hesabın var mı? giriş yap

  • cafe'de kredi kartıyla ödeme yaptıktan sonra fişten erkeğin adını soyadını öğrenip, onun facebook hesabından yanındaki kızın adını bulan ve kızı ekleyip "selam ben x cafedeki garson, nasılsın :)" şeklinde bir mesaj atan garsonu gördükten sonra beni etkilemeyendir.
    adamin sinav puani fbi ajani olmayi tutmayinca garson olmuş sanırım.

  • türkiye'de yeni platformların kurulmasıyla farklı farklı diziler üretilmeye başlansa da türler pek genişlemedi. şimdiye kadar iyisiyle kötüsüyle polisiye diziler izledik genelde. netflix ise ilginç bir şekilde fantastik türde işler üretmeyi tercih etti. bu hayli cesur bir girişim bence. çünkü fantastik bir hikaye yazıp bunu mantık sınırları içinde tutmak yazarlar için hayli zor bir iştir. türkiye'de ise bilindiği üzere fantastik edebiyat üzerine çalışan pek fazla yazar yok maalesef. bu yüzden hakan ve atiye'nin yazımı hayli riskliydi. hakan, bildiğiniz üzere bu alanda başarısız oldu zaten. atiye'nin nasıl olduğu ise benim için bir merak konusuydu.

    incelemeye başlamadan önce şunu söyleyeyim: bu diziyi yurt dışında yapılan fantastik ya da bilim kurgu diziler ile karşılaştırmak biraz haksızlık olur. çünkü örnek vermek gerekirse westworld dizisinin bir bölümü 9 milyon dolara mal ediliyordu. bir sezonu ise 100 milyon dolar civarı olduğu açıklanmıştı daha önce. evet, para her şey demek değil ama sağlam bir dizi yapmak istiyorsanız bütçenin olmaması elinizden çok şey alır.

    ikinci olarak da şunu söyleyeyim: diziler ya da filmler aslında bir kültürün son örnekleridir. yani önce edebiyatın, müziğin, tiyatronun ve resim sanatının gelişmesi gerekir ki bunların bir araya geldiği sinema belli bir kalitenin üzerinde olsun. mesela yurt dışında çok iyi bilim kurgu filmleri yapabiliyorlar çünkü kolektif kültürlerinin içinde jules verne, arthur c. clarke, isaac asimov gibi pek çok başarılı yazar var. ya da fantastik türde çok iyi işler yapabiliyorlar çünkü j.r.r. tolkien, robert jordan, ursula k. le guin gibi yazarlar var. film müziği konusunda mesela çok başarılılar çünkü j.s. bach, beethoven gibi insanlar var kültürlerinde. görsel kompozisyon kurmak da aynı şekilde. başarılılar çünkü ışığı ve kompozisyonu caravaggio'dan öğreniyorlar. ayrıca mesele sadece bu insanların isimlerini bilmek ve yaptıkları işleri tanımak değil. bunları uygulayabilecek pratiğe de sahipler.

    bu iki nedenden ötürü atiye dizisini farklı şekilde değerlendirmeye karar verdim ve kafamda dört kriter belirledim. çünkü bunları yapılabilir ve yapılması gerekli olan şeyler olarak düşündüm. peki nedir bu kriterler? hikayenin temelleri (lore), akıcılık, diyaloglar ve oyunculuk. şimdi bu kriterler ile diziyi değerlendirmeye başlayalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle lore ile başlayalım. çünkü bence fantastik bir dizide olması gereken en önemli şey başarılı bir lore yazımıdır. lore nedir? lore, hikayenin geçmişini oluşturan, olaylar ilk başladığında yaşanan anlatılar bütünüdür. örneğin yüzüklerin efendisi kitapları için (bütün evreni kast etmiyorum sadece üç kitap olarak düşünün) isildur'un, sauron'dan yüzüğü alması bir lore örneğidir. geçmişte olmuştur, bir takım olayları açıklar ve şimdiyi etkiler.

    lore yazarken eğer çalıştığınız evren bu dizideki gibi gerçek dünyaya yakınsıyorsa işiniz biraz daha kolaylaşır. çünkü gerçeği alıp yorumlama şansınız olur. ancak bu yorumlama işini öyle tutarlı yapmalısınız ki izleyici ya da okuyucu önlerine koyduğunuz spekülatif hikayeye inansın. mesela her ne kadar edebi yönü çok kuvvetli olmasa da dan brown, the da vinci code kitabında bunu hakkıyla yapmıştır. kutsal kase, son akşam yemeği, isaac newton'un hayatı gibi şeyleri alıp bir takım tartışmalı tezler ile bir araya getirmiş ve kitaptaki leigh teabing'in anlatımıyla öyle bir mantık kurmuş ki zamanında insanlar louvre'a gidip meryem'in mezarını görmeye çalışmışlar.

    bu dizide de bunu anadolu'daki şifacılar, şahmeran hikayesi, süryanice, sirius yıldızı gibi şeyler üzerinden kurmuşlar. aslında bu kadar malzeme iyi bir lore yazmanız için yeterli ancak dizide böyle bir şeye hiç kalkışmamışlar. bir yığın konu var ancak bunların hiçbirinin bağını öğrenemedik şimdiye kadar. burada yazım olarak farklı bir teknik denediler sanırım. çünkü daha önce hakan muhafız'da ölümsüzler, hançerler gibi şeyleri açıklamaya çalışıp başarısız olmuşlardı. bu dizide ise ögeleri verip her şeyi gizem perdesi arkasında tuttukları için bir açıklama yapmalarına gerek de kalmamış şimdilik. yani ortada mantıklı bir lore olmasa da dizi tıkanmıyor burada. ancak tabi bu daha birinci sezon. dizi bittiğinde lore bir yere bağlanamazsa yazım anlamında büyük başarısızlığa uğrar.

    dizi akıyor dedik. peki nasıl akıyor? atiye'de merak duygusunu canlı tutacak bir sürü konu yazmışlar. sürekli bir şeyleri merak ediyorsunuz ve karakterler sürekli bir şeyleri araştırıyor. daha öncesinde henüz 45 dakika dizi yazmaya alışamadı senaristler demiştim ama atiye'de o 45 dakika içinde tempoyu düzgün bir şekilde ayarlamışlar. nefes alınması gereken yerde aile içinde geçen diyaloglar ve atiye-erhan anları koymuşlar. geri kalan kısımda ise dediğim gibi sürekli ilginizi çekecek bir soru var ekranda.

    bu konuya bir örnek verelim. mesela ilk bölüme bakabiliriz bunun için. burada tek bir bölüm içinde senaryo size ardı ardına üç tane soru sordurmayı başarmış. atiye nasıl kendi cenazesine gidiyor? atiye'nin çizdiği sembol nasıl göbeklitepe'de çıkıyor? o yaşlı kadın kimdir ve neden atiye'yi takip ediyor? ki bunlar izleyicinin diziye devam etmesi için yeterli sorular.

    daha sonra bölümler ilerledikçe bazı soruların yanıtları bulunurken yeni sorular ortaya çıkıyor. bazı cevaplar da karakterlerin neden böyle yazıldığını açıklayıp hikayeye derinlik katıyor. örneğin dizideki anne karakteri gördüğünüz üzere tam bir ruh emici. bütün enerjinizi çekiyor göründüğü her anda. ancak daha sonra kendi annesi nedeniyle kız kardeşini ve babasını kaybettiğini öğreniyoruz. bu onun itici bir karakter olduğu gerçeğini değiştirmiyor ancak en azından sırf gerilim olsun diye yazılmamış bir karakter olduğunu anlıyoruz.

    anne karakteri demişken dizideki diyaloglardan da bahsedelim. öncelikle diyalog ve karakter yaratma kısmında atiye ve cansu karakterleri için başarılı diyebilirim diziye. mesela cansu'nun özel bir üniversitenin moda tasarım bölümünde okuduğunu, atiye'nin de türkiye'de okuduktan sonra başarısız olacağını anlayınca yurt dışına gidip orada 2 - 3 aylık bir atölyeye katıldığını ve ardından istanbul'a dönerek post-modern ressamcılık oynamaya başladığını tavırlarından ve diyaloglarından anlayabiliyorsunuz. yani yazım, uygulama, konuşma tarzı ve karakterler tam bir uyum içerisinde.

    ancak bu başarı sadece günlük hayat hakkında yapılan konuşmalarda geçerli. fantastik herhangi bir konunun konuşulduğu her an sahneden yapaylık akıyor maalesef. çünkü bunu yazmak "hadi kalk sana yiyecek bir şeyler hazırladım." yazmak kadar kolay bir iş değil. öncelikle detaylı çalışmalısınız ve söylediğiniz her şeyin klişeden uzak olması lazım. mesela atiye'ye ilk bölümde erhan'a "bilmiyorum burada olmam gerektiğini hissediyorum." dedirtirseniz yapacak bir açıklama bulamadılar ama iki karakteri de tanıştırmaları gerekiyordu o yüzden bu şekilde geçiştirdiler diye düşünür izleyici. bu alanda bir tek meral çetinkaya inandırıcı ki o da tamamen oyuncunun ve üzerindeki auranın başarısı, yoksa atiye'ye sembolün anlamı sorulunca "sanki hepimizin bildiği şeylerin ötesinde saklı bir bilgiyi temsil ediyor." dediği kısımda hakan'da olduğu gibi ingilizce yazıp türkçe'ye mi çevrilmiş bu diyalog diye şüphelendim yine.

    diyaloglar tabi ki kendi kendilerine gelmiyorlar. onları hayata geçiren bir de oyuncular var. meral çetinkaya'dan daha önce bahsettiğime göre dizide dikkat çeken diğer üç oyuncudan bahsedebiliriz. bunlardan ilki tabi ki beren saat. kendisi bir çok izleyici tarafından eleştirildi. ancak ben oyunculuğunu kötü buldum diyemem. ki normalde bir oyuncunun gerçek olmadığını bildiği bir şeyi oynaması çok zordur. mesela mağara sahnesinde gerçekten geçmişiyle karşılaşıyor gibi görünmesi gerekir. ki ben oyunculuğunu burada ikna edici buldum. daha iyisi olabilir miydi? tabi ki. ancak dizinin anlatımına zarar veren bir durum da yok burada.

    üzerine konuşacağımız ikinci oyuncu da metin akdülger. ben kendisiyle yine bir internet dizisi olan şahsiyet ile tanışmıştım. bu dizide de yer almasından kariyerinde farklı işler arayan bir insan olduğunu anlayabiliyoruz. burada zengin ancak babasının gölgesinde kalan, histerik ve kendi içinde zaafları olan ozan'ı da başarıyla canlandırdığına inanıyorum.

    karakter olarak benim için en dikkat çekici olan ise tim seyfi'nin canlandırdığı serdar oldu. çünkü dediğim gibi dizi pek günlük yaşamın içinde değil, farklı bir dünyada geçiyor sanki. sergiler, tokyo'dan gelen insanlar, düğünün planlandığı o devasa mekan falan. ki görselleştirebiliyorlarsa eğer dizinin evrenini bu şekilde tercih edebilirler problem yok. bu gerçek olmayan dünyaya ise en uygun karakter serdar. konuşma tarzındaki ahenk, bahsettiği konulardaki zenginlik algısı ve çok kendine has oluşuyla dikkat çekici bir karakter olmuş. buradan oyuncuyu da tebrik ediyorum. çünkü bir oyuncunun o cızırdayan ekran karşısında ciddi kalabilmesi zor bir iş. tim seyfi ise bu işin altından kalkmış. hatta biraz da matrix'deki merovingian havası aldım kendisinden. bu yüzden umarım ikinci sezonda kendisini daha fazla görürüz.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak dizi elindeki malzemeyi çok düzgün işleyemedi belki, diyaloglar da başarısız diyebiliriz. ancak bunlar daha çok erken adımlar. o yüzden dizinin merak duygusunu izleyiciye aktarabilmesi ve hakan muhafız kadar tıkanmaması benim için yeterli oldu diyebilirim. ki birinci sezon yine çok merak uyandıran bir yerde bitti. her ne kadar dizinin senaryosu dağınık görünse de finalde buraya ulaşmaları da teknik anlamda bir başarı sayılır bence. o yüzden beklentiyi hollywood seviyesine çıkarmazsak eğer keyifli vakit geçirmelik bir dizi olmuş diyebilirim.

    bir de son notum var. normalde yaratıcı işler yapan yazarlar, yönetmenler, oyuncular sonunda bir şeyleri feda edeceklerini, gerekirse akıl sağlıklarını riske atacaklarını bilirler. ve geneli de bunu bilerek çalışır. mesela hemingway, zweig, dostoyevski, woolf gibi pek çok yazar, zihinsel durumlarını bilmelerine rağmen üretmeye devam etmiştir. aynı şekilde oyuncular da metot oyunculuğunun zararlarını bilmelerine rağmen üst seviye performansa ulaşmak için bu teknikleri kullanmıştır. ancak sinemada yapılan iş çok geniştir ve sette bulunan herkesten aynı fedakarlığı bekleyemezsiniz. çünkü orada bulunan kimi insanlar gerçekten emekçidir ve işini düzgün bir şekilde yapma peşindedir. bu dizinin setinde yaşadığı kaza nedeniyle hayatını kaybeden hasan karatay da bu emekçilere örnek gösterilebilir. bu yüzden yaratıcı insanların risk almasına müsaade etsek de setlerde hasan karatay'ın başına gelen gibi kazaların yaşanma riskini en aza indirmeye çalışmak gerekir. bu da ancak iş güvenliği, eğitim ve denetim ile sağlanabilir. üretilen diziler dünya çapında yayınlanırken çalışma şartlarının da bütün set çalışanları için dünya standartlarına getirilmesi gerekir. umarım setlerde herkesin güvenle çalıştığı, dünya standardında dizileri izlediğimiz günler de gelir.

  • işbu diyalog yoğun rus nüfusu barındıran bir yazlık beldemizde gerçekleşmektedir:

    baba-kız, kız için mayo almaya çıkarlar, saatlerce süren alışverişten bıkan baba, en son denenen bir bikini için;

    b: hah, bu oldu, tamam alalım hadi.
    k: ama bu çok açık sanki baba ya, rahat edemem ben. hem senin baba olarak daha kapalı şeyleri beğenmen lazım.
    b: ya kızım allah aşkına, onca rus kızı varken sana kim bakacak, al, bi şey olmaz.
    k: ?!?!

  • kapıyı açtığın anda soğuk havaya karışmış yeni mobilya kokusunu akla getirmiştir.
    90larda hemen herkesin evinde bu odadan olması ne tuhafmış. tuhaf ama bir o kadar da çocukluğunda yalnız olmadığını bildiğin o his ne güzelmiş.
    bir de boş oda vardı, kullanılmayan eşyaların depolandığı.
    bilmiyorum yine herkeste olan bir şey miydi ama, biz o boş odaya salıncak kurar, orada ip atlardık.

    (bkz: 90'larda çocuk olmak)

  • başına bir şey gelmeyeceğinden emin olduğu için böyle çemkiriyor.

    türk halkının genel özelliğidir. ezebileceğini ezer acımaz.

    olayın ne olduğunu bilmediğim için haklıdır haksızdır diyemem ama karşısındaki kadın bir savcı olsaydı böyle bağıramazdı veya ne idüğü belirsiz bir maganda olsaydı ancak akşam twitterdan ağlardı.

    not: buradaki mevzu ezenle ezilenin mesleklerinden bağımsız... bizim memlekette gücü yeten gücünün yettiğini ezer. misal mağdur hanım ablamızın apartman görevlisi sadece onun kapısının önünü temizlemeden mesaisini bitirse büyük ihtimal bu sefer bağırıp çağıran taraf kendisi olacaktı.

    buna aslında hayatın her alanında şahit oluyoruz. adamın altında bmw bilmem ne modeli var yolda en üst hız sınırında sollama yapan şahin sürücüsüne 500 metre öteden sellektör yapmaya başlıyor ama aynı zibidi aynı hareketi bir audi q8 sürücüsüne veya bir makam aracına yapamıyor.

    gerçekten aile terbiyesi almış, kendini yetiştirmiş, sinirlerine hakim olmayı öğrenmiş çok küçük bir azınlık dışında maalesef durum böyle. eğitim sadece cehaleti alıyor...