hesabın var mı? giriş yap

  • rusya'daki yatırımlara devam edeceğiz dediği açıklamadır. başlarım sizin manipülasyonunuza. ayrıca açıklama yaptığı yere uygun bir tonla anlatmış konuyu, her zaman yapılan işler.

    başlığın sahibi troll zaten.

  • bu olay kadınlara default olarak geliyor sanırım. nasıl bir erkek olursanız olun bir kadın, karşısındaki erkeği çıldırtmayı çok iyi biliyor. siz çileden çıkıp böyle aşkın ızdırabını demeye başladığınız anda da yapıştırıyor cevabı işte gerçek yüzün. tamamen ince düşünen ve detaycı oluşunuzdan mütevellit bir şey söylersiniz ama onlar bunu evirir çevirir öyle çok başka yerlere getirirki allahta benim belamı versin dersiniz (bkz: ben bir turizm katiliyim allah benim belamı versin). kısacası ne söylerseniz söyleyin yada ne yaparsanız yapın karşınızda resmen çileden çıkarmaya programlanmış biri olduğunu unutmayın.

    kadın : canım çok beklettim mi?
    erkek : önemli değil aşkım, ben de gazetemi okudum.
    kadın : merak etmedin mi?
    erkek : neyi?
    kadın : tam bir saat geç kaldım ve sen beni merak etmedin öyle mi?
    erkek : aslında merak ettim, hem de çok.
    kadın : o yüzden mi oturup gazeteni okudun? ölüm ilanımı falan mı görmeyi umuyordun?
    erkek : ne yapsaydım, seni beklerken tırnaklarımı mı yiyecektim?
    kadın : tabii. bir telefon etmek aklına gelmedi değil mi? öldüm mü, kaldım mi, tinerciler mi saldırdı?
    erkek : tinerciler falan saldırmamış işte.
    kadın : pek bir kinayeli söyledin. keşke saldırsalarmış der gibi.
    erkek : şimdi benim anlamadığım, geç kalan sensin ama suçlu nasıl ben olabildim?
    kadın : şöyle ki; sen beni merak etmedin, arayıp sormadın. aynen böyle oldu.
    erkek : benim bildiğim geç kalacak olan arar, haber verir.
    kadın : ıyi ki de aramamışım. beyefendinin gazete keyfini bölecekmişim baksana.
    erkek : gazete okumasaydım ne saçmalayacaktın merak ettim şimdi.
    kadın : o zaman kesin arardım.
    erkek : yuh! iyice saçma sapan konuşmaya başladın sen.
    kadın : işinne gelmedi galiba.
    erkek : bak garson geliyor, ne içersin?
    kadın : canım bir şey istemiyor.
    erkek : çay?
    kadın : istemiyorum.
    erkek : ıhlamur?
    kadın : istemiyorum dedim ya.
    erkek : kök?
    kadın : ne kökü?
    erkek : zıkkımın kökü.

    edit: taze naftalin geldi uyardı. bu dialog yılmaz erdoğanın "haybeden gerçeküstü konuşmalar" kitabından bir alıntıdır.

  • yarım saat önce başıma gelen olay. öğrenciyim kendime ve sevgilime bi değişiklik olsun dedim burnumdan geldi.

    tam öküz burger adındaki mekandan, trendyol aracılığı ile 2 burger 1 litre kola sipariş ettim. 348 tl tuttu. canlı konumdan kuryenin nerde olduğuna bakarken kurye 4 ev ötede haraketsiz şekilde duruyordu. herhalde başka bir sipariş daha var onu verecek sandım. sözde kurye benim zilime basmış, aramış beni bulamayınca siparişi alıp imha etmiş. hepsi külliyen yalan. ne arama yapıldı nede zilime basıldı. öylece yemeğemi yemiş. şimdi canlı destekle konuşuyorum. para iadesi olmayacaktır diyor. mekanı arıyorum, diyor ki bizim kuryemiz değil bizi ilgilendirmiyor. ayak üstü dolandırıldım. olacak iş mi?

    sayın yazarlar şimdi ben nereye başvurayım size soruyorum?

  • ingilizce'de dentist o yüzden diş hekimleri doktor değilmiş demiş bir arkadaş. akademik olarak açıklayayım durumu belki faydalı olurum. diş hekimliği fakültesinden mezun olan bütün öğrencilere verilen bir unvan var. ddsyani doctor of dental surgery. diş hekimliği tıp disiplininin cerrahi dallarından birisi olduğu için dds ünvanı verilir. bazı ekollerde bu durum dmd'dir yani doctor of dental medicine. tıp fakültesinden mezun olan her öğrenciye dr. unvanı verilir. ingilizce'de tıp hekimlerine md unvanı verilir. medical doctor yani. bir şekilde doktora yapan herhangi bir hekime phdunvanı verilir. ha benim için fark etmiyor ister dişçi deyin ister diş hekimi ister dmd/dds. bir çok tıp hekiminden daha rahat çalışma şartlarımız olduğu bir gerçek. zorunlu hizmet olmadan istediğimiz gibi, istediğimiz yerde çalışmaya başlıyoruz. hayat standartlarımız gözlemlediğim kadarıyla kendini sıralarda çürüten bir çok doktordan daha iyi. bu gibi durumlar göz önünde bulundurulduğunda diş hekimliği daha avantajlı görünüyor. ergen birinin bu lafının bu kadar gündem olmasının sebebi aslında iki meslek grubununda aşağılık kompleksine sahip olmasından kaynaklanıyor.

    şu anda twitter'da dönen bir kavgaya sebebiyet veren konu.

    mesele 3. sınıfa yeni geçmiş bir tıp fakültesi öğrencisinin diş hekimlerini aşağılaması.

    #tıpçılarsendenutanıyor diye bir etiket oluşturmuş diş hekimliği öğrencisi arkadaşlar. detayları buradan takip edebilirsiniz.

    5. sınıfa yeni geçmiş bir diş hekimliği öğrencisiyim. bugüne benzer bir çok olaya şahit oldum. bir çoğu tıp fakültesinden temel bilimler dersine gelen öğretim görevlileriydi. sürekli siz dişçisiniz, çok bilmenize gerek yok gibi cümleleri çok duyduk. yalan yok, sizde hekim olacaksınız, o yüzden bunların hepsini çok iyi öğreneceksiniz diyen hocalar da dersime girdi.

    hiçbir zaman anlayamadığım bir olay var bu konuyla alakalı, tıp fakültesi öğrencilerinin egosu değil, bu egoyu kendilerinde hak görmeleri. biz tıpçıyız, o yüzden her şeyi yapabiliriz kafasını hiçbir zaman anlamadım. hayattaki tek başarısı, bir kaç soru fazla yapıp tıp fakültesine gitmiş öğrencilerde gözlüyorum bu durumu. hacettepelilerin, cerrahpaşalıların bu tarz gereksiz tartışmalara dahil olmadığı da dikkatimi çeken başka bir konu. sanki hiçbir diş hekimliği öğrencisi diş hekimliği isteyerek seçmemiş gibi davranmaları oldukça üzücü, hepsi tıp kazanamadığı için diş hekimi oldu sanıyorlar. bu gerçekten komik bir durum bana göre.

    tıp okuyarak statü kazanmayı ummak çaresizliğin, mutsuzluğun kaçıncı seviyesi bilmek isterim.

  • demem o ki, 107 yıllık şanlı kung fu hocalığımda rastladığım en kızgın vites değişikliği üniversite yıllarıma dayanır. bilenler bilir, bilmeyenler bilmezler; yurtlar bölgesinden binilen dolmuşun, çıkış kapısına varmasına kadar kampus içerisinde bir miktar yol alınır. işbu güzergahın süresi, dolmuş şoförünün o anki halet-i ruhiyesine göre değişir. hiç unutmam, aydınlık bir cumartesi akşamüzeriydi, henüz kahverengi kuşaktım ve ağır bir kung fu çalışmasını yeni bitirmiştim. maksadım kuğuları beslemek üzere tunalı'ya gitmekti. tabi serde gençlik ve kung fu'ya açlık da var olduğundan, biraz da 'yüzen kuğu tekniği' çalışırım diye dolmuşa bindim. hatıralarım beni yanıltmıyorsa, en arka koltuk sağdan ikinci sırada oturan civan mert bendim. araç hareket ettiğinde hepimiz neşe içerisinde dolmuş ücretlerimizi bizatihi takdim ettik. ağır ağır ilerliyorduk çamlar ve bölümler arasından. kısacası mes'uttuk. şoför, o yüzyıldaki her dolmuş şoförünün yaptığı gibi alışılagelmiş sorusunu sordu: "parasını veremeyen, parasının üzerini alamayan var mı?" bizler helal süt emmiş insanoğulları ve kızları olduğumuz için "aa bidakka hocam, ben paramın üzerini almadım" demedik. sergüzeşt yolculuğumuza devam ettik. derken, alışılagelmemiş bir şey oldu ve kaptanımız para alışverişini ilgilendiren sorusunu tekrar etti. garip bir titreşim yayıldı dolmuşun içinde. ense kökümüz ilk kez karıncalandı. galiba bunun nedeni biraz da şoförün sorusuna kattığı belli belirsiz sertlikti. bizler, yani kemal yekun 13 kişi kendi hallerimize rücu etmek üzereydik ki, aynı soru bu kez daha şiddetli bir tazyikle dayandı kulak kepçelerimize. susuştuk. “parasını veremeyen 2 kişi” lafzı şoförün ağzından patlak verince ise, ense kökümüzdeki tuhaf karıncalanma kuyruk sokumumuza doğru ilerlemeye başlamıştı bile. ince bir telaş kapladı hepimizi. dolmuşun kubbesini bu telaşla yapılan mırıldanmalar dolduruyordu artık. birbirimize bakıyorduk. bila ücret hareket eden o iki kişiyi tespit ve tenkide çalışıyorduk. ama nafile. galiba hepimizde güzel poker yüzleri vardı. “parasını iki kişi vermedi, versin” gürlemesi üzerine, orta sıralarda oturan volkmen kulaklığı takmış saf bir arkadaşımız “ha?.. ne… ne oluyor?” diyerek ayağa sıçradı. yediği naneyi anlamışçasına özür dileyerek parayı uzattı. ona kızsa mıydık, teşekkür mü etseydik bilemedik. çok karmaşık duygular besliyorduk hançeremizde. ama yarı yarıya da rahatlamıştık. geriye kalmıştı bir. artık onun peşindeydik. herkes birbirinin kulaklarına bakıyordu. başka volkmenli yoktu. takriben birkaç dakikalık kampus içi seferi adeta birkaç asırlık kabusa dönüşüyordu. öyle ki, ücreti peşinen takdim ettiğim halde o bir kişi yerine tekrar dolmuş parası vermeyi bile düşünmeye başlamıştım. lakin kefenin cebi olmadığı gibi kung fu elbisesinin de cebi yoktu. kuşağı vardı. üstelik iki tam dolmuş parası almıştım yanıma ve o dönüş parası da çorabımda mukimdi. vazgeçtim. ancak bu arada, ben böyle düşünürken de, şoförle dikiz aynasında göz göze geldiğimizi fark ettim. aslında herkes o aynaya bakıyormuştu. sadece gözler vardı kadrajda. adeta carl leone-sam peckinpah karışımı bir vahşi batı düello sahnesinin tam ortasında idik. sahneler, bir çift gözden başka bir çift göze kayıyordu sürekli. “parasını vermeyen o bir kişiiiiiii, parahısını versiiinnnnhhh” infilakıyla birlikte bel hizasındaki vitese hamle yapan şoför vitesi öyle bir kızgınlıkla değiştirdi ki, o koca demir yığını, adeta asfaltla hemhal olup meşke gelmişçesine sarsıldı. tanrım o ne sarsılıştı. tabi bilemiyorum, taklit yapmış da olabilir ama, tüm organlarımız ayrı sarsıldı. kampus çıkışa iyice yaklaşmıştık ve bazılarımız camlarda mevzi alıp çıkış kapısındaki görevlilere “kurtarın bizi bu manyaktan” diye bağırmak üzere kendilerini hazırlıyorlardı. ben kung fu’nun bana verdiği yetkiye dayanarak serin kanlıydım. (nefesimizi tutabildiğimiz, çivilere yatabildiğimiz gibi, kalp kapakçıklarımızı 3’e, 2’ye hatta 1’e indirebiliyorduk.) derken çok sert şekilde vites küçültüldü. durma noktasına geldik ve durduk. şoför el frenini çekti. şahadet getirenler vardı aramızda. önce, şoförün kendi kapısından çıkıp bizim dolmuşa giriş yaptığımız fıslayan kapıdan gireceğini ve allah ne verdiyse sunacağını düşündüm. ama sonra bu düşüncenin çok safdillilik içerdiğine kanaat getirerek, şoförün kısa yoldan, vites üzerinden atlayıp torpido gözündeki levye ile harikalar yaratacağı sonucuna vardım. mamafih ikisi de olmadı. o, baş seviyesindeki dev aynasından bizlere bakarak “parasını vermeyen o bir kişi var ya…” girizgahını beyan etti. arkasından gelecek sinkaflı kelimeler hepimizi ürpertiyordu. her ne kadar kısa bir es verilmiş olsa da cümle başlangıcına, zaman çok ağır ilerledi. sert bir esinti dolmuşun topraklı zemininde bir iki çalıyı önümüzden sürükledi. dolmuşun kepenkleri çarptı. bir anne çocuğunu eve soktu. kimileri gözlerini kapadı, kulaklarını yumdu. ben, elim abanoz saplı mınçıkamda, hasmımı bekliyordum. derken, cümlenin sonu geldi: “parasını vermeyen o bir kişi var ya…. işşallah sınıfta kalır!”
    kim sınıfta kaldı bilemedik hiç. ben kuğuları besledim. ve o sene çok ‘kızgın vites’ yaptı.

  • türk istiklalini, türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

    mustafa kemal atatürk'ün, kurtuluş savaşı'nı birinci ağızdan aktardığı ve o döneme kadar yapılan faaliyetleri özetleyen; 15 ekim - 17 ekim 1927 tarihleri arasında yaptığı tarihi konuşma toplam 36,5 saat sürmüş, sonrasında nutuk adı altında kitaplaştırılmıştır.

    yukarıdaki tanım da bu kitaptan alıntıdır.

    mustafa kemal atatürk'ün ölümünden yaklaşık 5 ay önce, 20 haziran 1938 tarihinde çıkan kanun ile 19 mayıs günü, 19 mayıs gençlik ve spor bayramı olarak kutlanmaya başladı. 12 eylül 1980'den sonra adı, 19 mayıs atatürk'ü anma gençlik ve spor bayramı olarak değiştirildi.

    aynı zamanda cumhuriyet halk partisi'nin de kurucusu olan mustafa kemal atatürk; kurtuluş savaşının fiilen başladığı tarih olarak kabul edilen 19 mayıs 1919'un yıl dönümünü gençlere armağan etmesinin yanında, yaptığı tarihi konuşmanın da son bölümünde gençliğe hitap etmek suretiyle, türk gençliğine verdiği önemi göstermiştir.

    bu sebeptendir ki gençliğe hitabe ve 19 mayıs, atatürk'ün gençlere ve gelecek nesillere olan güveninin adeta simgesi olmak gibi ortak bir noktaya sahip denilebilir.

    nutuk'un içerisindeki;

    --- spoiler ---

    sayın baylar; sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.

    --- spoiler ---

    cümlesinden de anlaşılacağı üzere mustafa kemal atatürk; "yarınki çocuklarımız" dediği insanları, yani tam olarak bizleri dikkat ve farkındalığa çağırmış.

    bunu da, yine nutuk içerisindeki şu cümleyle yapmış:

    --- spoiler ---

    "memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet* ve hatta hıyanet* içinde bulunabilirler. hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini*, müstevlilerin* siyasi emelleriyle tevhid edebilirler*."

    --- spoiler ---

    bayramımız kutlu olsun.

  • + özgeçmişinizde son iki yıldır nerede çalıştığınız belirtilmemiş?
    - çok gizli bir projede çalıştığım için onu yazamadım oraya tabi.
    +ne kadar gizli?
    -çook!
    +kamuyla ilgili bir iş mi?
    -kamu vaaaar, özel sektör vaaar, amerika vaar.

    yemediler.

  • at dalışı ya da atlı dalış olarak bilinen bu gösteriyi daha önce hiç duymadıysanız, yalnız değilsiniz diyebilirim. bu tuhaf ve unutulmuş gösteri, 1800'lerin sonlarından ikinci dünya savaşı'nın sonuna kadar, 60 yıl boyunca amerika birleşik devletleri'nde popüler olarak sergilenen bir gösteriydi.

    bu çılgın fikrini teksas'ta vahşi batıyı gezen ve eğitimli hayvanlarla gösteriler ve atış sergileri düzenleyen doktor lakaplıwilliam frank carver tarafından icat edildi. anlatılan hikayeye göre olay şu şekilde gelişmiştir. 1881'de carver yine gösteriden gösteriye koşarken, kervanıyla nebraska'da platte nehri üzerindeki arızalı bir köprüden geçiyordu. bu sırada atı ya da atlarından biri aşağıdaki sulara düşer, ardından girişimci ruhu oğlum bu olay tutar lan der ve sonda atlı dalış gösterisi ortaya çıkar.

    daha sonra hayvanlarını eğitmeye başlayan carver. geziginci olan bu hayvan gösterilerinde en sevdiği gösteri haline gelir. oğlu al, atların eğitimine ve bakımına yardım ederken, kızı lorena'nın ilk binici olduğu söylenir. müstakbel gelini sonora webster 1923'te gösteriye katıldığında, carver artık işi iyice büyütmüştü ve her biri farklı bir şehirde performans gösteren iki dalış ekibi bulunmaktaydı.

    carver'ın ölümünün ardından, dalış atı şovunu oğlu al carver devraldı. yıllar 1928'i gösterdiğinde dalış atı şovu atlantic city'ye gelir ve önümüzdeki birkaç on yıl boyunca bir çok amerikan filminde de gördüğümüz steel pier'de ünlü bir gösteri haline dönüşür. hatta gösterininwild hearts can't be broken adlı bir filmi bile bulunmaktır.

    bu garip şov amerika'daki hayvan hakları gruplarının baskısı üzerine 1978 yılında yasaklandı. son söz olarak söylenen iddialara göre, gösterinin sürdüğü tüm yıllar boyunca, yüksek dalış atlarının hiçbirinde bildirilen bir yaralanma olayı ya da ölüm olmadı. ancak aynı şey biniciler için söylemek mümkün değildi. ortalama olarak yılda iki yaralanma oluyordu, genellikle kırık bir kemik veya bir çürük. hatta carver'in gelini ve al'ın karısı olan sonora webster carver 1931 yılındaki bir dalış sırasında, atının dengesiz bir şekilde tanka dalması sonucu kendi gözlerini yeterince hızlı kapatamadığı için kör olmuştur. sonora kör olmasına rağmen, on bir yıl daha eyleme devam ettir.

    görsel-1
    görsel-2
    görsel-3
    görsel-4
    video-1
    video-2

    kaynak:123