hesabın var mı? giriş yap

  • bence bir sonraki hedefleri ayakkabı satıcıları olmalı dediğim canım esnaf çeşidi.

    insanlar ayakkabı alıyor onunla yürüyor, nedendir ne yapmak istemektedirler.

  • maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi bilindiği üzere, üst düzey ihtiyaçlar arasında kendini gerçekleştirme gibi ihtiyaçlar bulunur.

    fakat sahip olunan imkanların kısıtlılığından* ya da geçilmesi gereken imkanların zorluğundan dolayı herkes kendini gerçekleştirme faaliyetlerini yerine getiremez.

    işte ırk ya da inanç üzerinden kimlik yaratma, kendini gerçekleştirememiş bireylere bu şekilde muhteşem bir fırsat** verir. kişinin uzun ve zahmetli eğitimler alarak bir beyin cerrahı ya da yazınsal üretimin yetenek geliştirmesinin zorlu yollarında yürüyerek ünlü bir yazar olmasına gerek yoktur; güneş adı verilen orta boy bir yıldızın çevresinde dönen bir toz zerresinin üzerindeki katı kabartılardan birinin herhangi bir noktasında ana rahminde gelişmiş olması, ve ana babadan o bölgeye uyum sağlamak için özelleşmiş genetik materyali almış olması* yeterlidir, veya nasıl yaşaması gerektiğine dair bir takım kurallar tanımlayan, bireyi "doğruyu kendi aklıyla arayıp bulma" zahmetinden ve tehlikesinden kurtaran bir takım mitolojik hikayeleri kendinin addetmesi* yeterlidir. o artık "kendini gerçekleştirmiş bir birey"dir. egosunu bu şekilde tatmin edebilir.

    fakat yine de, bu bireylerin, kullandıkları bu kestirme yola olan inançlarının çok kuvvetli olduğunu pek sanmıyorum. bu özgüvensizlik, yine aynı toplumda, eğitimli bireylere karşı kıskançlıktan doğan bir öfke yaratmakta.

    yine benzer ayrım, insanların dünya görüşündeki gelişmişlik seviyesini ölçmede kullanılabilir. bunun en bariz göstergesi, bir kişiye kim olduğunu sormaktır. eğer kişi kendini, elde etmek için hiçbir çaba göstermediği bir takım kavramlar*** üzerinden tanımlıyorsa, o kişi doğduğu andan itibaren fazla ilerleme göstermemiştir.

  • medreseden yetişmemiştir.

    * bölgenizdeki okullar bunun için yeterli miydi?
    - maalesef biz memleket olarak, her şeyimizi tenkitten hoşlanıyoruz. o dönem okullarımız harikaydı. olağanüstü öğretmenlerim vardı ilkokulda. oradaki ilkokul eğitimini burada amerika’daki en iyi ilkokullarda verirler mi vermezler mi bilmiyorum. o kadar iyiydi.

    * öğretmenler mi iyiydi?
    - tabii. çoğu köy enstitüleri mezunuydu. çok idealist insanlardı.
    http://www.hurriyet.com.tr/…beni-terk-etti-30282793

  • en son böyle biten bir ilişkimde,

    her bitti denildiğinde toparlamak için uğraşıyordum.
    ok dedim,

    kız tarafı tabi böyle bir hareket beklemiyordu benden,
    aylarca konuşmadım, o koştu bu sefer. ama bitmişti artık.
    o bitiremedi.
    seneler geçmişti yine de biteremedi.
    ama ben o gün bitirdim.

    şakaya gelmez bu işler, kızlar.
    sakız çiğner gibi yaşamayın aşkınızı.

  • inen kedidir. merdivenlerin duvara birleştiği kısımdaki dekoratif taşların yer seviyesine paralel olması gerektiği sonucuna ulaşabilecek kadar zeki olan herkes bunu çözebilir.

    edit: resmin üst kısmındaki bölümün döşemenin üstü (yani katlarda üzerinde yürüdüğümüz kısım) olduğunu düşünen arkadaşlar olmuş, orda gözüken kısım bir üst katın döşemesinin alt kısımı (yani o katın tavanıdır) o açıdan bakılınca o şekilde görülmesi beklenen bir durumdur zaten. ayrıca entryde bahsettiğim taşlar merdiven süpürgeliğidir, her merdiven süpürgeliği o şekilde değildir bazısı bir bütün ve kesintisiz devam eden halinde, ancak bu fotoğraftaki gibi olanları için konuşursak o çıkıntıların uzun boyutlarının zemine paralel olması gerekmektedir. ki bu da fotoğrafta zeminin bizim baktığımız açıda olduğunu ve kedinin bize doğru geldiğini (kısacası indiğini gösterir). mimar değilim, lakin bir inşaat mühendisi olarak üç boyut algısı ve yapı ile ilgili bazı kavramlar açısıdan yeterli seviyede olduğumu düşünüyorum.

    ayrıca bir farklı husus ve yaklaşım da şudur: kedi ne iniyor ne de çıkıyor, çünkü bu sadece fotoğraftır, fotoğrafladaki görüntüler hareket etmezler. son olarak; zaten oynanmış ve sırf bu tartışmaya neden olması açısından dizayn edilmiş bir fotoğraf hakkında konuştuğumuzu da unutmamamız gerekir.

  • birkaç haftadır youtube’a girince yokluyorum, edebiyatla alakalı videoların izlenme rakamları gülünç derecede az. ayfer tunç ve murat gülsoy’un zevkle takip ettiğim diyaloglar dizisinin ortalama izleyicisi beş bin civarında. kıraathane istanbul’un videoları ise genellikle dört yüz, beş yüz falan. popüler kültüre, tarihe, müziğe, sanat ve bilim tarihine, sinemaya ve benzeri konulara dair içerikler belli bir süre zarfında beş altı basamaklı izlenme rakamlarına ulaşabilirken, salt edebiyat ve kitaplarla alakalı içerikler besbelli bu kadim sanatla alakadar çekirdek bir kitle haricinde kimsenin ilgi radarına girmiyor, giremiyor. oysa iyi hatırlarım, bundan sadece yirmi otuz yıl önce yeni kitap çıkaran yazarlar kanallara konuk olabiliyor, edebiyat ödülleri ve tartışmalar haber bültenleri ve gazetelerde yer alıyor, hepsi olmasa da bazı yazar ve kitaplar gündem olabiliyordu.

    pew research center, the european book and periodical association, the european commission gibi kurumların son yıllarda yaptıkları araştırmaların sonuçlarına göre amerika ve avrupa’da kitap okumaya ayrılan vakit azalırken, bir sene içinde hiç kitap okumaya insan sayısı artıyor. dr. keith stanovich yeni kuşakların derin ve uzun metinleri anlama kapasitesinin önceki kuşaklara göre daha düşük olduğunu ileri sürüyor. öne çıkan ilk sebep gençlerin sosyal medyada kısa metinlerle daha haşır neşir olması ve dikkat dağıtıcı unsurların artması. merak eden varsa çalınan dikkat’i okuyabilir. global ölçekte kitap satışlarında son on yılda bir düşüş var ama bu düşüşe “şimdilik” dramatik diyemeyiz. türkiye’de ise durum kesinlikle dramatik! ekonomik kriz, toplumsal dönüşüm, despotizm derken 2022 yılında satılan kitapların cirosu 5.7 milyar tl tutmakta. dolar bazında 211 milyon:) türkiye yayıncılar birliği’nin raporuna göre bu satışların türlere göre dağılımı şöyle.

    “2022 yılında yayımlanan kitapların yüzde 19.4’ünü yetişkin araştırma, inceleme kitapları, yaklaşık yüzde 9’unu yetişkin edebiyat sanat kitapları, yüzde 12.1’ini çocuk ve gençlik kitapları, yaklaşık yüzde 8.7’sini inanç kitapları, yaklaşık yüzde 1.4’ünü akademik yayımlar, yüzde 1.5’ini ithal yayımlar ve yüzde 47.9’unu eğitim alanındaki kitaplar oluşturdu. araştırma-inceleme alanı 73 milyon 844 bin 863, edebiyat-sanat kitapları 34 milyon 299 bin 328, çocuk ve ilk gençlik kitapları 46 milyon 048 bin 282 adet üretildi. kültür yayımcılığının toplam üretimi 154 milyon 192 bin 473 adet oldu. kültür yayımlarının toplam oranı ise tüm sektörde yüzde 40.55.”

    vurguluyorum, 85 milyon nüfusa ve 852 milyar dolarlık gsmh’ye sahip bir ülkede ancak “içler acısı” olarak sıfatlandırabileceğimiz bu kitap satışının ancak ve ancak %9’u yetişkin edebiyat sınıfına giriyor.

    “edebiyatın yaklaşmakta olan ölümüne dair en önemli belirtilerden birisi,” demişti joseph hillis miller, “dünyanın her yerindeki genç edebiyat öğretmenlerinin çoğunlukla edebi çalışmalardan kurama, kültürel çalışmalara, postkolonyal çalışmalara, medya çalışmalarına, popüler kültür çalışmalarına, kadın çalışmalarına, afrika – amerika çalışmalarına vs. yönelmesidir.”

    bir tek miller değil, bauman, eco, bloom, lodge… bunlar veya aklıma gelmeyen nice yazar düşünür edebiyatın ölüm çanını duyup vaktiyle kayda aldılar. bazıları umutluydu, bazıları umutsuz ama hiçbiri ortada bir kriz olduğunu inkâr etmiyordu.

    sanırım edebiyatın mutlu bir azınlığın kutsal kâsesine dönüştüğüne ve hayatın kuytu bir köşesine atıldığına dair ortalıkta dönen şu meşhur söylemi tartışmaya açmamız gerekiyor artık. bu tespitin bir tespit olarak kalmasının, birtakım röportaj veya panelde satır aralarına atılan bir harç olmak dışında hiçbir işlevinin olmamasının ve en önemlisi, bu sitemin barındırdığı zorunluluk halinin, yani ezelden beri edebiyatın “doğası gereği” toplumun ancak küçük bir diliminin alakadar olduğu bir sanat olduğunu öne süren, gönül okşayıcı, dile getireni müstesna hissettiren şu kaderciliğin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

    soru şu: evet, edebiyat ve edebiyatçılar günümüzde eskisi kadar ilgi çekmiyor, dünyada ve ülkemizde kitap satışları, okumaya ayrılan vakit ve derinlikli metinleri okuma ve bu tür metinlere tahammül kapasitesi azalıyor. peki biz ne yapacağız? bu krizden nasıl çıkacağız? george orwell ve aldous huxley’den hangisinin haklı çıktığı, usher evi’nin neden çöktüğü, sait faik abasıyanık hikâyelerindeki sembolizmi, atay edebiyatındaki modern insanın buhranı, kafka metinlerindeki modernizm eleştirisi gibi sayısız kez irdelenmiş, ortaokuldan mezun olunca kurtulduğumuzu sandığımız mr ve mrs. brown’un lisede tekrar, en baştan karşımıza çıkması gibi can sıkan sade suya tirit konulara hasrettiğimiz vakti, bu kadim mabette böyle şeyleri dert etmenin ayıp olduğunu söyleyen saplantımızdan kurtularak duvarları çatlak, rutubetli yuvamızı kurtarmak için ayırsak fena olmaz mıydı? boğazın suları çekildiği zaman’ı bir iki sene irdelemesek de eksikliğini hissetmeyiz sanki, ne dersiniz?

    okur beklentileri değişiyor, o halde yazarlar olarak daha “akıcı” daha “basit” daha “aptala anlatır gibi” metinler mi yazmalıyız, yoksa bildiğimiz yolda yürüyüp saul bellow’un herzog’u, oğuz atay’ın tutunamayanlar’ı gibi belli bir zümre haricinde eline alanın yarım bırakmasının mukadder olduğu metinlerle böbürlenip şanlı ve sefil sonumuza kürek mi çekmeliyiz? bu “onurlu” istikamette ilerlemeye devam edeceksek bile, sesli kitapların yaygınlaşması sebebiyle artık cümlelerimizin hacmi ve sözcüklerimizin son kullanım tarihlerini hesaba katmak zorunda kalmayacak mıyız? içinde “olay” olmayan romanlar, üzerine makaleler yazmak için “kendi yazarını” bekleyen akademisyenler haricinde kaç okurun ilgisini çekiyor? örnek vermek gerekirse, şahsen kalemini çok sevdiğim şule gürbüz’ün en son yayımlanan iki ciltlik kıyamet emeklisi, pek hazzetmediğim faruk duman’ın anakronik yaşar kemal pastişi sus barbatus’u, behçet çelik ve ayhan geçgin’in romanları son yıllarda ne değiştirdi, neyi tartışmaya açtı, ne kadar gündem oldu? zaman yolculuğu yapıp hangisinin yayımlanmasını önleseydik türk edebiyatı eksik kalırdı? romantizmi artık bırakmalıyız, kabul edin veya etmeyin, edebiyat dünyası yalnızca sanat ve sanatçılardan müteşekkil bir mabet değil, ayrıca bir sektör. her ürünün güzel, iyi, enfes, muazzam bulunduğu bir sektör var olabilir mi? eleştirenin tefe konduğu, dışlandığı, yazarlar tarafından resmen sosyal medyada faş edildiği (evet, kendisini eleştiren okurları screenshot alarak takipçilerine linç ettiren yazarımsılar mevcut) bir sektörde “tüketici” olan okur satın alıp vakit ayırdığı kaç kitaptan tatmin olacaktır ve eleştirilmeyen, eksiklikleri vurgulan(a)mayan yazarlar kalemlerini nasıl kevgirden geçirecektir? böyle bir ortamda raflara “nitelikli” bir eserin konma ihtimali ne kadardır? acaba, sesli düşünüyorum şu an, acaba biz yazarlar artık birbirimizi yalamayı bırakıp biraz çatışsak fena olmaz mı? yani herkesin herkesi görünürde sevdiği şu ortamdan yayılan kenef kokusu sizin de burun direğinizi sızlatmıyor mu? yine sesli düşünüyorum, bizi bize anlatan bizden ibaret ve bize mahsus kalmakla malul eserler vermek yerine yavaştan yavaştan 510 milyon kilometre karelik bir gezegende, binlerce farklı kültürün içinde var olduğumuzu hatırlasak da eserlerimizi farklı dillere tercüme edilmeleri halinde yabancıların “fransız” kalmayacağı bir muvazenede hazırlasak edebiyatımıza ihanet mi etmiş oluruz? allah aşkına ne zaman köye tayini çıkan şehirli öğretmenin taşralılarla yaşadığı çatışmadan sıkılacaksınız?

    not: istemeden nbc’ye de giydirmiş olduk:p

    daha bir sürü soru, bir sürü tartışma konusu var ama şu sorunun kıratı hepsinden daha yüksek: şiirin akıbeti belliyken daha ne kadar “hayır canım, edebiyat değerini muhafaza edecek” diyerek gelmekte olan tufanı inkâr etmeye devam edeceksiniz?

  • gören de sanacak ki; ibb diye bir ülke var türkiye'nin komşusu. türkiye'de mükemmel bir fiyat istikrarı sağlanmışken ibb ülkesinde halka zulüm olsun diye habire zam yapılıyor.

  • ters bir durum göremediğim fotoğraftır.

    normalde, mangal kömürü mü yiyorsunuz da canınız çekti ? diye sormak lazım tepki sahiplerine. olm adam hastadır, zayıftır, oruç tutamayabilir, yılda 20-30 gün oruç tutuyorsunuz onunda yarısı riya ya gidiyor arkadaş, allah rızası için az ileride tutun orucunuzu çok rahatsızlık verdiniz ibneler.