• kitap agora yayinlarindan cikmistir ve orjinal adi "regarding the pain of others" dir.
  • ... enrique vila-matas'in dusuncesi:

    "yogun istirabimi azaltmak icin baskalarinin acilarina yelken acmak
    her zaman iyi sonuc vermistir.
  • elif şafak da köşesinde (bkz: http://www.zaman.com.tr/…lar&trh=20060613&hn=293320) başkalarının acısına bakmakla ilgili yazmıştır. başkalarının acısı hep *başka*dır sonuçta. empati yeteneklerimizi ne kadar kullanırsak kullanalım, iç'selleştiremeyiz* . ustelik icsellestirmis olsak bile karşımızda ki, o digeri icin başkası oldugumuz icin o da acısını paylaştığımızı kavrayamaz. eger bu iki yönlü olarak başarılabiliyorsa ortada şukela bir durum var demektir.

    üşenenler için adı geçen yazarın yazısı şöyledir:

    başkalarının acısı

    hollanda utrecht’te bir hafta sonu. hava güneşli, insanlar sokakta, ortalıkta bir rehavet, tavırlarda sükûnet. hayat yaşanılası.

    kanal boyunca yürüyüşe çıkmış niceleri. ellerde dondurmalar, yüzlerde mütebessim bir ifade, kimsenin acelesi yok adeta. her zamanki gibi bir gün aslında. burada doğmuş burada büyümüş olanlarda hayatın zaten böylesine dingin bir şey olduğuna dair bir önkabul seziliyor. zaten güzel şey yaşam denilen. bozulabileceği pek akla gelmiyor. düzen ve barış ve uyum hakim şehre ve şehrin insanlarına.

    filistin’de bir hafta sonu. hava güneşli, insanlar sokakta, ortalıkta bir rehavet, tavırlarda sükûnet. hayat yaşanılası. aileler çoluk çocuk deniz kenarında piknik yapıyor. ilık bir yel esiyor belki başka başka memleketlerden, hani hayatın daha kolay yaşandığı diyarlardan. her zamankinden daha farklı bir gün bu aslında. çünkü sakin. burada doğmuş burada büyümüş olanlarda hayatın niçin hep böylesine dingin olmadığına dair bir sitem seziliyor. keşke hep böyle olsa, böylesine güzel yaşam denilen... şu anki huzurun geçici olduğu, her an bozulabileceği ihtimali hiç akıldan çıkmıyor. gene de kaygılarını, dertlerini bir günlüğüne de olsa bir kenara bırakmış görünüyor aileler. yanlarında getirdikleri yemekleri, içecekleri kumlara yaydıkları örtülerin üzerine dizmişler. küçük bir kız çocuğu kumla oynuyor kenarda. adı hüda.

    aynı saatlerde hollanda’da taraftarlar kafelerde dünya kupası’nı izlemeye hazırlanıyorlar, başlarında turuncu şapkalar, ellerinde bira bardakları, çakırkeyif bir neşeyle şarkılar söyleyerek. duvardaki kocaman ekranda kanal ayarı yaparken yanlışlıkla bbc’ye kayıyor garsonun eli. ekranda aniden beliriveriyor hüda’nın yüzü. korkudan büyümüş gözleri. şok içinde avazı çıktığı kadar bağırıyor. ama bir çocuğun sesi değil bu. çocuklukla ilgisi, alâkası yok çıkardığı sesin. genizden kopan çığlıklar atıyor peş peşe, her nefeste biraz daha boğuluyormuş gibi. israil devletinin bu hafta sonu attığı roketlerden biri hüda’nın ailesinin piknik yaptığı noktaya isabet etti. hüda ailesinden yedi kişiyi kaybetti. kadınların ve çocukların piknik yaptıkları deniz kenarı birden katliam sahnesine dönüşüverdi.

    filistin’de yaşanan acıyı hollanda’da televizyondan izliyoruz. içinde bulunduğumuz huzurlu ortam ile ekranda gördüğümüz trajedi arasında öyle derin bir uçurum var ki, iğreti bir bölünmeyle yutkunuyor kafeyi dolduran futbol taraftarı. kimse kanalı değiştirmeye cesaret edemiyor. dünyanın bir yerinde yaşanan acıyı bir başka şehirdekiler nasıl seyreder? hele hele kendi hayatlarıyla zerre kadar benzeşmiyorsa ekranda belirenler? televizyondan edinilen görsel hafıza ve bilinç kaç dakika sürer? bir... beş... bilemediniz on dakika sonra çoktan silinmiştir görüntüler. garson kanalı değiştirir. kanalla beraber seyircilerin ruh hali de değişir. herkes futbol heyecanına döner.

    acı, seyirlik bir malzeme yaşadığımız yüzyılda. televizyon bir yandan bilgilendirirken bir yandan bilinçsizleştiriyor. filistin’de bir deniz kenarında yaşananlardan anında haberdar olabiliyor hollanda’da bir kafeyi dolduranlar. oturduğumuz yerden başkalarının dünyalarına bakıyor ve bilgileniyoruz. sonra, şimşek hızıyla o bilgiyi tüketip yenilerine yöneliyoruz ekran karşısında.

    başkalarının acısı, bir tüketim nesnesi yaşadığımız yüzyılda.

    13.06.2006
  • (bkz: susan sontag)
  • nihayet hüzünlü ruhum
    sonunda yorgun olmaktan hüzünlü
    sonunda boşu boşuna olmaktan yorgun
    nihayet hüzünlü ve yorgun
    ve ellerinizi yüzümün üzerine bekliyorum.
    (bkz: maurice meaterlinck)
  • ağlayan insanı izlemektir. rezilliktir. rezalettir. sırf bu yüzden ağlayamaz oluyor insan. seyirlik olmamak için. dudaklarını paralaya paralaya izlenmemek için türlü şekle girer. ama bir yer var ki kimin nasıl izlediğine aldırmadan, aldıracak kadar insani boyutta kibirden arınıp acının seyrine bırakıyor kendini.

    başkasının acısına bakmaktan daha kötü olan başkasının acısını sürekli hatırlatmaktır. asıl kepazelik bu.
  • "insanların iki yerinden girilir
    ya deliklerinden ya acılarından
    siz acılarından girin"
  • savaş fotoğraflarına bakmanın tuhaflığı, dikizci yanımızı ortaya çıkarmasıdır. savaşla ilgili fotoğraflara bakmak, şiddete ve savaşa olan nefretimizi biler. savaşın saçmalığını derinden sarsılarak anlarız. susan sontag bu etkileyici kitabında, işin kolayına kaçmadan savaş fotoğraflarına bakmamızın aslında başkalarının acısına bakmanın bir türü olduğunu ve bize çok şey öğrettiğini, öğretmekle kalmayıp bilinçlendirdiğini anlatıyor. kitabı çeviren osman akınhay'a teşekkür etmek gerekiyor. böylesine önemli bir kitabı iyi ki çevirmiş.
  • akıllara (bkz: lawrance ferlingetti) babanın sosyolojik tespitin dibine vurduğu pek güzel bir şiirini getirir;

    ın goya’s greatest scenes we seem to see

    the people of the world exactly at the moment
    when they first attained the title of ‘suffering humanity’
    they writhe upon the page in a veritable rage of adversity
    heaped up, groaning with babies under cement skies in an abstract landscape of blasted trees bent statues bats wings and beaks
    slippery gibbets, cadavers and carnivorous cocks and all the final hollering monsters of the ‘imagination of disaster’
    they are so bloody real, it is as if they really still existed.
    and they do, only the landscape is changed
    they still are ranged along the roads plagued by legionnaires false windmills and demented roosters
    they are the same people only further from home on freeways fifty lanes wide on a concrete continent spaced with bland billboards illustrating imbecile illusions of happiness

    the scene shows fewer tumbril but more strung-out citizens in painted cars and
    they have strange license plates and engines
    that devour america
hesabın var mı? giriş yap