hesabın var mı? giriş yap

  • müteahhit günlerce zemini kazmak için uğraşmış, zar zor temel atmışlar diye devam eden cümle. sokağa çıkın rastgele 100 adama sorun 99'u bunu söyler. sanırım türkiye kocaman bir kayanın üzerinde yer alıyor :)

  • henüz 23 yaşımda aşık olmuştum. onun doğru insan olduğuna emindim. gördüğümde avuç içlerim terliyor, kalbim ağzımdan çıkacak gibi atıyordu.

    ilk buluşmamızda evli ve 2 yaşında bir kızı olduğunu, boşanma davası açtığını söyledi. yani ben onu tanıdığımda boşanma davası açılmıştı. ona şunu söyledim.

    "boşanma davan bitene kadar görüşmeyelim. belki evliliğine bir şans daha tanımak istersin. çocuğun için bir arada olma kararı verirsin. bu süreçte ben yanında olmak istemiyorum. söyleyeceğim en ufak bir söz, yapacağım bir davranış belki kararını etkiyleyebilir. boşanman ya da boşanmamana hiçbir şekilde dahil olmak istemiyorum. ne karar verirsen ver asla seni yargılamam. davan tamamen bittip yolunu çizdikten sonra tekrar konuşuruz"

    üst düzey ve sanat eğitimi almadan söyleyebilmiştim bunu üstelik. davası bitene kadar asla görmedim, konuşmadım. aradan 18 sene geçti. ve ben 18 yıldır kafamı yastığa koyar koymaz uyuyabiliyorum. huzurlu bir uykuyu, galaksinin en muhteşem aşkına değişmem.

    aşk denen şey bir gün biter. ancak vicdan toprağa gireceğimiz güne kadar bir azap kolyesi gibi sallanır durur boğazımızda.

  • nihayet 14. yilin sonunda, formulunu gelistirdigim, ve 1 senedir, deliksiz uyumayi basardigim hastalik. formulunu diger muzdarip olan arkadaslar icin asagiya yaziyorum.

    1- en sert ortopedik yatakta yatilacak.
    2- oda sicakligi cok onemli, mumkunse soguk bir odada yatilacak.
    3- sort ya da gecelik tarzi bacaklari sarmayan giysilerle yatilacak. (oyle bir illet ki bu donla yatmak da mübah)
    4- aksam yatmadan once bacaklar dizden asagi soguk suya tutulacak, mumkunse kurulanmayacak
    5- yine de ne olur ne olmaz diye, herhangi bir jel krem buzdolabina konacak, gece bacaklar atarsa, gidilecek ve dizden asagiya kadar kremlenecek.

    bi de evet, tuvalete gitme istegi geldiginde ve uyku bolunmediginde daha sık rastlanılıyor, ayrıca yuzukoyun yatılınca dizustu kısmın ısınması nedeniyle bacak atma frekansı artıyor.

    oha? profesor olmusum lan ben !

  • "bizi hiç öyle görmediler" ve "biz müslümanız ondan almazlardı" gibi lafları görüyoruz hep, hepsi bahane onların. bir ara bizi hakikaten avrupa'ya daha yakın görüyorlardı. türkiye'yi sıradan arap ülkesi sanıp da gelenlerin sonradan modern şehirleri görünce şaşırıp hayran olduğu bir ülkeydik. 20 sene akp'nin iç ve dış politika faciları sonrası herkes bizim artık bir orta doğu ülkesi olduğumuzu kabul etti.

    kısa süre önce abd askeri güçlerini yunanistan'a çekerek düşündükleri avrupa sınırını belli etmişti.

  • kızılok ve ortaçgil'in klasikleşen şarkılarının ötesini yeni yeni keşfettiğim bir dönemde tesadüfen bir arkadaşım "bak, bu albümü çok seversin, ikisi beraber hazırlamış" diyerek bana kasetten çekilmiş bir cd vermişti. ses kalitesi pek kötüydü. kaset hışırtıları bazen rahatsız ediyordu. ama şarkıların kalitesine hayran kalmıştım. biraz da şaşırmıştım: kızılok ve ortaçgil beraber albüm yapacak ama benim bu albümden haberim olmayacak ve bu albüm popüler olmayacak. tabii o zamanlar bu ikilinin çekirdek sanat evi macerasını, bir darbe döneminde müzisyenlerin özgürce müzik yapabilmesi için verdikleri çabaları, bu albümün aslında ikilinin ikinci ortak çalışması olduğunu, albümün sadece kaset formatında kalıp çok yayılma fırsatını yakalayamadığını bilmiyordum. bugün artık internette bilgiye ulaşım daha kolay, yaklaşık 10 yıldır bu albüm cd olarak bulunabiliyor, online müzik dinleme platformlarında da albüm yer alıyor. e o zaman bir zamanların gizemli ve muhteşem albümüne bir bakalım. niye çıkmış? ne şartlarda yayınlanmış? sonrasında neler olmuş?

    fikret kızılok, 1960'ların ortalarında bir gitarist olarak başladığı müzik hayatında duru sesi ve kendi şarkılarını yazabilme yeteneği ağır basınca solo kariyerine adım attı. birkaç deneme yanılmadan sonra 1960'lar biterken oldukça sade düzenlemeli, folk tarzında yaptığı besteleri ve türkü yorumları yayınlamaya başladı. anadolu rock o dönem hem vokal hem düzenleme anlamında çok sert ve güçlüydü. belki de kızılok şarkılarının daha naif havası onun büyük bir başarı kazanmasını sağladı. büyük liste başarılarının üst üste geldiği birkaç yıldan sonra ise çıkardığı şarkılar temalar ve düzenlemeler olarak birbirinin benzeri olmaya başlayınca o başarı biraz azaldı. kızılok, tehlikeli madde adlı bir grup kurarak müziğinde farklılığa gidip, klavyeyi müziğine soktu ama kızılok bir grupta uzun süre çalacak bir insan değildi. müzikal yazma denemeleri, nazım hikmet şiirlerine beste yapma gibi denemeleri de istediği desteği görmedi. 1970'ler biterken ve ülkenin politik havası gerilirken, müzik de daha politik hale geliyordu. kızılok da böyle bir ortamda artık müzik anlamında yeni bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği diş doktorluguna geçti.

    bülent ortaçgil de kızılok'tan birkaç yaş daha genç bir müzisyen olarak kariyerine 1960'ların sonlarına doğru kurduğu küçük okul gruplarında başladı. kızılok'un ve dönemin havasının ters yönüne ilerleyen ortaçgil, önce ingilizce besteler konusunda uğraştı, daha sonra ise anadolu rock ile hiçbir teması olmayan, hatta türk müziğinde daha önce hiç değinilmemiş bir konu olan şehirli insanların iç dünyasına değinmeyi tercih etti. kendini de anonimleştirmek için sadece "bülent" adını kullanarak ülkenin en önemli albümlerinden haline gelecek benimle oynar mısın?'ı yayınladı. bu sade, naif, hem çocuksu hem düşünceli şarkılar elbette albümün hiç satmamasına neden oldu. ortaçgil de bu müzik dünyasına herhangi bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği olan kimyagerliğe geçti.

    ama ne kızılok ne ortaçgil kendi dünyalarında müzikten kopmuştu. ikisi de şarkılar besteliyor ama bunları kendilerine saklıyorlardı. 1980 darbesi ile anadolu rock da politik rock da silinmişti. köyden şehre göçle beraber değişen büyük şehirlerin demografisi ile paralel olarak büyüyen arabesk, bu yeni kitlenin sesi oluyor, en baba popçular bile dümeni arabeske kırıyordu. piyasada şehirli, eğitim düzeyi daha yüksek, darbeden hoşnut olmayan ama pusturulmuş bir kitlenin seveceği bir tarzın ya da şarkıcının olmaması bir boşluk yaratıyordu. kızılok, 1970'li yıllardaki popüleritesine güvenerek ama çok daha farklı bir tarzda bir albüm olan zaman zaman'ı yayınladı ve albüm tam da arayış içindeki bu bahsettiğim kitleye hitap etti. albümün gördüğü ilgi kızılok'u müziğe devam etmesi için heyecanlandırdı. zaten idealist bir insan olan kızılok hem müzik şirketlerinin baskısı hem de darbenin baskından da bıktığı için tamamen özgür olarak müzik ile uğraşacağı bir ortam kurmak istiyordu. kızılok'un o dönemde yolu ortaçgil ile kesişti. ikili müzik hakkında konuşurken kızılok'un fikirleri, müzik yapmak için uygun ortam arayan ortaçgil'in aklına yatmıştı. böylece bu projeye beraber başlamak istediler ve çekirdek sanat evi kuruldu.

    konsept çok basitti. sanatçılar, tamamen canlı enstrümanlara dayalı performanslarını çekirdek sanat evi'nde sergileyecekler. kızılok ve ortaçgil de bu performansları teybe alacak ve gelenlere hediye edecek. böylece ülkede hem canlı müzik kültürü oluşacak, hem yeni sanatçılar sahne fırsatı bulabilecekler, kayıt için müzik şirketlerine gerek kalmayacaktı. erkan oğur, gündoğarken, ezginin günlüğü ve yeni türkü, çekirdek sanat evi ile yolu kesişip, daha sonra ana akımda da başarı kazanacak isimlerdendi. bu dönemde kızılok ve ortaçgil de beraber şarkılar çalıp söyledikleri dinletiler veriyorlardı. ikili beraber beste de yapmaya başlamıştı. ortaklıklarının manifestosu olan bizim şarkılarımız'ı da içeren biz şarkılarımızı çekirdek'ten çıkan ilk kızılok ve ortaçgil çalışması oldu.

    o dönem ülkenin müzik ortamının en büyük problemlerinden biri "korsan kaset"lerdi. bir albümün başarısı anlatılırken "kaset 1 milyon sattı, korsanlarla 3 milyon olmuştur o" gibi cümleler kullanılıyordu. bu korsan kaset problemini çözmek için 1986'da bandrol yasası çıkarıldı. artık plak şirketleri kültür bakanlığı'ndan bandrol alıp, kasetlerin üstüne yapıştırmak zorundalardı. aslında iyi bir amaç ile getirilen yasa maalesef çekirdek'in çalışmalarını bir anda illegal hale getirmişti. oldukça basit yöntemlerle hızlı kaset kaydedip çıkaran çekirdek, aynı hızla bandrol alamazdı. bu nedenle çekirdek sanat evi, yavaş yavaş piyasadan bağımsız sanatçılar için profesyonel albümler çıkaran bir platform haline dönüştü. bu platformun da ilk ürünü pencere önü çiçeği oldu.

    pencere önü çiçeği albümünde bu kayıtların 1986'da çekirdek sanat evi'nde verilen konserlerden derlendiği yazılsa da ben hala buna inanmakta güçlük çekiyorum. çünkü albümün kaydının kalitesi, "biz şarkılarımızı"na kıyasla kat be kat iyi. ayrıca o albümde seyirci sesleri duyulsa da bu albümde seyirciden bir çıt gelmiyor. ayrıca şarkılarda ufacık bile hata duymuyorum. bu nedenle albüm gerçekten konser albümü ile cidden helal olsun. albüm neredeyse tamamen akustik enstrümanlarla kaydedilmiş. zaten epi topu üç kişi var albümde. vokal ve gitarda kızılok ve ortaçgil. bir de akustik, elektro, bas ve perdesiz bas gitarlarda erkan oğur. buna rağmen şarkılar hiç cılız duyulmuyor. hatta bu tarz albümlerde belli bir yerden sonra şarkılar birbirlerini andırır ama burada her şarkının bence kendi bir kimliği var. ayrıca albüm kızılok ve ortaçgil'in o döneme kadar bilmediğimiz yönlerini gösteriyor. kızılok, klasik türk müziğinden ilk kez bu kadar uzak duruyor. ayrıca ileride fazlasıyla dalacağı politik taşlamalara ilk adımlarını bu albümde atıyor. ortaçgil'in ise ilk albümündeki çocuksu ve naif üslubunun yerini daha ciddi ve gerçekçi bir tarz aldığını görüyoruz. ikilinin aralarında paslaşmaları da güzel. kızılok, ortaçgil'in daha şehirli sözlerini okurken, ortaçgil'in de politik taşlamaları dillendirdiğini duyuyoruz. çok da uzun bir albüm değil. uzunluk olarak oldukça tadında.

    albümün açılışını olmasın varsın yapıyor. yukarıda darbeden bahsettim. darbenin en doğrudan etkilediği isimlerden biri elbetteki bülent ecevit olmuştu. darbeden önceki son seçimde "karaoğlan" ecevit'in chp'si %41 oy almış ama buna rağmen mecliste çoğunluğu sağlayamayınca başbakan olamamıştı. ancak 1978'de güneş motel vakası sayesinde başbakanlığa gelebilen ecevit'in sağlam temellere dayanmayan hükümeti birkaç ay sonra ara seçimlerde süleyman demirel'in oy oranını arttırması ile düşmüştü. 1980 darbesiyle ise ne demirel ne ecevit kaldı. ortaçgil ve kızılok'un çekirdek yıllarında ecevit, bir zamanların umudu olmaktan çok uzak bir devrik liderdi. ecevit'ten politikacılığını aldığımızda da geriye şairliği kalıyor elbette. kızılok, ecevit'in siyasi görüşüne yakın olduğu gibi şairliğine de ilgi duyuyordu. kızılok, 1970'lerde, hem de kıbrıs barış harekatı'ndan çok kısa süre sonra, ecevit'in türk - yunan şiiri'ni bestelemişti. şarkı bu albüme kısmetmiş. keza albüm kapağında yazdığına göre, şarkının oy kaybettirme ihtimali olduğunu düşünen ecevit kaydın yayınlanmasına uzun süre izin vermemiş. ama artık oy kaybı derdi olmayan ecevit tabii ki bu albüm için izin istendiğinde olumlu yanıt vermiş. şiirin türk yunan dostluğu teması şarkının içinde çift gitardan gelen buzuki havasına yedirilmiş. ortaçgil ve kızılok'un bir önceki konser albümünde bulunan kızılok'un katerina yorumunda kızılok'un yunan müziğine yatkınlığını zaten görmüştük. bu şarkının ikinci yarısında erkan oğur'un perdesiz gitarı o buzuki havasının yanına anadolu'dan nameler ekliyor. o kadar da inanılmaz oluyor ki. kızılok'un vokali her zamanki gibi kusursuz. sıla, hasret, özlemi anlatacak kadar hüzünlü, dostluğu anlatacak kadar sıcak. kızılok, bu şarkıyı yazdığı dönemde bir başka ecevit şiiri bach sonatı'nı da besteleyip, ecevit'in huzurunda trt'de çalmıştı. hatta çekirdek dönemi'nde "biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi" demesine rağmen, o dönem bach sonatı ile eurovision'a katılmak için ecevit'ten izin istemişti. o şarkı maalesef hiçbir stüdyo albümüne giremezken, "olmasın varsın" çok iyi bir düzenleme ile iyi ki bu güzel albümün en başına eklenmiş.

    ortaçgil'in bugün baktığımızda en önemli şarkılarından biri olan değirmenler, albümün ikinci şarkısı olarak karşımıza çıkıyor. aslında şarkı ilk kez "sen, ben ve değirmenler" olarak rüzgara söylenen şarkılar dinletisinde ortaya çıkmıştı. işin ilginci, bu albümde "değirmenler"i ortaçgil'in değil kızılok'un söylüyor olması. başka şarkıcıların şarkılarını neredeyse hiç söylememiş kızılok'un bir ortaçgil şarkısı yorumluyor oluşu kendi başına çok hoş bir durum. kızılok'un ortaçgil'den daha iyi bir vokalist olmasından ötürü de bu tercih kulağa çok iyi geliyor. yine de nakaratlarda ortaçgil'in geri vokali oldukça belirgin. böyle efsanevi şarkılar hakkında ne denir bilmiyorum aslında. şarkı boyunca farklı farklı gidişleri dinliyoruz. zaman durmadan ilerliyor. dostlar gidiyor. kuşlar gidiyor. uçurtma gidiyor. bir tek iki kişi değirmenlere karşı direniyor, "sen ve ben". ama onlar da yitip giden bir savaşçı. bu savaşı kaybeden ikili de dereler gibi denizlere gidiyor. ama en güzel mısra nakaratı bitiren mısra: "belki de en güzeli böyle". hayat durmadan ilerliyor, çünkü hayatın kanunu bu. bunu kabullenip tadını çıkarmak en iyisi. mesela kızılok'un şarkı sonundaki iç çekişi ve erkan oğur'un mükemmel solosunu dinleyerek geçip giden zamanı iyi bir şekilde kullanabiliriz. değirmenler'in birçok versiyonu var ama benim için en iyi versiyonu hep bu olacak çünkü "en güzeli böyle".

    ama yine de benim için albümün en iyi şarkısı güneşin aynasında. kızılok ve ortaçgil'in ortak üretimi olan bu şarkı hem müzikal hem söz olarak çok güzel. giriş melodisi çok hoş. sadece giriş de değil. erkan oğur'un şarkı boyunca arka planda çaldığı küçük pasajlar ve şarkı biter gibi yapıp bitmedikten sonra gelen solo da çok hoş. insanın eline akustik gitar alası geliyor. ama alsa ne olacak. erkan oğur'dan çıkan sesi en baba gitardan çıkarmak zor. vokalde yine kızılok oldukça başarılı. ortaçgil'in geri vokali de yine çok uyumlu. sözlerde hafiften bir gizem var bence. şarkının ana karakteri düşünüyor, şarkıyı dinleyen düşünüyor. hatta bir bilmece de var şarkının içinde: "bil bakalım sen nesin?". şarkının ilk kısmına bakınca bunun cevabı "bir sevgili" gibi geliyor ama bence bu doğru cevap değil. çünkü bu sorunun olduğu kıtada basit bir aşktan daha büyük bir şeyin ipuçları var: "kalemin yasaklarında, çalışan parmaklarında ve ağaran saçlarında tutsak bir düşüncesin". şarkının girişinde "güneşin aynasında ben" mısrası da şarkının sonunda "güneşin aynasında biz"e dönüyor. bu "ben"den "biz"e dönüş de bir ipucu. benzer bir tema ortaçgil'in sen varsın şarkısında da vardı. benim için iki şarkıda da daha özgür, daha dost bir ülkenin özlemi var ama elbette ki yoruma çok açık bir şarkı bu. "ben bunları düşünmek istemiyorum" diyenler için de bir müzik ziyafeti var. daha ne olsun?

    bir önceki şarkı politik olabilir ama albümün dördüncü şarkısı uyusun da büyüsün ise değerleri darbe sonrası hızla değişen toplumu anlatmakta. aslında "iyi uykular türkiyem (!). anlayana..." muhalifliği ile aram iyi değil ama bu şarkının ismine rağmen bu tarz bir muhalefetten çok farklı olduğunu kabul etmem lazım. mesela şarkının girişini çok seviyorum. herhangi bir çocuğun sıradan hayatını anlatan kelimeleri sıraladıktan ve "ve de ciklet" diyerek bitirdikten sonra birden bire "hoppala yavrum, coca cola"yı duyuyoruz. hoppala, çünkü o zamana kadar coca cola, bir çocuğun hayatında yoktu. 1986 yılında coca-cola ve fanta'nın ilk kez 330ml'lik teneke kutularda piyasaya çıkması elbette tesadüf değildi. şarkıdaki "çokonat'ın lezzeti bambaşka" sözü de coca-cola ile birlikte reklamların hayatımıza ne kadar dahil olduğunun bir göstergesi. çokonat jingle'ını ortaçgil ve kızılok'un eski dostları mfö'nün yapması da hayatın bir ironisi. darbe sonrası müzik kültürü de dönemin en ünlü isimlerini sıralayarak çok doğrudan yansitilmis. arabesk, arabeskleşmiş türk sanat müziği ve yabancı sözlü pop müzik dönemin furyaları olarak sıralanıyor. playboy da dönemin önemli trendlerinden. türkiye'de erkekçe, bravo, playmen ve gözde kadın dergileri büyük tirajlar yakalayınca playboy dergisi de 1985 yılının sonunda türkiye pazarına giriyor. futbol da elbette ülkenin en büyük eğlencelerinden biri. 70'lerin sonu 80'lerin başında yabancı futbolcu sayısında kısıtlamalar olsa da 1980'lerin ortalarında yabancı futbolcular tekrardan ülkeye gelmeye başlıyor. gerçi kızılok ve ortaçgil'in saydığı üç yabancı isimden ikisi teknik direktör ama olsun. "darwin, hacı hoca" derken bence doğrudan adnan oktar'a gönderme var keza oktar ilk kez 80'lerin ortalarında kendini göstermeye başlıyor. bir de tabii bu kadar materyalist bir toplumda eğitimin de artık bir at yarışına çevrilmesine de gönderme var. "ne sağcı, ne solcu, doğramacı, macuncu" derken de yök'ün ilk başkanı olarak üniversiteleri apolitik hale getirme çabalarının sembol ismi ihsan doğramacı'yı da bir anmışlar. 3 dakikalık şarkıda daha fazlası da var ama bu kadar yeterli. bu temalar daha sonra kızılok albümlerinde karşımıza sık sık çıkacak ve bu şarkıyı ninni ismiyle olmuyo olmuyo albümünde oldukça kötü bir düzenleme ile dinleyeceğiz. ilginçtir ki ortaçgil de bu şarkıyı konserlerinde söylemekte. biraz garip duruyor ama neden olmasın? müzikalitesinden pek bahsetmedim ama şarkının matrak havasına matraklık katan kazoo solosuna değinmek lazım. bu şarkıdan önce hiçbir türk şarkısında kazoo duyduğumu sanmıyorum. onun dışında oldukça sade, şarkının sözlerini öne çıkaracak bir düzenlemesi var.

    şimdi kasedin diğer yüzüne dönelim. bizi ortaçgil'in vokali ile bir nihavend yalnızlık karşılıyor. ortaçgil'in betimlemeleri, öyküleri her zaman farklı ve güzel. bunda hem fikiriz. ama bu şarkı şarkıdaki kişinin iç dünyasına ek olarak, bu kişinin bulunduğu çevreyi de bence muazzam betimliyor: gazeteler, manav, kapı, tas, eski sinemalar, takvim yaprakları ve daha fazlası. bu nedenle şarkıyı ne zaman dinlesem kafamda eski ahşap evlerin bulunduğu bir mahalle canlanıyor. ancak kelimelere çok iyi hükmeden bir insan bu hissiyatı yaratabilir. mesela "elim cebimde" değil de "cep elimle dolu" tabirini kullanıyor ortaçgil. ne kadar güzel, ne kadar yeni, değil mi? ana karakteri çevresinden izole etmemesine rağmen, şarkının "kanımca her şey boşuna" diye bitmesi ve bunun hissettirdiği yalnızlık çok etkileyici. bu kabullenmişlik, benim için "değirmenler" ile bir bağ kurmakta. etrafında çok şey oluyor gibi gözükse de aslında hiçbir şey olmayan karaktere çok iyi ses veriyor ortaçgil. kızılok'un geri vokali de leziz. oğur da şarkıyı yine çok tatlı melodilerle doldurmuş.

    pencere önü çiçeği, bana "bir nihavend yalnızlık"ın bir adım ötesi gibi geliyor. yine bir ev, yine yalnız bir karakter. ama pencere önü çiçeği çok trajik bir hikaye. bu hikayeyi ortaçgil'e yazdıran ilhamın nereden geldiğini dinlemek isterdim. şarkı ailesi tarafından bilinçli bir şekilde evde tutulan bir kızdan (ya da erkekten ama ben hep kız diye düşünürüm) bahsediyor. pencerenin berisinde her gün güzel yemekler, içecekler vardır. çok güzel kitaplar okur, güzel kıyafetleri vardır. e bu güzel bir şey. pencerenin ötesinde zorlu rüzgarlar ve haylaz çocuklar vardır. bu sayede kızımız ne kıvrılır ne koparılır. e bu da güzel bir şey. ama pencerenin ötesinde kötü olduğu kadar iyi de vardır. ansızın yağmur yağar ama gökkuşağı da vardır. farklı insanlar, farklı çiçekler vardır. sabahlar dipdiridir pencerenin ötesinde, bahar insanın içine kıpırtılar doldurur. hele gece olduğunda pencerenin ötesinde insanlar ay ışığının keyfini çıkarır, pencere önü çiçeği ise ancak yapay bir lambanın keyfini çıkarmaya çalışır. ne kadar anlamlı sözler. müzik de sözler kadar yumuşacık. belki öykü şarkının müziğinin önüne geçiyor ama erkan oğur, yıllar sonra şarkıyı enstrümantal olarak yorumlayıp müziğinin güzelliğini de başarı ile vurgulamıştı. onu da kaçırmamak lazım.

    "pencere önü çiçeği"nde entelektüel kelimesini duymuştuk. şimdi ise bu şarkıda entelektüel kavramına biraz daha dalıyoruz. 1980'lerde başlayıp günümüze kadar gelen bir tartışma aslında bu: "entelektüel kimdir? entel nedir?". benim garibime giden o dönem herkesin entellerle dalga geçmesi. bu şarkı entelektüellere takılıyor. sonra cem karaca, yarım porsiyon aydınlık ile entelle dalga geçiyor. ahmet kaya, entel maganda diyor. üşenmedim baktım, zülfü livaneli de entelleri eleştiren, entel kadroların ona saldırdığını söyleyen bir makale yazmış zamanında. e sen değilsen, ben değilsem, kim bu entel? neyse, bu şarkıyı dinlemek çok zevkli çünkü sözleri pek ilginç. müzik olarak da erkan oğur'un elektro gitarı şarkının gerçek havasını veriyor. ama gel gelelim bu şarkı tam olarak ne anlatıyor, bilmiyorum. bu kadar anlamsız olması elbette dolu gözüken ama aslında bomboş konuşan entelektüeli eleştirmek için bilerek yapılmış olabilir. daha doğrudan göndermeler de var. mesela entelektüelin içtikçe filozofluğu bırakıp hanımefendilere yazmasını anlattığı kıta pek açık. bir de tabii ki ülkenin entelektüelinin düştüğü hali düşünerek saçları beyazlayan karakterimizi son kıtada görmekteyiz. şarkı kızılok ve ortaçgil'in ortak çalışması olsa da ve şarkıyı ortaçgil söylüyor olsa da konu ve üslup olarak tamamen bir kızılok şarkısı bu. keza bu şarkıyı da kızılok, olmuyo olmuyo albümünde yeniden yorumlamıştı. hatta sözleriyle oynamalar yapmıştı. düzenleme hala çok kötü olsa da ritmi ve yeni sözleri aslında iyiydi. bu iki versiyonun karışımından ortaya çok iyi bir şarkı çıkabileceğini düşünüyorum.

    albümün son şarkısı şarkıdaki maymun. şarkıyı sözsüz dinle, dersin ki "ah ne kadar romantik, hoş bir şarkı. şu kemanın güzelliğine bir bak". bu arada kemanı çekirdek müzik okulu öğrencilerinden biri çalmış. çok kompleks bir pasaj değil, yani bir öğrencinin bunu çalıyor olması çok şaşırtıcı değil. ama keman, şarkının havasına çok iyi gitmiş ve doğru yerde doğru notaları şarkıya eklemiş. ama sözler acı biberden acı. ajda pekkan'ı hedef alan şarkı söz olarak çok sert. hatta yanlış hatırlamıyorsam ortaçgil, "biraz abartmışız" tarzı bir yorum yapmıştı bu şarkı hakkında. haklı. şarkı da aslında eleştirdiği konuda haklı. türk müziğine sadece görünürde katkıda bulunan ama aslında için boş bir müziği ve bu şarkıcının tüketime, alışverişe dayalı imajını eleştiriyor. ama kızılok'un dilinin de pek kemiği yok. hadi "maymun" kısmını geçtim. "oysa gerçekte bir maskarasın", "gerilmiş bir dümbelek", "bomboş kafandaki zindan" gibi oldukça ağır tabirler var. ama ajda pekkan'ın o dönem yurtdışında tanınma çabaları ve bunun başarısız olmasına rağmen medya tarafından pohpohlanması, bu çabalar süresince ülkenin tanıtımı için ya da ülkenin yararına hiçbir şey yapılmaması, halktan kopukluk ve üstten bakma gibi konular doğrultusunda doğru eleştiriler var. en sevdiğim kısmı da fransızca şarkılar yapıp, türkçesinin içine bilerek fransızca kelimeler atan ajda pekkan'a nazire yaparak kızılok'un bir kıtayı fransızca okuyup, pekkan'ı bir de fransızca eleştirmesi. bence çok karizma bir hareket bu. aslında ben de ajda pekkan'ın şarkılarını seviyorum. hatta bir günah gibi bence çok iyi bir şarkı. ama fikret baba bu. öyle kolay karşı çıkılmaz. sözler ne kadar sert olsa da müziğe öyle bir oturtmuş ki ne dese dinlenecek bir şarkı ortaya çıkarmış.

    pencere önü çiçeği, kızılok ve ortaçgil için çok verimli bir dönemin zirvesiydi. bundan sonra kızılok ve ortaçgil'in müzikal ortaklığı farklı bir şekle döndü. ikili, çekirdek'in genç şarkıcılarının stüdyo albümlerinde işin mutfağında yer almaya başladı. bir yandan prodüktörlük yaparlarken birçok yeni kızılok ve ortaçgil şarkısı bu kasetlerde ilk kez dinleyicilerin kulaklarına farklı seslerden ulaştı. ama prodüktörlük, kaset basmak, tanıtımı, masrafları derken bu ortaklığın rengi değişmeye başladı. ikili de yollarını ayırmaya karar verdiler. kızılok'un ölümüne dek de herhangi bir yerde bir araya gelmediler ya da geleceklerine dair en ufak olumlu bir sinyal göstermediler. kızılok, 1989 tarihli yana yana ile bir kez daha büyük kitlelere ulaştı. ama kızılok bu kitleleri yine elinin tersiyle itti ve 1990'ların ilk yarısında huysuz bir ihtiyar olarak oldukça politik ve didaktik çalışmalar yapmayı tercih etti. sonra da inzivaya çekilip, 2001'de aramızdan ayrıldı. ortaçgil ise hiçbir zaman büyük kitlelere ulaşmadı, hiçbir zaman çok sivri bir politik kimliğe de bürünmedi. aşka, hayata, yalnızlığa, mutluluğa dair şarkılardan oluşan albümlerini 90'lar boyunca arka arkaya yayınlayarak oldukça güçlü, kemik bir kitle elde etti. yıllar yıllar sonra kızılok ve ortaçgil'in trt'de yaptığı çocuk programının görüntüleri internete düştü ve 2007'de büyükler için çocuk şarkıları yayınlandı. böylece kızılok ve ortaçgil ortaklığının bambaşka bir yüzüne de şahit olma şansı yakaladık. şimdi bakınca kızılok ve ortaçgil gibi iki dev ismin bir araya gelip bir süre beraber çalıştığını görmek heyecan verici. ama olayın aslı elbette bu değildi. bu ortaklık, müzik dünyasından tokatlar yemiş iki idealistin kurak bir çöle ektiği tohumların küçük bir ormana dönme hikayesiydi. pencere önü çiçeği de bu ormanın belki de en güzel ağacıydı.

    5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: güneşin aynasında, pencere önü çiçeği, entelektüel

  • fikret orman önce çinlileri kazıkladı,
    çinli değilim diye ses çıkarmadım.
    sonra italyanlardan 1000 euro'ya dünya çapında golcü aldı
    "italyan değilim ki" dedim, sesimi çıkarmadım.
    almanlara yedek oyuncuyu 5 milyona sattı,
    "almanları düşünmek bana mı kaldı" dedim sesimi çıkartmadım.
    en sonunda gözünü biz taraftarların cebindeki paraya dikti
    etrafta beni kazıklamasına ses çıkartacak kimse kalmamıştı.

    (bkz: ulan fiko tek maçtan yatırdın bizi kombineye)

  • skor odaklı bir taraftar olmadığımı ön bilgi olarak sunarak; biri fener derbisi olmak üzere son 5 maçının 4'ünü kazanmış, son 4 senenin en iyi 8 haftalık açılışını yapmış, sezon başında teknik direktör, sezon içinde yönetim değiştirmiş bir takım olmasına rağmen maç fazlasıyla da olsa an itibari ile zirvede... aynı durumda fenerbahçe olsaydı, an itibariyle tüm gazeteler:

    - ismail kartal'ın anka kuşu gibi küllerinden doğuşunu,
    - emenike'nin afrika'daki fakir günlerini,
    - sow'un müslümanlığını,
    - aziz yıldırım'ın ileri görüşlülüğünü,
    - emre b.'nin nasıl bir lider olduğunu,
    - meireles'in nasıl şarkı söylediğini,
    - fenerbahçe'nin şampiyonlar ligindeki tek temsilcimiz olduğunu,
    - volkan demirel'in ( lan bunun yine ayılığından bahsederler, ayı her zaman ayıdır ) yazıyor olurdu.

    aynı basın cimbom için neler konuşuyor?

    * sabri'nin yönetim tarafından affedilmesi,
    * kadronun yönetim tarafından kurulması,
    * sneijder'ın ilk 11'den kesilmesi,
    * sneijder'ın kaprisleri,
    * sneijder'ın karısı,
    * prandelli'nin vizyonsuzluğu,
    * prandelli'nin disiplini elinde tutumaması,
    * prandelli'nin bugün yarın kovulacağı,
    * yeni yönetimin, emanetçi olduğu,
    * bu futbolla almanya'da kaç yiyeceğimizi

    bunlar konuşuluyor. bizim mal taraftar da bunları her zaman ki gibi yiyor.

  • sauron, gandalf, saruman, radagast falan bunlar maia'dır. yani ruh vari yaratıklar. elfler, insanlar, orklar, cüceler, hobbitler vesairin aksine dünyalı değillerdir. arda'ya (dünya) yaratıldıktan sonra, valar'la beraber veya valar'dan sonra gelmişlerdir.

    şimdi, tolkien'in orta dünya evreninde hem çok hem de tek tanrılı bir sistem var. tüm evreni yaratan, diğer alt-tanrıları da yaratan tek bir tanrı var, adı eru iluvatar. bu tek tanrı, daha sonra valar'ı yaratıyor. valar'ı melekler gibi düşünebilirsiniz, iluvatar'a hizmet ediyorlar. aralarından biri kötü ruhlu, yani bir nev'i iblis, valar'ın en güçlü iki isminden biriyken sonra kötü yola sapacak, onun adı da melkor.

    bir de maia var, maia'lar, valar'ın hizmetkarları. her maia, bir valar'a bağlı çalışıyor. bunları da ruh, peri gibi adlandırabiliriz.

    eru iluvatar, arda'yı (dünyayı) yarattıktan sonra (çok özet geçiyorum) iki kıta oluşturuyor. eru iluvatar'ın izniyle kıtalardan batıdakine valar (alt-tanrılar) ve maia (ruhlar) yerleşiyor. doğudaki ise, bizim orta dünya dediğimiz yer ve onun uzantıları. elfler, insanlar falan hep burada doğup büyüyor. elflerin bir kısmı batı kıtasına gidip orada yaşıyor, sonra bir kısmı geri dönüyor, melkor bunları kandırıyor falan filan uzun hikayeler.

    gelelim sauron'a, sauron da melkor'un maia'sı.

    şimdi, dünyadayken bu valar ve maia etten kemikten forma giriyorlar. genelde insan/elf formunda geziniyorlar. esasen ruhani varlıklar tabii. ama özellikle orta dünya'da, yani doğu kıtasında insanlar arasında gezerken, fiziki bedenlere bürünüp dolanıyorlar. deniliyor ki (tolkien diyor tabii neticede hepsi kendi kurgusu) uzun yıllar (binlerce yıl) aynı fiziki formda dolandıkları zaman, tekrardan ruhani formlarına dönmeleri çok zorlaşıyor.

    şimdi melkor kötü, sauron da onun hizmetkarı, o da kötü. ama ikisi de çok güçlü varlıklar. sauron'dan önce kötü adam melkor ama yani sauron bir ise, melkorun gücü bin, belki yüz bin. öyle de bir fark var. çok büyük savaşlar oluyor. valar kılıcını yayını alıp orta dünya'ya geliyor. melkor'un altından girip üstünden çıkıyorlar. adam bire karşı on savaşıyor, melkor napsın. kaybediyor. melkor'u alıp dünyanın ötesine, uzaya (boşluk) hapsediyorlar.

    fakat tabii valar dediğin çok kudretli yaratıklar. orta dünya mahvoluyor bu savaşta. valar baltasını indirdi mi dağlar yarılıyor falan, su altında kalan ülkeler, komple yok olan şehirler vesair. valar diyor ki "aga biz artık buraya karışmayalım, bırakalım elfler, insanlar, cüceler falan kendi göbeğini kendi kessin" ve geri batı kıtasına dönüyorlar.

    işte sauron da böyle bir ortamda güçleniyor. yani yüzüklerin efendisinde valar çıkıp gelse, sauron'un ümüğünü sıkarlar. beş dakikalarını almaz. ama gelmiyorlar. çocuğunun yürümesini öğreten ebeveynler gibiler. hatta sauron'un o filmde gördüğümüz parmağının kesilmesi sahnesinde falan valar'ın neredeyse hiç müdahalesi yok. büyücüler, arifler yok yani. insanlar, elfler ve cüceler beraber savaşıyor ve yeniyor sauron'u.

    bu arada şunu diyebilirsiniz, madem valar melkor'u yendi ve dünyadan kovdu, sauron'u neden sağ bıraktı? şöyle ki, melkor yenilince sauron valar'a koşup tövbe ediyor, ayaklarına kapanıyor (valla). "ben ettim siz etmeyin" diyor. ağlıyor sızlıyor. bunu affediyorlar. bir süre iyi adam rolünde elflerin arasında dolanıyor. işte o dönemde yüzükleri yapıyor, kandırıyor insanları cüceleri ama elfler olaya erken uyanıyorlar. sauron kötü niyetini alenen ilan edip orta dünya'da melkor'un eski müttefikleri ve hizmetkarlarıyla (orklar, ejderhalar falan) beraber yeniden savaşa girişince, valar yardım etmiyor (önceki savaştaki yıkım sebebiyle çekiniyorlar). ama elfler, insanlar ve cüceler iyi iş çıkarıyor. sauron'u yeniyorlar. yüzüğünü de alıyorlar adamın (gasp ediyorlar adamı).

    neyse, sauron'un bedeni ölüyor o savaşta ama ruhani varlık dedim ya, bu kaçıyor. ormanlarda dağlarda saklanıyor. bu arada nazgüllerin, yani 9 insan kralın lideri olan kral kendi ülkesini kuruyor, o da yeniliyor falan. sauron gölge gibi hala. yavaş yavaş güç kazanıyor.

    valar bunu fark ediyor. ama kendi gelmek yerine, 5 tane maia yolluyorlar orta dünya'ya. bunlar işte saruman, gandalf, radagast ve iki büyücü daha. bunlara diyorlar ki, "insanları, elfleri ve cüceleri sauron'a karşı hazırlayın. ama onlara krallık etmeyin, liderlik yapmayın. hükümdar değilsiniz. sadece danışmanlık yapacak, rehberlik edeceksiniz". böylece orta dünya'ya geliyorlar.

    ama içlerinde en güçlüsü olan saruman kötü yola meylediyor. sauron'u yenip orta dünya'ya hakim olmayı arzuluyor. bu sebeple valar'ın desteğini yitiriyor. çok uzun süre insan görünümündeki bedeninde kaldığı ve geliş sebebini bir yana bıraktığı için, kitapta da filmde de öldükten sonra tekrar ruhani bedenine kavuşamıyor. yalan oluyor yani saruman. maia'lar bir bedende uzun süre kalınca artık şekil değiştiremiyorlar.

    sauron öyle değil. yüzüğü var. gücünü yüzüğüne aktarmış. isuldur parmağını kesip sonra öldürdüğünde tamamen ölmüyor. aslında ölmesi lazım çünkü onu kurtaracak bir melkor yok. ama yüzük hala var. yani sauron yüzüğün var olduğunu biliyor, fakat yerini bilmiyor. nehirde denize sürüklendi sanıyor herkes, buna gandalf ve elfler de dahil.

    sauron nihayetinde fiziki bedenine kavuşuyor. filmlere bakmayın, esasen bu eleman yüzüklerin efendisi boyunca kulesinde takılıyor. ayağı kolu bacağı kafası elleri falan var. bir parmağı yok, kesilmiş. demek ki yenisini çıkaramamış. muhtemelen yüzüğü takınca tam gücüne kavuşacak.

    yüzük olmadığı için farklı şekiller de alamıyor. insan formatında takılıyor.

    işte özetin özetiyle olaylar böyle.

    edit: bu arada sauron'un gözü, gerçek bir göz değil. yüzüklerin efendisinde iki ayrı boyut var. biri maddi boyut. biri de ruhani boyut. frodo yüzüğü takınca bu boyuta geçiyor. maia ve güçlü elfler aynı anda iki boyutta da yer alıyor (bu elfler yüzüğü takınca bile frodo'yu görebiliyor). mesela frodo da, normalde hayalet gibi olan yüzük tayfı insan kralları (nazgüller), yüzük takınca tam görüyor (gözleri, elleri, kolları vesair çünkü nazgüller ruhani boyutta yaşıyor). işte gandalf (özellikle ak gandalf olduktan sonra) ve sauron da bu ruhani boyutta çok uzak mesafeleri görebiliyorlar. sauron'un gözü dedikleri şey de, frodo yüzüğü takınca bunu hisseden sauron'un ruhani boyutta uzaklara bakıp yüzüğün yerini bulmaya çalışması.

    edit 2: peter jackson, yüzüklerin efendisinde uydurduğu "göz-saruman" şeysinden sonradan vaz geçmiş ve hobbit filmlerinde bunu "sauron ve etrafında parlayan ateş" şeklinde yeniden uyarlamış, biraz kitaplara uygun hale getirmişti.

    edit 3: peki ya sauron kazansaydı ne olurdu? muhtemelen elflerin hepsi orta dünyayı terk ederdi. insanların batı kıtasına girişi yasak ama valar eskiden olduğu gibi onlara ayrı bir ada ayırabilirdi. ama bunun cücesi, enti, hobiyi falan da var. muhtemelen bir noktada manwe’nin (valar’ın lideri, yeryüzündeki en kudretli varlık) tepesi atar, “eeeh yeter ulan” diyerek tahtından kalkar ve denizi geçerek sauron’a tekmeyi basardı (tabi eru gitmesine izin verirse). ama orta dünya önce sauron’un sonra valar müdahalesiyle mahvolurdu.

  • mangal gibi yurekleri vardir ve her cesur insan gibi majestelerinin agiz dolusu hakaretine maruz kalmislardir.

    “şimdi geliyorum çok enteresan şurada bir grup, affedersiniz edebim müsaade etmiyor tabi de, sırtlarını dönerek işaret yapıyorlar. ya sizde zerre kadar nezaket varsa, haysiyet varsa, yani zerre kadar kabiliyetiniz varsa siyasette yer parlamentodur. orada konuşursunuz. meydanlarda konuşursunuz. kalkıp da bu tür tehditlerle bu tür affedersiniz ahlaki olmayan yöntemlerle bir yere varamazsınız."

    http://haber.sol.org.tr/…sizde-haysiyet-olsa-118308

  • böyle insanlar gününüzün daha mutlu geçmesini sağlarlar, somurtkan somurtkan yolda yürürken karşıdan karşıya geçmek için beklerken birden bir araç durur ve size yol verir şofürü de genelde eliyle geçiniz şeklinde bir hareket yapar gülümser selam verirsiniz anlık mutlu olursunuz, her şeyin o kadar da kötü olmadığına karar verirsiniz, dünya hala güzeldir.

  • lipton'a satılma zamanının gelmiş olduğuna delalettir!

    sonuç olarak da çayı bahçelerinde bırakacak binlerce çiftçi...

    şekerpancarı gibi, fındık gibi...

    uyu türkiye! bu kez kurtuluş savaşı verecek bir liderin de yok...