew ve birkaç grubun demosunu çekmiştim. eve koştum. sonradan öğrendim ki adamın bana internet diye gösterdiği gopher’dı. o noktadan sonra da hayatım değişti.

    amiga oyunları, demoları umduğum gibi dos'ta çalışmadı. oradan da emulasyona ışınlayan ışınlandım. uzun konular. toyluk işte olacak sandım. gopher harika bi şeydi bu arada, amerika üniversitelerinin gopher'larına, kütüphanelerine girdim ilerleyen yıllarda. her neyse ilk gopher beni matrix'in içine çekti. bilgi dedim off.

    o günden sonra internet’e taktım ben kafayı, bir modem aldım, gizli gizli telefon hattı bağladım. indirdim, indirdim, indirdim... nasa’sına da girdim internet’in, playboy’una da, irc’sine de girdim, ftp’de dosya da paylaştım, news’lerde soru cevapladım, #yalandolan kanalında op oldum, başka bir websitesinin editörü, bir yerlere üye oldum, enternet’ten hediyeler kazandım vesaire, vesaire... spam yapanı sevmem ama, spam'ın allahını yaptım. onun için özür. yalnız devasa cukka indirdim, hepsini muhtelif dalgalara yatırdım. pişman değilim. internetle istediğini yapar kişi, hesap vermez. güzelliği odur.

    şimdi bunları niye anlattım? anlatırken aslen fark ettim ki, hepsi ayrı başlık altında yazılabilir ve bu yazı çok çok uzun olabilir oysa asıl varmak istediğim yerden kopuyorum. şimdi gidip babama beni sorsan, “bu adam ne yaptı yıllarca” desen, “kompüterin başında oturdu, gece oturdu, gündüz oturdu, tık, tık, tık, başka bir şey yok... şimdi de yine bilgisayarlı bir işte çalışıyor,. temiz bir çocuktur, sessizdir biraz... gibi şeyler söyler. öyle miyim gerçekten?

    elektrik tesisatından anlamam, musluk değiştirmem, araba yolda kalsa kaputu açmam, sinamekinin biri miyim ben? ve sadece ben değilim bu, internet kullanıcı olan, uzun zamandır bu kompüter meretinin civarında bulunan, çevremdeki herkese bakıyorum, benden çok da farklı değiller. tesisattan anlamak, araba tamir etmek, kalebodur döşemek başka bir dünyanın “artı” değerleri artık. şimdi internet gerçekten bir başka dünya, tastamam bir başka hayat. artı değerler şimdi web sitesi hazırlamak, script yazmak, admin olmak, mesela google’dan ulaşılabilmek, hazırladığın web sitesine verilen link’lerin çokluğu, flash bilmek, divx biriktirmek, programların yeni sürümlerini çoktan indirmiş olmak, beta tester’lık felaket olacak bir virüsten önceden haberdar olmak, internet’ten evlenmek, gak guk...

    herkes yavaş yavaş “internetçi” oluyor. sevgililer internet’ten bulunuyor, buluşuyor. haberler internet’ten okunuyor, programlar internet’ten izleniyor, oyunlar internet’ten oynanıyor, ödevler internet’ten araştırılıyor, hayatındaki diğer her şeyden çok internet’i görüyorsun. 45 yaşındaki amcam, internet’ten alış-veriş yapıyor veya onunla vakit geçiriyor, 7 yaşındaki yeğenim internet’ten “seni çoooook seviyorum amca” diye “bağırıyor”. internet yüzünden sevgililer ayrılıyor, aileler dağılıyor, cinayetler işleniyor...

    babama, dedeme, “otur şu adamı biraz izle, bak bakalım ne yapıyor” deseler, “akşama kadar kompüterin başında oturdu” der, enternet’le alakası olmayan biri için bu çok garip durum, hiçbir şey üretmiyorsun, kendine hiçbir şey katmıyorsun, hiçbir işin ucundan tutmuyorsun, tıkır tıkır bir şeyler yazıyor, aval aval monitöre bakıyor, kıç büyütüyorsun gibi görünüyor.

    internet bir yaratık, buluşulması, görüşülmesi ve alışılması kaçınılmaz. internet bir yaratık, insanları yutuyor. bir hastalık bulaşıcı, hayatı belirleyici, kişilikleri, alışkanlıkları, anlayışları, algılayışları, değer yargılarını, sevgiyi, aşkı, seksi, konuşmayı, görüşmeyi, izlemeyi, gelişmeyi değiştiren.

    peki kurtulmamız gereken kötücül bir yaratık mı, ölümcül bir hastalık mı? değil. ama olabilir de. her şey kararında güzel.

    insanların internet’le aşırı vakit geçirmelerinden dolayı rahatsız bir kişiyim. evvela bunu söyleyebilirim pek açıkça. ama dido bana çok önemli bir ders verdi. kendisi farkında mıydı bilmiyorum ama ben sarsıldım.

    onu eleştiriyordum, “internet’ten rahatsız”lığımı ona yansıtıyor, bir yandan da hayatımdan birçok şey çalan bu yaratığa, aynı zamanda bu yaratığa izin veren kendime dido üzerinden kızıyordum. “ne bu internet meraklılığı, işin gücün yok mu senin, bak dışarıda ne güzel hayat, havalar mis, insanlar çiçek, hayat pek çok pek çok zor, kendimizi geliştirmemiz lâzım, kitaplar, kitaplar okumalı, habire yazmalı, durmadan yazmalıyız, sen gidip internet’lerde geziyor, internet’lere yazıyor, internet’ten birileriyle buluşuyor eğleniyor, beni google’dan soruyor, buluyor, hasta olduğumu internet’ten öğreniyorsun...” diye. sakince cevap verdi, “etrafına bir bakar mısın sen? kendi hayatına da”

    - ne varmış hayatımda, benim hayatımda ne varmış?
    - etrafındaki bütün insanları, beraber vakit geçirdiğin herkesi internet’ten tanımışsın. ev arkadaşın internet’ten, iş arkadaşın internet’ten, hayatını internet üzerinden kazanıyorsun, bugün akşam yine internet’ten tanıdığın arkadaşlarınla, internet’ten adını duyduğun bir filme gideceksin, yarın internet’ten arkadaşlarınla halı sahada maç yapacaksın. uğrunda hayatını, kendini, hayallerini, tüm umutlarını harcadığın, şiirler yazıp, şarkılar bestelediğin, hayatının aşkı bile internet’ten...
    - orada dur, tamam, yeter anladık.

    bu orada dur deyişim, göt olmaktan başka bir şey değildi. haskter. etrafıma baktım, hiçbir söylediği yanlış değil. benim hayatım internet’ten. “indirilmiş” ve “share” edilmiş bir hayatım var benim.

    internet’ten körü körüne rahatsız gibiyim ben. benim anılarım bile internet’ten. bildiklerim, öğrendiklerim, söylediklerim. konuşabildiğim bir şeyler varsa, hep çoğu internet yüzünden.

    kendimi birilerinden farklı sanmamı sağlayan aura’mı kaybetmiş gibiydim. birilerinin karşısına çıkıp “ben başkayım” gibi durmama vesile “rahatsızlığım” elimde patlamıştı, içi boştu. o anda yıkılıp gidersin haberin olmaz. “kendimi tanıyorsam” dedim “ben rahatsız olduğu için rahatsız olan bir insan değilim. bu rahatsızlığımın mutlaka başka sebepleri de vardır, onları ortaya çıkarmalıyım.”

    sonra şuraya vardım. artık, internet’siz bir yaşam neredeyse ütopya. bu aynı zamanda münzevilik demek. az çok herkesin içinde bir “çekip gitme, yalnızlığa yerleşme, teknolojiden el ayak çekme, kendi yiyeceğini yetiştirme, akşama kadar bahçeyle uğraşıp, akşam kamelyada çay içme” düşleri vardır. buna ulaşabilme ihtimali ne kadarsa, internet’siz yaşama ihtimali de o kadar. ben şimdiki yalnızlığımın %40’ında internet’i seviyor ve ona ihtiyaç duyuyorum. kalan bölüm yalnızken yapmayı sevdiğim diğer şeylere ayrılmış durumda; izlemek, okumak, yazmak, görmek, keşfetmek, içmek, yemek, oynamak, düzenlemek, bi bok üretmek, sikiş peşinde koşmak, kendimle konuşmak, cs go, starcraft atmak vs.

    ama sevdiğim insanlarla geçirdiğim vaktin internet dışında yaşanmasını istiyorum. yüzyüze olmak, yan yana olmak, beraber bir yerlere gitmek, görmek, izlemek, tartışmak, konuşmak mislinden istekler bunlar. internet’te yapılacak çok şey olduğundan, internet’te beraber de yapılabilecek şeyler olduğundan, burada da internet’i “ikili-beşli” hayatlarımın dışında bırakamıyorum, birlikte bir oyun oynamak, bir siteden bir şeyler okumak, birlikte bir şeyler yazmak, bulmaca çözmek, birlikte araştırmak vesaire.

    tahammül edemediğim insanların zamanlarını öncelikli olarak dışarıda birlikte yaşanabilecek şeylere değil internet’e ayırmaları. insanların internet’le “birileriyle beraber” bile olsalar yalnız kalmaya alışmaları, o yaratığa esir olmaları ve kendilerini bana yaşatmamaları. aynı zamanda bunu yaptığım zamanlardaki kendime ve her an yapabilme ihtimalime de kızgınlığım.

    artık kaçınılmaz bir hayat biçimi, hayat alışkanlığı olan internet’ten kurtulmanın tek çaresi her şeyi değiştirmek. çevreyi, ilgileri, merakı, istekleri, bütün bir yaşayış biçimini... başka yolu yok. dediğim gibi bu çok kolay bir karar değil, sağlıklı olduğu tartışılabilir anarşist bir tutum.

    internet hayatımızda olmasaydı, sevdiğinle el ele tutuşup gezmenin tadı ve değeri ve önemi daha farklı olur muydu? bana öyle olurmuş gibi geliyor, tatilde internet yokluğunda bu gezmeleri hatırlıyorum, “en güzel anlar” isimli kısa filmde başrol oynarlar. ama mevzunun zaten “tatil” olmasını ve birçok diğer etkeni fonksiyona kattığımızda durum ne olur bilemiyorum. yine de en azından hafta sonları internet’lerin kapatılmasını isterim sanırım.

    şimdi dünyada yaşanan sayısız dünya var. dünyayı bir de internet’li dünyalar ve internet’siz dünyalar diye ayırabiliriz. internet’siz dünyalar ataerkil bir işleyişle devam ediyorlar yaşanmaya. “çocuğum sen doktor olacaksın, sen avukat, sen öğretmen” pompalamaları devam ediyor. bilezikler, düğünler, mobilyalar, beyaz eşyalar; kim ne yapıyor, kimin ne kadar tanıdığı var, kimin daha çok, daha pahalı, daha rağbet gören eşyaları var, kimin arabası var, kimlerin evi, yazlığı, şanı, şöhreti. insanlar bunlara göre değerliler ve kendilerini bu sahip olduklarıyla “değerli, önemli” hissediyorlar. otoriteleri bunlar üzerinden işliyor.

    internet’li dünyada, daha bağımsız olduğu tartışılamaz hayatlar var. sen webmaster olacaksın, sen linux’çu, sen dijital pazarlama uzmanı, sen sosyal medyacı vs. diye gazlamıyor kimse ama insanlar bunlara kendileri karar veriyor, bunları olmaya çabalıyorlar. eşlerinden çok sevgilileri ve sevgililikleri var insanların. ve insanlar kendilerini internet’teki statüleriyle önemli ve değerli hissediyorlar. sahip oldukları ya da nick’lerinin geçtiği site sayısıyla, forumlara yazdıklarıyla, herhangi bir mecrada tanınmışlıkları ve sözlerinin geçerliliğiyle, “internet camiaları”nda kendilerine duyulan saygı ve çeşitli yerlerde kendi nick’lerine dair edilmiş sözlerle. username/password’leri ve bunların açtığı kapılarla, icq listeleriyle, adressbook’larıyla, façeleriyle, instalarıyla, tiktoklarıyla amk tiktok nedir lan, neyse.

    üçüncü türler de var, bu iki dünyalarda hayatlarını girift bir biçimde sürdürmek zorunda olanlar.

    internet beni de bir yerlere götürdü, bu yerlerde ben de internet’teki herkes gibi, ne kadar orada kalacakları belirsiz izler bıraktım. ve internet dolayısıyla da kendi hayatımda, hayatım boyunca kalacakları belli olan izler. annemin çok istediği gibi öğretmen olamadım, babamın istediği gibi avukat veya kendi istediğim gibi at arabası da olamadım. (edit: oldum) aile, onları mutlu edecek şeyler peki? e bi ara ettik işte, geriye kalan ailenin bağı. nasıl bir bağ kurduğu, yalan mı gerçek mi olduğu.

    geçen gün babamla konuşuyorduk. artık “evime” dönmemi istiyor. ve bu isteğini haklı çıkarabilmek ve belki de biraz beni gazlayabilmek için, hiç yapmadığı bir şey yapıyor. “oğlum halanın oğlu şöyleyken şöyle yaptı, şunları yapıyor, senin engin kendine çeki düzen vermiş, dükkan açmış evleniyor, murat’ın çocuğu olmuş, bak abin arabayı değiştirdi...”

    “baba” dedim. “iyi güzel diyorsun da, o dünya başka. sen oğlunu bir de, internet’te gör”.

    “bugün hep senin sevdiğin yemekleri yaptık. oradasın da burada gibisin. ama sofrayı kurduk öyle seyrediyoruz, boğazımızdan geçmiyor, patates salatası yaptım, kendi bahçemizin mahsülü. daha yağını koymadım. atla gel uçağa” dedi.

    ağladım.

    belli olmasın diye gidip bi easynews'ten bi filmi indirmeye bırakıp rakı almaya gittim.

    'söz uçar yazı kalır' diye bir deyiş var. bayağı da ünlü. yıllarca buna inanıp yazdım da yazdım. oraya, buraya yazıp dedim ki kalsın. şimdi dönüp bakıyorum. aklımda taşıdığım bana en çok bir şeyler hissettiren, dokunan, beni en çok değiştiren, en fazla inandığım şeyler hep sözler. edilmiş sözler, verilmiş sözler, ağızdan bi kere çıkan sözler. babam aynı sözleri bana aynı hissiyatla tekrar söyler mi bilmem. şimdi internet'te beni görüyor, "lan amma film çevirdin" diyor bıyık altından gülerek. görünen o, ötesini göremez. ne babam beni internette, ne bir insan yanındakini baştan sona, uçtan uca, içten içe göremez.

    annem, anneannemin bir sözünü söylerdi. bazen, aile içinde birbirimizi anlayamadığımız bir durum olduğunda. misal, 'ne yapacaksın oğlum, "her insan bir evran.'
  • baba-napıyon len sen
    veled-hiç işte intirnet mintirnet takılıyoruz. bak sana leyla muratla ilgili bilgiler filan bulayım..
    baba-onu boşver de, sen bu meretten para kazanabiliyor musun
  • bunun bir de başka versiyonu var. elektrik tesisatından anlayan, musluk değiştiren, araba yolda kaldı mı benzin pompasına kadar söküp tamir edebilen ve o arabayı asla yolda bırakmayan, hayatında ilk defa kalebodur döşeyip ustaların bile kullandığı “derz” denilen aletçikleri kullanmadan milim hata yapmayan; fabrikalarda kalıphane şefliği bile yapıp dev gibi makineleri acımadan sökerken emrinde çalışan yaşı kadar tornacılık yapmış adamlara iş tarif eden; eşin dostun “bu adam herşeyi yapar” diyerek bozulmuş ne varsa getirdiği bir adam .. bütün bunları yaparken başarılı bir öğrencilik hayatıyla birlikte bir de üniversite bitiren...ve bu adamın 25 yaşından sonra bilgisayarın başına oturması, “ben bu kadar işle uğraştım yıllarca, bilgisayarın da internetin de dibine vurmaz mıyım lan ben” diye işe girişen.
    o zamana kadar yaptıklarınızla insanlar sizden asker dönüşü dünyayı yutmanızı beklerken siz tutuyorsunuz bir ekranın karşısına oturup “neymiş lan bu” diye sıfırdan öğrenmeye başlıyorsunuz. ve işte o süreç sonucunda babanız size “o kadar emek verdik, ne güzel de gidiyordu, nooldu birdenbire herşeyi bıraktı da oturdu enternetin başına tık tık tık...gitti oglan” nazarıyla bakmaya başlar.
    daha önce bir iki kere tuşlarına basmak şerefine nail olduğum bilgisayarın başına ilk adam gibi oturuşum askerde oldu. yaş 25. karakolda bir bilgisayar var, açılma tuşuna bastıktan sonra masaüstünü görene kadar tuvalete gidip büyükabdestinizi yapıyor, çıktıktan sonra da bir çay içiyorsunuz..o derece..aletin sorumlusu izne gider , veri girme işi yetkili kişi olarak bizim üzerimize kalır. komutan , bilgisayardan anlayan ve bir kısa dönem olarak aramızın iyi olduğu binbaşıdır. kendisi odamıza indiğinde excel açılmış vaziyette yardım aranmaktadır. izine giden elemanın verileri excelde tuttuğu ve iki tıklamayla açıldığı bilinmektedir çünkü. komutana sorulur cesaretle, bu bilgisayar nasıl kullanılır diye. komutan gayet basit birşey söyler. “pencerenin içine yaz. çarpı işaretinden kapatırsın. birşeyi silmediğin ve kaydetmediğin sürece bilgisayar aynı kalır. bir verinin saklı kalmasını istiyorsan save edersin.” elinherifi çalışmaya başlar. ikinci gün makine açılmaz. merkeze telefon açılır. sorumlu başka bir komutan telefonda tarif ede ede elinherifini bios ayarlarına sokar. bios pili bitmiştir makinenin ve bilgisayardan anlamayan ama meraklı elinherifi hergün makineyi bios ayarlarıyla açar...
    gün olur devran döner, elinherifi sivil hayatta bilgisayara iyice kafayı takar, dergiler, kitaplar derken iyi bir ev kullanıcısı oluverir. fakat başka meziyetleri de vardır. yazı yazma yeteneği çok iyidir. amatör edebiyat sitelerinde köşe yazıları yazmaya başlar. arkadaşları gelişir. bir noktaya gelir ki görüştüğü insanlar hep internet kökenli olur artık..iş hayatına atılması bile geç kalmıştır ama atıldığı iş yine bilgisayar başında tıktık temellidir.
    ve bu gelişim süreci içinden en acısı ,babanın bakışlarının hala değişmemiş olmasıdır. eskiden elinden her iş gelen oğlan, takılmıştır bilgisayar tuşlarına, oradan birşeyler elde edeceğini düşünmektedir. bir işyeri vardır, iki tane bilgisayardan başka birşey yoktur. bu oğlan nasıl adam olacaktır? bu noktada babaya “baba sen oğlunu bir de internette gör” demenin düzelteceği birşey yoktur.. mesele jenerasyon farkı değildir sadece çünkü..insanlar bilgisayarı hala bir eğlence aracı, en fazla tc kimlik numarası alınan şey olarak görmektedir. bu düşünce o kadar yaygın ve baskındır ki bir an gelir “ulan acaba haklılar mı” diye kendinizden şüphe edersiniz. yine eskiye dönsem, musluk tamir etsem, arabayı yolda bırakmasam daha mı mutlu olurum diye düşünürsünüz. ama bir bilanço yaptığınızda o zamanların size mutluluk olarak verdiği pek de fazla birşey olmadığınızı görürsünüz. hayatınızla ilgili bir tercih yapmışsınızdır, ne acıdır ki babanıza beğendirememişsinizdir. üzülürsünüz ama elinizden birşey gelmez. hayat yine akıp gider bildiği yataktan.

    yıllar sonra gelen hüzünlü edit: tam da babanın görmek istendiği yere gelinmiştir, gurur duyacağı bir koltuğa oturulmuştur ama baba ahirete gitmiştir..ah be baba, otuzbeş yıl bekledin, üç ay daha dayansaydın. senin görmediğin koltuğun içine sıçayım.
  • torun bekleyen büyükler nesebin devamını görmek istiyor ama allah çocuk vermiyor. dua dolu gecelerle örülmüş beş yıl geçtikten sonra ilk çocukları oluyor. bir yaşını görmeden ölüyor küçük kız. allah veriyor ama kokusuna doyurmadan alıyor da. tekrar başlayan dua dolu geceler bir de gözyaşıyla yıkanıyor artık. kabul işareti olarak bir erkek evlat geliyor. anne ağlıyor, baba seviniyor. acemi ebeveynlere teslim etmekten ürküyor torunun üzerine titreyen büyükler. onun da ölmesinden korktukları için iki kez sarıyorlar battaniyelere, parmak uçlarıyla sevip kucakta uyutuyorlar. derken güneydoğu'nun bir dağ eteğindeki köylerini bırakıp istanbul'a göçüyorlar henüz bir yaşına girmemiş bebeleriyle.

    ikinci kız doğuyor oğul daha 2 yaşını doldurmamışken. kızın bir yaşını göremeden ölmesiyle kalan evladın üzerine bir battaniye daha örtüyorlar, sevmeye kıyamadan sevmeyi öğreniyorlar. kefaret yeterli gelmiş olacak ki sonraki evlatlardan ölen olmuyor. ama gözleri gibi baktıkları büyük evlatlarının üzerine titremek bir refleks olmuştur artık. allahın bir lütfu, kabul edilmiş duaların bir tezahürü gibi görünüyor gözlerine.

    çok da akıllı kerata. daha okula gitmeden okumayı, yazmayı, dört işlem yapmayı ve bunların sağlamasını almayı biliyor. konuşmaktan çok dinlemeyi sevmesi, küçük yaşında boyundan büyük laflar etmesi, durgun akıllı hali babasında gelecek için büyük ümitler uyandırıyor. büyük bir adam olacağına dair tüm işaretleri üzerinde taşıyor adeta. her akşam yanına oturtup erdemden, iyilikten, allah'tan, cennetten anlatıyor; nasihatler veriyor; büyük adam olmayı öğütlüyor. büyük adamlık ölçüleri de bunlar zaten. allah'ı bilmek, ilimle kuşanmak, insanlara ve insanlığa faydalı bir uğraş üzere olmak... övünebilmeyi istiyor onla, hem bu dünyada hem diğer alemde.

    bir meslek yakıştırmış her oğluna. doktor olacak biri, biri polis, biri müftü. en küçüğüne henüz bir meslek bulamamış ama o da diğerlerinden aşağı kalmayacak. her biri saygın birer evlat olacak, faydalı bireyler olacak.

    olur mu peki? gözü gibi titrediği evladı reklamcılık gibi ne idüğü belirsiz bir işe bulaşmakla kalmaaz, bir kardeşini de peşinden sürükler. biri kuyumculukta kariyer yapar. küçüğü de askerden dönünce bir baltaya sap olmaya bakacaktır.

    bir bayram sabah kahvaltısına toplanmış evlatlarına şöyle bir bir bakar baba. üzerlerine titrediği yavruların büyüyüp bir baltaya sap olamamasına içerlenmiştir. hayalkırıklığını onlar da bilsin ister:
    - ah! ah! hiçbiriniz adam olamadınız.

    bilgisayar, internet ve oyun üzerine derin muhabbete dalmış evlatlar bir an susup bu tezi çürütecek cevapları düşünmeye başlarlar. maalesef işteki başarıları, gelecekteki projeleri değildir ilk akla gelen.

    şöyle bir cevap aklından geçer büyük oğlunun:
    - tamam işletmecilikte bir istikrar yakalayamadı, kazandığı paralardan daha fazlasını batırdı, 8 senede okulu bitiremedi ama sen oğlunu bir de internette gör! e-listelerin tozunu attırıyor, tek bir maille koca şirketleri hizaya sokuyor, bir daveti ile 40 kelli felli adamı bir mekana toplayabiliyor. üstelik karması da 700'den aşağı düşmüyor.

    bunları babanın anlayacağı şekilde nasıl anlatırım diye düşünürken, başarı kavramını tartarken bulur kendini. işte tam burada babasının daha o çocukken anlattığı bir örnek gelir aklına:
    "tek bir dostu olduğunu söyleyen babasına karşı dostlarının çokluğuyla durmadan övünen bir genç varmış. bir akşam babası onların gerçekten dost olup olmadıklarını test etmeyi önermiş. oğul seve seve kabul etmiş, çünkü dostlarına güveni tammış.

    baba ağıldan bir koyun getirip kesmiş ve bir çuvala koymuş. sonra oğluna, arkadaşlarına gidip biriyle kavga ettiğini ve onu öldürmek zorunda kaldığını söyleyerek yardım istemesini söylemiş. sizin de tahmin edeceğiniz gibi oğul hangi arkadaşının kapısını çalsa ya polise gitmek, ya da cesedi yok etmek tavsiyeleri almış. sonuçta eve döndüğünde cepleri önerilerle dolu yalnız bir adammış.

    bu sefer baba gidip tek dostu dediği kişinin kapısını çalıp kavga esnasında birini öldürdüğünü, onu çuvala koyduğunu ama ne yapacağını bilmediğini söyler. dost kişisi tek bir soru bile sormadan hemen gelmiş ve kanlı çuvalı sırtlanıp gitmiş"

    bazen diyorum ki, "benim bir çuvalım var" desem...
  • bizim evde cocugum sen babani bir de internette gor seklinde söylenensözler obegi. (bkz: aramayi bilmeyen nesil)
  • 19 temmuz 2010 gece yarısı, internette sansür'ün konuşulduğu medya kralı'ında bu konuya ucundan yamacından değinilmiştir.

    internetle ilk tanıştığım günden beri ben de, odama çekilir ve ailemle irtibatı keserdim.

    tıpkı okan bayülgen'in dediği gibi klasik türk ebeveynleri, interneti, - biraz da medyanın etkisiyle, "gizli kapaklı şeyler yapılan yer" olarak konumlandırdılar.

    o sebeple yeni ergen çağlarımda her daim babam/annem tepeme gelip, "oğlum ne anlıyosun buna bakmaktan, bırak gel biraz içerde otur" minvalinde cümleler kurarlardı.

    tabi çıkıp diyemiyorsun, baba sen oğlunu bir de internette gör diye zira artık hakikaten de ebeveynlerimizle aramızdaki şey kuşak çatışması değil "bilgi uçurumu"

    bunu, ukalalık için söylemiyorum. dünyanın en gereksiz, en yararsız, belki de en yanlış bilgilerini bilebiliyor olabiliriz. (örneğin, beyin bedava videosunu bilmenin kime ne yararı var?)

    ancak net bir gerçek var ki dostum, senin zihninde "internetten indirdiğin" bambaşka bir içerik var.

    o sebeple, babana ne 6 haneli icq numarası sahibi olmanın karizmasını anlatabilirsin,

    ne de napster'dan mp3 indirmenin keyfini.

    ne o online oyunlardaki bol sıfırlı, şöhretli, akılalmaz başarılarınla gurur duyarlar, ne de facebook'ta kaç arkadaşın olduğuyla ilgilenirler.

    dertleri, emin ol senin sosyal bir çocuk olman sadece.

    içine kapanmaman. ama sen değil misin zaten msn'de 100lerce kişiye aynı anda laf yetiştiren? buluşma planları, tatil planları yapan?

    (bkz: bu da böyle bir ikilemdir)
  • uzun zaman sonra babamla aynı evdeyiz. nadir telefon konuşmalarından ve eski hatıralardan falan hatırlıyoruz birbirimizi. evin içinde bir şey ararken birden seccadeyi rastgele serip uçuşa geçmiş bir halde yoluma çıkıyor, telefonda biriyle konuşurken bi sigara yakıyorum, dumanı üflemek için kafamı çeviriyorum, bakıyorum ki yanımda namaza durmuş. bazen kıllığına yapıyor, ama o uzun hikâye.

    yukarıdaki entriden dokuz sene sonra. babam sabah namazını müteakip facebook'a giriyor, bunun bi öğle namazı öncesi, bi de ikindide son kontrolü var. herkesin babası gibi aşağı yukarı. twitter'la arası yok, sarmamış, "biraz da twitter'a bakalım" diyen anneme, "milletin şunu yedim, su içtim, osurdum" yazmasına mı bakacağım diye rest çekiyor.

    babam internette beni görmüş! kılık değiştiriyorum, isim değiştiriyorum, insanlığımdan çıkıyorum, yine de beni buluyor. yapıştırıyor like'ı, kafasına eserse bi yorum patlatıyor, taş plaktan bir şarkı paylaşırsam sektirmeden +1'liyor, keyfi yerindeyse dalgasını da geçiyor tabii, şanındandır. ondan sonra yazdığım bir şeyi bulup facebook'a gönderiyor; çocukken birlikte balığa gittiğimiz torcu ali abı, datço, bilet amca, kaya diplerinden eliyle tuttuğu balıkları donunda biriktirip sonra da pişirip bize ikram eden sinek hüseyin amca hep facebook'talar. bir like da oradan, "aslan yiğenim" diyor biri, "tam benim kafa ha..." diye yorum yapıyor öbürü, lan 40 yaşındayım, n'oluyoruz?

    zühtü pekmez'in "babamı internette görün" dediği şey şimdi başıma geliyor. internette her yerde babamı görüyorum artık. internette bile babamın oğlu oluyorum sonra. "ne dilediğine dikkat et" diye boşuna demiyor olabilirler mi diye düşünürken bakıyorum ki patates salatasını hazırlayıp sohbete gelmiş. anlatıyor. "oha lan, bu nasıl hafıza?" apışıp kalıyorum. sonunda, "tamam lan o zaman" diyorum, biraz da biz babayı izleyelim.

    ama bir yandan da anlıyorum ki wishmaster gerçekten varmış.
hesabın var mı? giriş yap