hesabın var mı? giriş yap

  • reddedildiyse damat adayıyla ben bir çay içebilirim.
    erkeğim ama anlaşırız diye umuyorum hele bi çay içelim çay önemli.

  • "deniz kenarına bırakılmış bir tekne düşünelim. eğer bilinçli bir müdahale yapılmazsa zaman içinde bu tekne yıpranacaktır. mesela yüz sene sonra tekneye bakmaya gelseniz tekneden belki de eser dahi bulamayacaksınız. yani kimse teknenin bir gemiye dönüşme hikayesini beklemez."

    bu sözleriyle beni dine döndüren video. insanlar maymundan geliyorsa şimdiki tekneler neden gemi olmuyor sorusunu kendime sorunca gerçekleri anlamaya, aydınlanmaya başladım.

  • itiraf ediyorum:

    o devlerden biriyim ve mağaraya interneti yeni bağlattım.

    tarihi geçmiş bir konuya sözlükte her el atışımda "kardeş hayırlı olsun mağaraya internet bağlatmışsın" yazan tüm o cüceleri 2023'te çıktığımda ziyaret edicem.

  • karbonat ve kabartma tozu arasinda bocalayan cocuktur.

    + oglum bi kabartma tozu al hadi kos.
    - tamam anne. vinnnn..

    yol boyunca:

    - kabartma tozu kabartma tozu..heh he bu sefer karistirmama imkan yok..karbonat ile ne alaka ki.. karbonat mi ? lan yoksa kabartma tozu muydu ? anneme sorsam gudumlu anne terligi gelebilir her an...

    bakkalda:

    - amca bir ekmek bir de karbonat lutfen..

    (bu sahne hic abartilmadan hayatimda 20 kere gerceklesmistir)

  • bir onbaşının liderliğini görmek.

    adana yüreğir ile karataş arasında yolun herhalde tam ortasında doğankent diye niye var olduğunu sakinlerine sorsak mantıklı bir cevap alamayacağınız bir belde bulunur. 90'lı yılların başında doğankent jandarma karakolu da yolun karataş'a bakan yüzünde tarlalara sırtını dayamış, beyaza boyanmış alçak tuğla duvarlı ve iki üç göz odadan ibaret bir yapıydı. tam bir köy karakolu gibiydi. 20-30 er erbaş ve bir kıdemli bçvş komutanlığında dört astsb ile tesis edilmişti. o bölge çukurovanın tam da coğrafi merkezine denk geldiğinden karakolun etrafı da göz alabildiğine dümdüz bir araziydi. etrafta dağlar ormanlar gibi düşman unsurun saldırı yapmasını kolaylaştıracak bir şey olmayınca oradan da klasik askeri anlayışa göre bir olay beklemiyorsunuz. empati de kurunca lan kim doğankent karakoluna ne yapsın diyorsunuz.

    ama yaptılar. malesef.

    yanılmıyorsam 1993 yılında bir yaz gecesi, geceyarısına yakın ve geçkin saatlerde karakol bir anda çapraz ateşe alınıyor. etrafta doğal bir yükseltiyi bırak yüksek bir bina bile olmadığı için ağır silah kurmadan 10 veya daha az sayıda terörist doğu batı istikametinde ellerindeki yalnız kaleşnikoflar ve el bombaları olduğu halde saldırıya geçiyor. gecenin sükuneti sürerken birdenbire çapraz ateşe başlıyorlar. karakolda o güne kadar doğru düzgün silah ateşlemiş tek bir asker bile yok. zaten doğankentteki bütün olay tarlalarda esrar var mı diye bak - yol kes idari arama yap - "kocam beni çok dövüyor söyleyin az dövsün" diye karakol ziyaret eden hanımlardan ifade al ekseninde gerçekleştiği için bu birdenbire gelen silahlı saldırı karakolu paniğe sevkediyor.

    karakolda bir adet mg3 var onun dışında alay komutanının da deyişiyle içerde "bi bok yok". cendermeler can havliyle mg3ü iki şeridiyle beraber çatıya kuşların yuva yaptığı mevziye çıkarmaya çalışıyorlar. silahını kapan dışarı kendini atıp duvar dibine mevzi almaya çalışıyor. herkes don atlet, duvarlara kolonlara camlara habire mermi isabet ediyor ve ilk bir iki dakikada karakol buna hiçbir karşılık veremiyor.

    çapraz ateşe girmek tüm pusu senaryoları arasında kendinizi en bulmak istemeyeceğiniz, yaşama şansınızın karşılık verme / düşmandaki ağır silah sayısı / ne kadar yakın oldukları / hava şartları gece karanlığı gibi bir çok değişkene bağlı olarak en hızlı azaldığı durumdur. çapraz ateşi kırmanın tek yolu da gökten ejderhalarınız yardıma gelmiyorsa üstün ateş gücüdür. pusuya girenler pusu atanlara bunaltıcı bir volümde mermi yağdırmayı başarırlarsa kafayı kaldırıp durum değerlendirmesi yapabilir, insiyatifi ele alabilir, oradan çıkmak için manevraya girişebilir. yapamazsanız oraya yapışır kalırsınız. burnunuzu bile çıkaramazsınız. bu zayıflığı da düşmanlarınız farkederse yaklaştıkça yaklaşırlar ve birden el bombası menziline girersiniz. sonrası felaket.

    doğankent karakol komutanı astsb bçvş karakolda yattığı ve o sırada orada bulunduğu halde odasının delik deşik olması yüzünden can derdine düşüyor. silahı elde yatağının yanına çöküyor ve orada kalakalıyor. karakolu kendi haline bırakıyor. diğer astsubaylar da izinli. erleri yönlendirecek kimse yok ortalarda. böylece karakolda tam bir cehennem senaryosu hüküm sürüyor. ve teröristler bunu da çok geçmeden farkediyor. ateşi yoğunlaştırıp yaklaşmaya başlıyorlar, silah sesleri gitgide yakına geliyor.

    bu sırada en olması beklenmeyen şey vukua geliyor ve erbaş arasında bir çocuk öne çıkıyor, beyaz atleti şortu ile diğerlerinden ayıramayacağınız elinde g3'ü ile duran bir uzun dönem asker. ateş sürerken kaos esnasında kafasını parapetin üzerinden kaldırıp kendince durum değerlendirmesi yapıyor. bir onbaşı bu. 20 yaşında. kafasının üzerinde vızıldayan mermilerden bir gram çekinmiyor. atış ve yaklaşma noktalarına üstünkörü bir bakıp başlıyor emirler yağdırmaya. -"hüseyin sen şu duvara koş", -"selim sen şu noktayı tara", -"kadir sen her otuz saniyede bir aydınlatma mayını at önümüzü görelim", -"mg3 sen şu alanı tara, sırtımızı temin et" diye bağırarak duvarın ardında ayağa kalkıp bizzat kontrollü bir atışa başlıyor. bunu gören erler korkularından silkiniyorlar. o ana kadar ne yapacaklarını bilemeden titreyen er-erbaşlar birden arkadaşlarından gelen kendinden çok emin ve otoriter bir edayla verilen bu emirleri hiç sorgulamadan hemen harfiyen uygulamaya başlıyor ve hayatında 3 mermiden fazlasını atmamış olan başlarında komutanları olmayan bu çocuklar bir anda inanılmaz bir savunma duvarı oluşturuyorlar. kendi başlarına... askerliğin pratiğine dair fikirleri olmayan askerler korkunç bir ateş volümü yakalıyorlar. onbaşı o kadar doğal bir liderlik sergiliyor ki çatışma on oniki dakikayı geçince atış yoğunluğunun azalmaması için koruma ateşi desteğinde malzemeliğe iki arkadaşını gönderip mermi ikmali falan da yaptırıyor. ateş altında kendine komando binbaşı diyenlere taş çıkartırcasına karar veriyor, uyguluyor, sevk ediyor. savaş alanını domine ediyor herif. teröristler de bakıyorlar ki işin rengi değişmeye başlıyor, komando unsurlarının karakolda olduğunu falan düşünüp, aynı zamanda mermileri de azaldığı için çatışarak çekilip kaçıyorlar. sakızlı hacıali istikametinden tarsus tarafına doğru fıyıyorlar. daha bildik bir tabirle "gece karanlığından faydalanarak" gidiyorlar. ama öğlen güneşi altında kaçsalar da kovalayacak kimse yok zaten.

    sonra ertesi gün oluyor.

    raporda doğankent bütün gece çatışmış ölü yaralı yok diyorlar. başçavuş silah sesleri kesilince odasından çıkıp telsizle yardım istemiş. yardım gelince de erlerin ifadeleri doğrultusunda hemen göz altına alınıyor. bilahare bir buçuk yıl kadar süren bir mahkeme süresince "korktum" diye kendini savunuyor. askeri hakim heyeti de korkmanın insani bir duygu olduğu yönünde emsal bir karar alıyor. bçvş ceza almıyor ama meslekten de ilişiğini kesiyorlar.

    il j. alay komutanı karakoldaki kurşun deliklerine bakıyor. yaklaşık 1000-1200 mermi isabeti var. karakolun her yeri isviçre peyniri gibi olmuş. 45 dakika bir saat boyunca erlerin neler yaptıklarını dinliyor. tüm erler tek bir onbaşıyı işaret ediyorlar. bizi o sevk ve idare etti komutanım diyorlar.

    jandarma albay onbaşıyı karşısına alıyor. hikayeyi bir de ondan dinliyor. zira o onbaşı olmasaydı bir ihtimal o gün gazeteler 30 şehit haberi yazacaklardı. şans. albay da biliyor ki o gün herkes şansa kurtuldu karakolda. ve oraya zorunlu askerlikle getirilmiş, aslında o işi kariyeri olarak yapmayan, yapmak istemeyen bir güruh içinde tam da ihtiyaç anında bir doğal lider çıkması ne büyük bir şans.

    - nerelisin sen onbaşı?
    - izmirliyim komutanım.
    - ne iş yapıyorsun?
    - kunduracı kalfasıyım komutanım.
    - karakolu bütün gece savunmuşsunuz evladım, bizzat sevk ve idare etmişsin. hiç korkmadın mı?
    - korktum komutanım.
    - ee? nasıl başladın ya emir vermeye?
    - kendimi sorumlu hissettim komutanım. en rütbeli bendim.

    onbaşı teröristlerin nerelerden geldiklerini, ne tip silahları olduğunu, malzemeliğin kapısını nasıl kırmak zorunda kaldıklarını anlatır. o anlattıkça zabitan heyeti dinler. adana'nın ne kadar rütbelisi varsa bu kunduracı onbaşının sözünü kesmez. karşısında da oturmazlar. lider yetiştirilenlerin lider doğana bir yerde saygılı olması da böyle insanın içine çok işleyen bir manzaradır. sanki bütün o üniformaların, maskelerin ardında askerliğin daha antik koduna şahit olmak gibidir bu. nihayetinde askerlik kahramanlık mesleğidir. arada gerçek kahraman da görürsünüz. bu onbaşı gibi.

    bilahare doğankent karakolu hemen tadilata girer, dört makineli tüfek bir zırhlı araç ile takviye edilir. astsb yerine bir de üsteğmen atanır ve kahraman onbaşı önünde kalan 90 günlük askerliğini yapmaz. hemen o gün terhise hak kazanır. kendisine verildiğini çok nadir gördüğüm kırmızı tezkere yazılır ve bunu 6. kolordu komutanı korgeneral bizzat eliyle takdirnamesiyle beraber imzalar.

    bu onbaşıların çoğunlukta olduğu bir ordu yaratmak yerine onları kırmızı tezkerelerle eve erken gönderip yola katırlarla devam etmek de sanırsam bize has bir ironidir.

  • imkansızlıkların yarattığı sahte imkanların parıltısı üstüne enfes bir film leyla'nın kardeşleri. her şeyiyle tanıdık ve neredeyse bu toprakların gerçekliğine koşut bir şekilde bize ait bir gerçeği bize bizden daha iyi anlatan bir imkanın, cömertliğin ve yaratıcılığın mahsulü. daha önce de yazdığım gibi türk sinemacılarının neden iran sinemasını örnek alması gerektiğinin bilmem kaçıncı kanıtı bu film.

    filmdeki yoksulluğun panoraması türkiye'nin her yerinde koşulsuz bir şekilde karşımıza çıkan çerçeveye sahip. iktidarın otoriter yapısının baskıladığı toplumların değişmez refleksi olarak kaderle, yazgıyla, inançla kurulan özdeşimin yarattığı bireyin kimlik ve var olma sorunu leyla için kadın olarak katmerlenen bir var olma sorununa dönüşüyor. dinci iktidarların inanç kılıfına sokarak her türden kötülüğü normalleştirdiği, kadınları, çocukları özellikle toplumsal yaşamın süreğenliğinden saf dışı bıraktığı bir toplumsal kurgu içinde var olmaya çalışan onurlu bir kadının hiçbir kahraman titriyle sıfatlandırılmadan ölümsüz bir kahramana dönüştüğü filmlerden oluyor leyla'nın kardeşleri tüm sinemasal saflığıyla. iran sinemasının adeta babadan oğula miras doğallığı, sadeliği, bu sadelik ve doğallıktan doğan gerçekliğin şahitliği, omurgası hiç bozulmayan poetik lezzeti sinemasal zirvelerine bir zirve daha ekliyor.

    tüm yaşamını ona sadece belirli konularda seyirci olma özgürlüğü sağlamış bir erkekliğin kastı altında var olma çabası için mücadele ederek geçiren, yaşamını 4 erkek kardeşi, anne, babası için yani başka yaşamlar için bir tür hoş görü, idare ve denge sahasına dönüşmüş bir kadının, bu insanların hem zeka, hem nitelik açısından çok daha güçlü olan varlığını, kadınlığını, yaşamını bir kenara bırakarak onlara yol olma trajedisini ölümcül bir kırgınlıkla nakş ediyor izleyicisinin yakasına yönetmen saeed roustayi. hem de 39 yaşında. biz de tüm sinemasal dehası çehov, tarkovski kastıyla kutsanış nbc'nin kör gözüne senaryo ve kaba diyaloglarını sinema zirvesi olarak falan görüyoruz.

    leyla'nın gözyaşlarının aktığı sahnelere dikkat edin. isyanını, o gözyaşlarını dökmesine sebep olan yaşamın kırgınlığını bile dilediğince ifade edememenin acısını sessizce döktüğü gözyaşlarına katık ediyor. sadece o an olanlara, geçmişe ve gelecekte olabileceklere ağlamıyor leyla. yazgının şaşmazlığına, kurbanın boynunu bir bıçağa çoktan vermeye hazır teslimiyetine, her şeyin gün gibi ortada olduğu sınıfsal, kültürel, sosyal yapı içinde nizama, kurala, örfe, adete ve en önemlisi cebinde beş parası yokken alçakça bir kurguyla yoksulluğun koltuk altına bir gurur nişanesi olarak sokuşturulan sahtekar itibarın berhavalığına ağlıyor. her şeyin farkında olan leyla, diğerlerinin nasıl her şeyin farkında olamadığına ağlıyor. filmin başında bir işçi olarak hakkını almak için durup eylem yapmak yerine kaçan alireza'nın sözde onurlu davranışlarıyla gelenek ve gerçek arasında sıkışarak can veren geleceğini ancak ve ancak mücadele ederek kazanacağını anlaması ve fabrikaya dönmesi de boşa değil bu yüzden. yönetmen gelecek güzel günleri gerçeği çizgisinin dışına taşırmadan, boş umutlarla, aptalca bir itikat ve iyimserlikle gelmeyeceğini de kulağına fısıldıyor izleyicinin.

    yoksulluğun şakası yok ve leyla tüm bu gerçekliğin içinde bir suçlamaya, utanca, öfke ve nefrete kolaylıkla dönebilecek, bu içten içe kendinden, yoksulluğundan utanma halini uyuşturan boş inançlarla, batılla, sahte gururla ve egemen olanın hiç gelmeyecek olan hülyasıyla dövüşüyor gerçek bir trajik kahraman gibi. kendinden geçiyor diğerleri uğruna ama bunu fedakarlığın don kişot'luğuna soyunmadan yapıyor. dirayet ve itikadını gerçeğin can yakıcı yüzleşmesi ve hükümranlığı için hep diri tutuyor. herkesin öyle ya da böyle leyla'yı dinlemek, leyla'ya inanmak istediği rasyonel bir düzlemin üstünde seyreden neredeyse metafizik toplumsal sütun nihayetinde kendi düzleminde galip geliyor. yoksulluk bir suça, bir utanca, bir failliğe, kötü evlere, eşyalara, konforsuz yaşam alanlarına, sürgüne, kaçışa ve en önemlisi üstü sürekli örtülen bir yüzleşmeden azade zoraki bir sürekliliğe kavuşuyor.

    ve filmin finali... birçok yönetmenin altından kalkamayacağı ustalık dolu bir final yapıyor genç yönetmen saeed roustayi. doğru formüle edilmediğinde, doğru oyun ve mizansen olmadığında karikatüre, gülünç, bayağı, istismar dolu bir sefalet romansına dönüşebilecek o gerçekçi, can yakıcı finali neredeyse tüm gerçekliğinden -film boyunca ilk kez- taşırarak adeta gerçeküstü bir doruğa iliştiriyor. konfetiler, duygu geçişleri, durum ve atmosferin gerçeklikten adeta gerçekdışı bir merkeze, neredeyse aynı noktadan hiç hareket etmeden böylesine bir ustalıkla geçişi bu iyi filmi nihayetinde bir başyapıt haline getiriyor. binlerce film izlemiş biri olarak hafızamda sürekli yer alacak ve asla unutamayacağım, gördüğüm en iyi finallerden biri bu. bunca sadelik ve basitliğin içinden böylesine bir yol bulmak...

    the banshees of inisherin ile birlikte geçtiğimiz yılın en iyi filmi. bizim sinemacılara gerçek sinemanın doğasını anlatmak, öğretmek için döve döve izletilmesi gereken filmlerden.