hesabın var mı? giriş yap

  • doktor, mühendis, savcı, hakim, öğretmen demeksizin, ülkede milyonlarca insanın nemalandığı resmi yayıncı kuruluş.

    tanıdığım ne kadar insan varsa evlerindeki digiturk’leri iptal ettirip selcuksportshd ya da ip tv gibi alternatiflere yöneldiler.

    kimse kusura bakmasın ama,
    tuttuğu takımın lig+avrupa maçlarını izlemek için ayda 200-250 lira verecek enayi pek kalmadı artık. ülkenin yarısından çoğunun da bu parayı verecek gücü yok zaten.

    toplasaydınız her ligi aynı platforma, biçseydiniz makul bir fiyat, şu an kazandığınızdan çok daha fazla kazanırdınız.

    2 ay önce eşim dedi ki, “gel bu sene digiturk alalım. acıyorum maçları o şekilde izlemene”
    yok dedim almayalım, ben memnunum halimden. evimin rızkını, futbol endüstrisini yöneten medya patronlarına veremem. varsın donsun, sanki çok kaliteli futbol oynanıyor da, birkaç kere donunca çok şey kaçıracağız..

  • kıyametle ölmeyi hayal ediyorum ben. son nefesimi verir vermez kıyamet kopsun istiyorum. ben gittikten sonra herkes çok eğlenecek diye korkuyorum çünkü, partiyi kaçıracakmışım gibime geliyor.

  • adaletsizliklerle doludur.

    bir balya dokümanı fotokopi makinesinin camlı yüzeyine koyup, "neden hepsini çekmedi de bir sayfayı çekti?" diye soran adam benim aldığım paranın en az 6 katı ücret alır..

  • zamanında, "kullanıcı dostu* tasarım" nedir, verimlilik nedir bilmeyen bir adam tarafından tasarlanmış, daha sonra da değiştirmek kimsenin aklına gelmemiş ya da gelmiş de kimsenin işine gelmemiş tasarımlara verilen -en azından benim az önce verdiğim- addır bu. örnek vermek gerekirse:

    makarna poşeti: yahu kardeşim yırtarak açmaya çalışırsın açılmaz. sinir olursun, zorlarsın. birden yarıya kadar yırtılır poşet; her yer makarna olur. bir kısmını zorla tencereye dökersin, kalanıyla ve yırtık bir torbayla baş başa kalırsın. atsan atılmaz satsan satılmaz.

    selobant: bir gün biri çıkar da çocukluğunun "en zor dönemi neydi" diye sorarsa, selobandın ucunu bulmaya çalıştığım o elim anlar gelir ilk olarak aklıma. bazı tasarımcı denyolar işi o kadar abartmıştır ki ucunu bulsan bile bandı ordan sökemezsin. bazen de tam ucunu buldum derken tutup çektiğinde bant tam ortadan enlemesine yaryılır ve yarı kalınlıkta bir bant çıkar. şimdi bir değil birçok kayıp uç vardır elinde. her şey daha karmaşıktır.

    mayonez kavanozu: dünyanın stresli işi, dibinde azıcık kalmış bir mayonez kavanozundan çay kaşığıyla, eline mayonez bulaştırmadan kalan mayonezi sıyırmaya çalışmak değil de nedir?

    ortalı defter: ilk sayfalara yazmaya başlamakla eş zamanlı başlar kabus. eğer defter tek ortalı ve kalınca bir defterse satırın sonuna gelince elinizdeki kalem pıt diye giriverir altı boş kağıda. girmese de yazı bozulur eğri büğrü olur. ortalara ulaştıkça her iki taraftaki sayfalar bombelenir. gün ortasındaki kabustur. off.

    meyve suyu kutusu: yeni çıkan ve güya modern tasarımlı olan bu kutuların kapakları çevirerek açılır ve hatta açılırken içindeki koruma bandını da açar. buraya kadar her şey güzeldir. ama eğer bardağa koymaya kalkarsanız güzel başlayan maceranız hiç de hoş olmayan bir şekilde devam eder. bu kutulardan ilk bardağı yere dökmeden doldurabilene tetrapak tarafından fenerbahçeli rambo'nun çaldığı avrasya maratonu kupasının verileceği efsanesi dolaşır market rafları arasında. kutuların üzerinde "açmadan önce çalkalayınız" yazması ama içinde hava olmayan kutuyu çalkalamaya kalkınca oluşan sessizlik dünyanın en hüzünlü sessizliğidir. kutunun dibinde kalan ve asla sahip olamayacağınız o bir yudum meyve suyu da ayrılıkların en acısını yaşatır insana*.

  • hermann hesse de bu konuda şöyle demiş: "kitapların ölümsüz dünyasını kendine az buçuk yurt edinmiş biri çok geçmeden onların yalnız içeriğiyle değil, kendileriyle arasında yeni bir ilişkinin kurulduğunu görecektir. sadece okunmalarıyla yetinilmeyip kitapların satın alınmasının da gerektiği sık sık söylenir. yaşlı bir kitap dostu ve küçük sayılmayacak bir kitaplığın sahibi olan ben, kendi deneyimlerime dayanarak şunu kesinlikle belirtebilirim ki, kitap satın almak kitapçılarla yazarların karınlarını doyurmalarını sağlamakla kalmaz, salt okumak değil, kitaplara sahip olmak da tamamen kendine özgü hazlar sunar insana, kendine özgü bir ahlakı içerir. örneğin, çok kıt parasal olanaklara karşın, katalogları sürekli gözden geçirip halk için hazırlanmış en ucuz baskıları seçerek, akıllıca, yılmaksızın ve giderek artan bir beceriyle davranıp tüm güçlükleri yenerek kendine güzel, küçük bir kitaplık kurmak sevince boğar insanı, büyüleyici bir spor yerini tutar. bunun tersini düşünürsek, varlıklı aydın biri için her sevilen kitabın en güzel baskısını satın almak, seyrek ele geçen eski kitapları toplamak, sonra onları sevgi taşan güzel ciltlerle donatmak, seçkin haz kaynaklarından birini oluşturur."

  • asker, görev yerinde olay çıkmasının verdiği gerginlikle sinirlerine hakim olamamış, polis amirine bağırmış. elinde tüfek var ama buna pek silah çekti denemez, zira nöbet sırasında o tüfeği iki eliyle tutmak zorundadır (çapraz tutuştan hazır tutuşa geçmiş sadece).

    bu arada, askerle polis arasındaki farkı bilmeyenleri ortaya çıkarmıştır. yok aynı bokun lacivertiymiş de yok bilmem ne. adamlar nizamiyede nöbet tutan ere darbeci demeye getirmişler resmen. ulan askerlik ne zamandan beri gönüllü veya maaşlı (erler için söylüyorum ve 20 lirayı paradan saymıyorum) yapılan bir iş oldu? kendi zorunlu görevini (belki 5 ay belki 12ay) kazasız belasız bitirmek isteyen askerle, cemaatin veya akp'nin köpeği polisle bir tutmayın amk saçmalamayın.

    edit: bu entry'de ne polis, ne de asker seviciliği yapılmıştır. ben olayı nöbetçi askerin açısından değerlendirdim. biraz kafası çalışan insan zaten bunu görebilir.
    birçoğumuz askerliğimizi nefret ede ede yaptık. bu bağıran asker de bu tiplerden biri. bütün askerlere kenan evren muamelesi yapmayın amk.

  • makro lenslerimle doğa harikalarını fotoğraflayıp paylaşıyorum 13 like geliyor, yediği lahmacuna limon sıkan bir de burdan çek kezbanlarının lahmacun heştegli fotoğrafları 63240 like alıyor.

    boku çıkmış fotoğraf paylaşma şeyi.