hesabın var mı? giriş yap

  • heyecanlandıran kampanya.

    adamlar baktı: "bunlar 5.60'a benzin alıyorlar ses etmiyorlar az da biz silkeleyelim" dediler ve böyle bir kampanya yaptılar.

  • üretimi oldukça zahmetli olan, evlerimizde bileşik formatında nacl olarak yani "sofra tuzu" olarak bulundurduğumuz, oysa ki saf metal halinde nükleer tesislerin vazgeçilmesi olan bu elementin hikayesi ilginçtir. evet bir çoğu farkında olmasa da "sodyum" bir metaldir...

    peki sodyum üretimi neden zahmetlidir? sodyum (ve benzeri elementler diyerek genişletelim) doğada neden saf halde bulunmaz? hatta laboratuar ortamında oksijenin ve nemin olmadığı ortamda tutulmak zorundadır?

    sodyum, alkali metal sınıfında 1a grubunda su ve hava ile hızlı şekilde reaksiyona giren sünek bir elementtir. kimyada basit bir kural vardır, "kolay elektron verebilen metaller doğada saf halde bulunmaz." bu iyonlaşma enerjisiyle açıkanır, periyodik cetvelde sağdan sola, yukarıdan aşağıya inildikçe iyonalşma enerjisi azalır yani elementler kolay elektron verir. bu duruma en yatkın grup ise 1a'dır. (hatta 1a grubunda benzer yukarıdan aşağı inildikçe yeryüzünde bulunma ihtimallerinin de azaldığını görürüz. )

    konumuza geri dönelim. bu element oğada saf bulunmaz çünkü iyonlaşma enerjisi çok düşüktür. elektron alma isteği yüksek bir element gördüğü anda reaksiyon yapar. ne mutlu ki dünyada bunu gerçekleştirebilecek önemli bileşikler mevcut oksijen ve su molekülleri.

    --- spoiler ---
    bu zor metali nasıl üretiyoruz?
    --- spoiler ---
    bu metal genellikle tuz formatında (nacl) bileşik halinde yeryüzünde %2,8 oranında bulunur. üretimi elektroliz hücresinde gerçekleşir, popüler metaller gibi ergitilerek üretilemez çünkü kloru sodyum elementi bileşiğinden kopartabileceğiniz affinitesi daha yüksek bir element yok gibidir, olanlar da pratik değildir çünkü kendileri de doğada çok az miktarda bulunurlar.

    kısacası üretimi elektroliz ile kendi tuzunda gerçekleşir fakat tuzun ergime sıcaklığı 800°c olduğu için ve sodyum 882.9 °c kaynadığı için üretim esnasında ciddi bir sis yaratır. bu sebeple ergime sıcaklığı düşürülmelidir. bu amaçla cacl2 tuzu da sisteme eklenir ve ergime sıcaklığı 600°c düşürülür, böylece hem sisle sodyum kaybı engellenmiş hem de enerjiden kazanç yaratılmış olunur.

    sodyum her durumda kalsiyumdan daha kolay elektron verdiği için katotta toplanır. dışarıya ise cl2 gazı (klor gazı) verilir, bu gaz tehlikelidir ve bacadan toplanarak asit yapımı için değerlendirilebilir. toplanan sodyum sıvı haldedir ve oksitlenmemesi için hava ve nem ile teması olmamalıdır.

    --- spoiler ---
    nerede kullanılır?
    --- spoiler ---
    öğrendiklerimizden şu sonucu çıkartabiliriz. sodyum açık atmosferde hızlıca reaksiyona girerek yanar. demek ki günlük kullanımda bir yeri yoktur, hatta benzer özellikte lityum, potasyum vb. 1a ve 2a grubu elementlerin de aynı sebepten yok denecek kadar azdır.

    sodyumun en önemli kullanım alanı nükleer reaktörlerdir. "sodium-cooled fast reactor (sfr)", yani sodyum soğutmalı hızlı reaktörlerde soğutma elemanı olarak kullanır. tabii ki bunun yapılabilmesi için oksijen ve havadan uzak kapalı bir devrede olması gerekmektedir.

    geçmişte bu reaktörlerde su kullanılırdı fakat suyun bazı negatif tarafları mevcuttu. suyun 100 °c üstünde kaynadığını görüyoruz. aynı zamanda güçlü bir "nötron yavaşlatıcıdır." suyun kimyasal yapısındaki hidrojen hafif bir elementtir ve çarpışma esnasında nötronla etkileşime geçer. kısacası çarpışmaları yavaşlatır ve verimi düşürür. oysa ki sodyum'un böyle bir problemi yoktur. (fast reactor ismi buradan gelmektedir.)

    oysa ki sodyum metalinin özkütlesi sudan bile düşüktür (0.971 suyun üstünde yüzer), bu daha az hacim kaplamasını sağlar. ergime noktası 97,81°c, kaynama noktası 882,3 °c'dir ve ısıyı çok iyi iletir. çalışma aralığı suya göre geniştir. su, sodyuma göre yüksek ısıyı üstünde taşıyabilse de 100°c kaynar ve sodyumun ısı iletimi daha iyidir. su basınçlı kullanılması gerekirken sodyumda bu ihtiyaca gerek yoktur. sodyum, çelik reaktörü korozyona uğratmaz ve elektriksel olarak iletken olması sebebiyle elektromanyetik pompalar tarafından pompalanabilir.

    bu sebeplerle kolaylıkla suyada göre daha yüksek miktarda ısıyı kullanılabilir hale getirebilir. örneğin su soğutmalı sistemler de nükleer reaktör 100 mw/m3 güç üretilebilirken, sodyum soğutmalı sistemde 3 katına ulaşabilmektedir. şurada ısı değiştiricinin ısıyı ve buharı sistemden alarak nasıl elektrik enerjisine çevirdiği üstüne dair görsel bir gösterim mevcut:
    ref: http://large.stanford.edu/…/rojas1/images/f1big.jpg

    bazen bu ergiyiğe özellikleri benzer olan hemen atında bulunan potasyum da katılıp alaşım yapılabilmektedir. %22 civarı sodyum katıldığında oluşan ürün ötektik olur ve ergime sıcaklığı yaklaşık -15°c'lara düşer. amacımız zaten sıvı ürün elde etmek olduğu için işimize gelir.
    na-k faz diyagram

    sodyumun ısı değiştirici olarak kullanılmasında 2 temel problem vardır. 1.si nötronla nükleer karakter kazanabilir ve 15 sa yarılanma ömrüne sahip olur. hava ile temas ederse hali hazırda soğutmaya çalıştığımız reaktörde yanıcı bir reaksiyon verir ve bu da büyük bir tehlikedir.

    görüldüğü gibi sodyum dediğimiz metal kendi başına bir hikayeler bütünüdür.

    kaynaklar
    1] https://www.britannica.com/science/sodium
    2] http://www.dynamicscience.com.au/…dox/downscell.htm
    3] http://large.stanford.edu/…urses/2018/ph241/rojas1/
    4] https://en.wikipedia.org/…odium-cooled_fast_reactor

  • buradaki arkadaşlara güldüm. istanbul türkiye'nin en iyi şöförlerine ev sahipliği yapan şehirdir. ciddi anlamda istanbul şöförü araba kullanmayı biliyor kardeşim, çünkü bu kalabalığın, sıkışıklığın içinde öğrenmek zorundasın.

    arabanın milimi milimine sığacağı o park boşluğuna dörtlüleri yakıp 5-6 saniye içinde lap diye arabayı oturtmayı istanbul'da görürsün sadece. ankara'da, izmir'de park etmeyi bile bilmeyen bir sürü şöför var ne yazık ki. adam iki arabalık boş yere öyle bir park etmiş ki arabanın yarısı yola taşmış. diğer şehirlerden bahsetmiyorum bile.

    kaldırıma sıfır parkların şehridir istanbul, 25 arabanın dip dibe muhteşem bir senkronla asla birbirine dokunmadan, caddeden dar bir sokağa aktığı şehirdir, zaten trafikten hızlanamadığın için kaza riskinin en az olduğu şehirdir istanbul, istanbul şöförleri olarak güzel kullanıyoruz vesselam. aferin çocuklar.

  • düğün yapılmadığında el alem evli olmadığını kabul eder.el alem çok önemlidir.el alem türk toplumunun mihenk taşıdır.her ne yaparsak yapalım "acaba el alem ne der" diye düşünürüz.el alem önemlidir.el alemi üzmeyin.

  • bir ortamda, mekanda tek başına takılmaktan daha kötü olan bir şey varsa o da aşırı sosyalin masasına denk gelmektir. o masada öyle dramlar yaşanır ki bunu dışarıdan bakan gözler anlamaz. onlar o masanın eğlendiğini, geleninin gideninin bitmediğini düşünürler, hatta yeri gelir imrenirler. ancak olayın iç yüzü hiç de öyle değildir.

    o masada aşırı sosyalin tahakkümü vardır, kati bir sahiplenmesi vardır. gelen giden trafiğini yönetir, masadaki kimsenin tanımadığı tipleri sürekli olarak masaya çağırır, sadece kendilerinin anladığı bir muhabbet yaparlar, bütün konuşmalara dahil olur, bütün konuşmaları böler ve kendine yönlendirir, her şeyin iyisini, güzelini o bilir, ona sürekli katılmanızı, destek vermenizi bekler, vermezseniz alana kadar masayı gerer. konudan konuya atlar, bir konudaki görüşlerinizi anlatırken bir bakmışsınız “o değil de…” diyerek başka konuya zıplamış olur.

    aşırı sosyalin masasında büyük dramlar yaşanır, dışarıdan bakanların görmediği. tüm geceyi, masayı ele geçirir, sizi yönlendirir, mekan trafiğinin o masa üzerinden akmasını sağlar. sürekli bir “ne haber abi görüşemiyoruz” muhabbeti döner durur ortalıkta. bir daha asla görmeyeceğiniz tonla insanla karşılaşır, tanışırsınız. hani günün birinde, birini görürsünüz de “ulan ben bu adamı tanıyorum galiba” dersiniz ya, işte o adam aşırı sosyalin arkadaşlarından biridir, illaki tanıştırmıştır size de ama unutmuşsunuzdur.

    allah aşırı sosyalin masasından uzak tutsun.

  • ilave vergi türkiye ekonomisini düzeltmez, düzeltemez. bugünkü ekonomik sistemin temellerini atan kemal derviş, o zamanlarda bile tüketimden alınan vergi artışlarıyla yoluna sokulan kamu bütçesine ait bu çözümlerin geçici olduğunu ve ihracata yönelinmesi gerektiğini söylemişti.

    ithal mallara ek vergi getirerek çözülebilecek olan tek şey, iç tüketimdir. harcamalar durur ve sonunda devletin düşen vergi gelirleriyle bir de bütçe açığı oluşur. ithal mallara ek vergi uygulaması üretim araçlarına sahip olan ülkelerde işe yarayabilir, türkiye gibi bütün devlet bütçesinin tüketim üzerinden alınan vergiler üzerine inşa edildiği bir ülkede yaramaz, nedenlerine gelince:

    a) yüksek ara malı ithalatına bağımlı olan ihracat nedeniyle ihracatçının kar marjı oldukça düşük kalıyor. bu düşük kar marjıyla çalışmaya çalışan ihracatçıya getireceğiniz ek vergi adamın kar marjından yemekten başka bir işe yaramaz. devlet ihracatçının girdi maliyetlerini artırdığı gibi, ihracatçı satış fiyatını artıramaz. bu durumda, ithalatçı firma gider malı başka yerden alır, ihracatçı batar.

    b) her sıkıştığında zaten ötv kalemleri üzerinden nihai tüketim harcamalarına muhtaç bir devlet bütçesi var, her sene ufak ufak artırıyorlar. yani yarın sabah kalktığımızda bütün ötv kalemlerinde %100 artış yapamaz devlet çünkü aniden gelen yüksek artışlar tüketimi durdurur, başta alacağı gelirden de olurlar. devletin alternatif gelir kalemleri yaratabileceği bir ekonomik altyapımız maalesef yok.

    c) ötv'ye bu kadar yüklenilebilmesinin temel nedeni aslında talepteki inelastiklikten başka bir şey değil. ötv alınan tek kalem lüks otomobiller değil. başta akaryakıt olmak üzere, alkol ve sigara en çok ötv geliri elde edilen kalemlerdir. sade sodadan tıraş köpüğüne kadar birçok maldan ötv alınıyor ama en çok gelir elde edilen dört kalem, alkol, sigara, akaryakıt ve otomobildir.

    vergi artışına karşı talep fonksiyonu iki sonuç verebilir. talep inelastik olarak kalır, bütçe açığı düşer. akaryakıtta olan şey budur. dolar kurundaki artış birçok ekonomi yazarının geliştirdiklerini iddia ettikleri modele göre enflasyona onda biri kadar etki eder, en azından yazarlar bunu iddia ediyor ki bence daha bile fazla olabilir.

    tarlada sürülmesi için traktöre gereken mazottan, istanbul'daki hale gelmesine ve oradan marketlere dağılmasına kadar geçen sürede gıda ürünleri hep bir yerden bir yere taşınırlar. bu yüzden akaryakıt sürekli bu denklemin içine girer. günün sonunda, gıda harcamasını yine yapmak zorunda kalan vatandaş ise artan dolar yüzünden, artan doların üzerine binen vergi yükü yüzünden gıda fiyatlarındaki enflasyonla karşı karşıya kalır. bu durumda enflasyon artacaktır. zira gıdanın ağırlığı enflasyon sepetinde bir hayli yüksektir.

    talebin yeteri kadar inelastik kalamadığını ve piyasadaki tüketimin azaldığı örneklere gelecek olursak da, en belirgini otomobilden alınan ötv'dir. kur şokları ve vergi artışlarıyla satışlarda düşüş olur. satışlarda düşüş olması direkt olarak vergi kaybı anlamına gelmez fakat aşırı yüklü vergi artışı getirilirse vergi kaybı yaşanması mümkündür.

    alkol ve sigara otomobilden biraz daha farklıdır. bunlar otomobil gibi dayanıklı tüketim malı olmadıklarından dolayı, piyasada kaçak tüketimde yakalanmaları biraz daha zordur. bu da ciddi bir kaçakçılığa yol açar. son zamanlarda sürekli artan kendi evinde bira/rakı yapan insanlar, kaçak sigara içenler, kendisi tütün alıp saranlar bunlara örnek verilebilir. devlet bunlara da savaş açsa da, bu savaşı kazanabilmesi kolay değildir. zira suç bile olsa, ekonomik getirisi ötv arttıkça artacak ve daha çok insan bu işe girmek isteyecektir. kaçakçıklıkla mücadelenin en temel çözümü tam aksine, yerel üretimin de mümkün olabildiği alkol sigarada vergi yükünü azaltmaktır.

    akaryakıt kadar inelastik bir talep olmasa da, alkol ve sigara üzerindeki ötv yükü geliri azaltabiliyor.

    ayrıca, üretim ile alakalı bir süreç sonucu gelişmeyip tüketim üzerinden alınan ötv sonucunda, akaryakıt örneğindeki gibi talep inelastikken bu vergi artışı gerçekleşirse paranın dönüş hızı da artar. devlet bütçesinin her sene az da olsa açık verdiğini düşünürseniz, benzin alırken devlete ödediğiniz para aslında ortaya bir katma değer koymaz. bu durumda, devlete giden para gene devlet tarafından harcanarak tekrar piyasaya sürülür, sürüldükçe para tekrar akaryakıt üzerindeki bir vergi olarak devletin kasasına geri döner.

    ortada katma değerli bir üretim olmayınca, bu kadar sık piyasa/devlet arası el değiştiren para makro ölçekte yeni bir enflasyonist baskı yaratır. amerika'nın para bastığı qe2 dönemde bile 2012 yılı hariç türkiye'de enflasyonun bir türlü %7-8 altına düşmemesinin nedeni bütçe açığını kapatmak için ötv oranlarını yükselten hükümettir.

    aslında bu o kadar anlamsız bir şeydir ki para basmaktan sadece bir tık daha az enflasyon yaratır. devlet akaryakıt üzerindeki vergiyi artırır, başta bütçe açığı azalmış gibi kalır. ama devlet uzun vadede buradan gelen ek kaynağı da gerisin geri yeni memur alımından tut, savunma sanayi projelerine oradan otoyol ve köprü garantilerine kadar yeniden piyasaya sürer. akaryakıt ya da genel anlamda tüketimi oldukça yüksek olan herhangi bir inelastik talepli meta üzerinden alınan ötv artışı enflasyonu anında tetikler.

    enflasyondan devlet de etkilenir, aynı yatırımı yapmak için daha çok para harcamak zorunda kalır, memur maaşlarına zam yapmak zorunda kalır sonra bütçe açığı artar, bütçe açığı artan devlet tekrar ötv zammı yapar gene başa dönülür.

    d) şu öne sürülebilir. devlet zam yapar ama tüketim o kadar sert düşer ki devlet de buradan artık bütçe açığını kapatamaz hale gelir. evet bu da bir sonuçtur ama sonunda eğer kaçak tüketim piyasası oluşmamışsa tüketim tamamen durur. devlet kendi bütçesini denkleştiremediği gibi, mikroekonomide bir piyasayı da ortadan kaldırmış olur. ötv şoklarıyla otomobil piyasasında bu geçmişte birçok kez olmuştur. eğer gelecekte bir gün bu sorun akaryakıtta yaşanmaya başlanırsa, apokaliptik bir ortama gireriz. artan gıda fiyatları yüzünden yemek yiyemeyen milyonlarca insan bir anda birbirine saldırmaya ya da süpermarketleri yağmalamaya başlayabilir. bir dönem arjantin'de olan budur.

    e) şu sorulabilir. madem ithal üründe vergi bir işe yaramıyor o zaman trump neden vergi getirmeye çalışıyor?

    bu sorunun cevabı amerika ile türkiye arasındaki farkta gizlidir. c ve d şıklarına alternatif olarak bir opsiyon daha var. dışarıda üretilen malın türkiye'de üretilerek piyasada satılmaya başlaması. bu durum bunu talep ederek savunduğunuz bir iddiadır ama mümkün değildir.

    türkiye'nin ithal girdilerine baktığınızda katma değeri yüksek ürünlerin ve enerjinin baş sırayı aldığını görürsünüz. bu topraklarda bir anda arabistan gibi petrol çıkacak bir durum yok, zaten olsa satmak bir tarafa önce iç tüketimi karşılayıp ithalattan kurtulurduk. diğer durumsa, katma değeri yüksek bu ara malları kendi ülkemizde üretmeye başlamak olabilir bu da mümkün değildir zira katma değerli üretim büyük ölçekli yatırımlar ve nitelikli bir işgücü gerektirir. türkiye'de az sayıda bulunan bu işgücü de savunma sanayi sektörü, ki toplam cirosu içinde devletin payı çok yüksektir, ve birkaç yarı özerk devlet kurumları spk, epdk, merkez bankası vs. tarafından kullanılır.

    yani çok basit bir soru sorayım bmw üzerideki ötv'yi %500 yapınca kendimiz bmw kalitesinde, bmw fiyatına otomobiller üretmeye başlayamayız, çünkü yapacak olan mühendislerin %99'u ya savunma sanayinde çalışıyor, ya da çoktan yurtdışına gitti.

    amerika'nın bunu neden yaptığına gelecek olursak, amerika ile çin arasındaki ticaret dengesi çok farklı. amerika her yıl çin'e karşı 300 milyar dolar dış ticaret açığı veriyor. bunu vermesinin nedeni ise çin'in para birimi yuan'ı zorla düşük tutma yönündeki politikasından başka bir şey değil. ayrıca çin'de devlet kontrollü bir finans piyasası olduğundan dolayı, yani piyasanın derinliği olmadığından dolayı da amerika'dan elde edilen bu ticaret fazlası merkez bankasının kasasında yatıyor, çin'in dolar rezervi en son 3 trilyon doları geçmişti, yani türkiye ekonomisinin yaklaşık dört katı. evet çin merkez bankası isterse türkiye'yi dört yıllığına kiralayabilir. gsmh gelirdir, servet ise başka bir şeydir.

    bu problemi biraz daha açalım, diyelim ki çin'de de dalgalı kur sistemi uygulanıyor. ilk sene içinde çin anormal bir dış ticaret fazlası veriyor. bu para çin'in bankacılık sistemine dahil oluyor. tüketim ve harcamalarda herhangi bir kısıtlama yoksa, bankalar bu paradan para kazanmak için birçok tüketici kredisi vermeye çalışarak kredi faizinden para kazanmaya çalışırlar. haliyle de çin halkının harcama potansiyeli artışa geçer.

    bu artıştan çin'in ithalatı da nasibini alır ve ilk sene verdiği 300 milyar dolar fazla yerine ikinci sene daha az, sonraki sene daha da az fazla vermeye başlar. bir yandan da yuan değerlenir çünkü her sene az da olsa dolar rezervi artmaktadır.

    peki çin ne yapıyor? bu ticaretten gelen fazla dolarları iç piyasada tüketime asla yöneltmiyor. çoğunu merkez bankası rezervlerine atıyor, bir kısmını da devlet destekli işlerinde harcamak üzere kullanıyor. derin bir finansal sistem olsaydı, benim bankaya attığım 1 milyon doları alan banka bunu zorunlu karşılık gösterip başka birine ticari yada bireysel kredi olarak kullandırtır ve iç piyasayı canlandırırdı. ortada böyle bir durum da yok. yuan zorla düşük tutuluyor derken denmek istenen de tam olarak bu. ticaretten gelen dolar fazlası, iç piyasaya uğramadan merkez bankasına gidiyor.

    çin'de tamamen liberal bir serbest piyasa ekonomisi işlemiyor. bu nedenle de amerika, kendi kuruluş ruhuna tamamen aykırı olsa da, ek vergi ile ticaret duvarı uyguladı. bunu da bildiğim kadarıyla katma değerin görece düşük olduğu demir/çelik sektörüne uyguladı. nedenine gelince, zorla düşük tutulan yuan ve iç piyasada halkın refahını artırmayıp merkez bankasına atılan dolarlar çin'de işgücünü çok ucuz bir halde tutuyor.

    abd ve avrupa gibi servetleri büyük sermayeleri güçlü ülkelerde ise asgari ücretle dahi belirli standartların yakalanmasını sağlayan bir sistem var. aslında söz konusu çin olunca, bu standart türkiye'de bile var. türkiye'de asgari ücretin 400 dolar olduğunu çinli bir işçiye söyleseniz orada ağlamaya başlar. görece katma değerin düşük olduğu bir sektöre vergi duvarı koyduğunuzda ise, atıl duran niteliği düşük işgücü anında çıktı üretmeye başlar. dolayısıyla amerikan iç piyasasında, bu 50 milyar dolarlık iç piyasa düzeni çok çabucak kurulur. ayrıca katma değeri yüksek bir sektör dahi olsa, amerika gibi parası rezerv olan ve yıllarca sanayiye öncülük etmiş olan bir ülkede yerli piyasasının canlanması çok zaman almaz, zira türkiye'de olmayan nitelikli işgücü ve sermaye sıkıntısı çekilen bir ülke değildir amerika birleşik devletleri.

    özet: ithal mallara ek vergi getirerek piyasayı düzeltmeye kalkmak amerika'da işe yarasa da türkiye'de pek işe yaramaz. oransal olarak ciddi bir ek vergi ya inelastik talebi zorlayarak enflasyon yaratır ki bu iyi senaryodur, ya da talebi bitirerek hem o sektörü bitirir, hem de o sektörden gelecek vergi gelirlerini ortadan kaldıracağından dolayı bütçe açığını büsbütün artırır. ilave verginin işe yaraması için aynı piyasanın üretim ihtiyacının içeriden karşılanması gerekir ki mevcut beşeri ve maddi sermayesiyle türkiye bunu yapacak durumda değildir. çünkü bunun olması için ya ülkeden petrol fışkırması gerekir, ya da bir anda nitelikli işgücünde bir zıplama ve buna eşlik edecek sermaye gruplarının oluşması gerekir. ayrıca ithal girdiye olan ihtiyacı nedeniyle ithal mal üzerine eklenecek verginin ihracatı baltalayarak, dış ticaret açığı daha beter artırması riski de vardır.

  • half life oyununda olur olmadık yerlerden çıkıp irkilmenize sebep olan yaratığın bir de peluş oyuncağını yapmışlar. alınacaksa da yanında mutlaka levye sipariş edilmeli.

  • nick dediğin zaten başka bir şeyi gizliyor olduğu için gereksiz olduğunu düşündüğüm istek. adını gizlemek için nick kullan, sonra onu gizlemek için başka bir şey kullan, sonra onu da gizlemek için... ohooooo.