hesabın var mı? giriş yap

  • zil çalmış, hoca sınıfa girmiştir, arkadaş geç de olsa sınıfa dalar...
    -nerdesin olm sen?
    -şeyy hocam tuvaletteydim
    -zili duymadın mı be!
    -duydum hocam
    -eee nie gelmiyosun kaç saat oldu bıdıbıdı
    -e hocam yarım mı bıraksaydım!
    -!?**?!*

  • ing. herd immunity. türkçe kaynaklarda genelde bu şekilde çevrilmiş.

    aşı karşıtlarının "çocuğumu ister aşılatırım ister aşılatmam. bundan kime ne?" derken ıskaladıkları fenomen.

    aşılanmamış her birey toplum sağlığı için potansiyel bir tehlikedir.

    her toplumda belli sebeplerden aşı olamamış çocuk veya yetişkinler vardır (yaşın çok küçük olması, bağışıklığın zayıf olması, aşı olunacak sırada hamile olmak vs.). bulaşıcı hastalıkların aşı olamayan bu kişilere zarar vermemesi için toplumun belli oranda bir kısmının aşılı olması gerekir. bu orana "kritik eşik" denir. eğer bir toplumdaki aşılı kişilerin oranı kritik eşiğin altındaysa hastalıkların salgına dönüşerek aşı olamayanları da hasta etme riski vardır. kritik eşik oranı kızamık için %92-95, boğmaca için %92-94, difteri için %83-86 şeklinde gider. (oranları wikipedia'dan aldım, ilgili kaynak orada var.) eğer bu oranları tutturabilirseniz görülen hastalıkların salgına dönüşme ihtimali pek azdır.

    tabii bunlar ciddi oranlar ve bu oranları tutturmak ancak sıkı takiple mümkün. zira bu oranı sadece genelde değil, aynı zamanda yerel komüniteler bazında da yakalamak gerekiyor. istanbul üzerinden bir örnek vereyim: diyelim ki bağcılar'da yaşayanlar hariç herkesi kızamığa karşı aşılamayı başardınız. istanbul geneli için %95 oranını tutturursunuz. ama bağcılar'da yaşayan insanlar hala risk altındadır. zira o komünite için kritik eşik aşılamamıştır. istanbul'a bir grup kızamıklı mülteci gelse hastalık bağcılar'da kısa sürede yayılır, aşı olmamışların yanında aşı olamamışlar da zarar görür.

    bkz: https://en.wikipedia.org/wiki/herd_immunity

  • dindarız diyenlerin müslümanız diyenlerin ülkede yaptıklarını gördükçe onlara benzemekten korkmaları normal değil midir

  • burda mallarını kiraya verip almanya’da sosyal yardım alma devri bitti. bitti o iş.

    derhal ülkeye dönün bu güzel vatanda hep beraber yaşayalım. eurosuz, reisimizin uygun gördüğü şekilde.

    edit: aranızda hala ironiyi bilmeyenler var.
    edit: fikrinizi merak etsem tek tek mesaj atarım sen bu konuda ne düşünüyorsun diye. dolayısıyla fikirlerinizi bana göndermeyin.

    ayrıca uzun lafın kısası;
    (bkz: #112945024)

  • sinema filmlerinde arka planda duyulan; konuya ve sahnelere göre yazılması icap eden bir müzik çalışması türüdür. fakat niteliğiyle filmi yüceltebildiği gibi batırabilen, çok hassas ve bir o kadar da zahmetli bir iştir. üretimin ve talebin artması sonucu son 50 yılda büyük bir değişim geçirmiş ve günümüzde "film müziği endüstrisi" olarak varlığını sürdürmektedir, bilindiği üzere.

    ciddi anlamda müzik, endüstrileşecek bir şey değildir, sanatın seri üretimi olmaz. fakat, bu alana "film müziği endüstrisi" adı verilmesinin sebebi, asıl bu noktada yatmaktadır; günümüzde film müziği bestecileri, adeta otomatik programlanmışlardır; aynı karakteristikleri, aynı parti hareketlerini, aynı müzikal öğeleri her çalışmalarında görürsünüz, duyarsınız, hatta farklı farklı çalışmaları birbirleriyle karıştırabilirsiniz. bu durum, bestecilerin imzaları ya da stilistik özellikleri olmaktan çok, kendilerini taklit etmelerinden kaynaklanmaktadır. daha da kötüsü, başkalarını taklit etmeleridir.

    örnek olarak john williams'ın star wars ve superman filmleri için bestelediği müzikleri ele alalım. bu müziklerdeki tınılar ve müzikal karakteristiklerin ortak özelliği, aşırı derecede benzer olmalarıdır. müzikler teknik olarak incelendiğinde, çoğu motif ve ezgisel hareketin tıpatıp aynı olduğu rahatça görülebilir. iki filmin ana temalarını birbirleriyle takas etseniz, hiç bir rahatsızlık duymayacaksınız. zamanda biraz geriye gittiğimizde, benzer ezgisel öğeleri ve motifleri, çoğu romantik dönem bestecilerinde, özellikle de gustav holst'ün senfonik eserlerinde ve richard wagner'in operalarında duyabiliriz. williams'ın çalışmalarında, bu romantik dönem bestecilerin eserlerinden direkt alıntılar bulunmaktadır. doğal olarak besteciler birbirlerini örnek alır, birbirlerinden esinlenirler; bach'ın vivaldi'den, beethoven'ın mozart'tan etkilendiği gibi. ama müzikleri ve ifadeleri çok farklı, başkadır. film müzikçilerine baktığımızda, hepsinin fabrikadan çıkmışçasına tek tip olduğunu görüyoruz; tek fark, bazılarının parlak, bazılarının sönük işler çıkarmaları.

    film müziklerinin yapım aşamaları, pek de zannedildiği gibi değildir. çoğunluk, filmdeki bütün müzikleri ödülü alan -ya da adı geçen- kişinin yaptığını zannetmektedir, halbuki işler böyle yürümez. film müziği, kalabalık bir ekip işidir. söz konusu ekipte bir (veya birden fazla) baş kompozitör ve birçok yan kompozitör-aranjör bulunur. baş kompozitör temaları bulur, basit bir biçimde yazar. ardından bir iş bölümü yapılır baş kompozitörün himayesinde; örneğin kompozitörlerden biri lirik temaları ele alırken, diğeri aksiyon sahneleri için çalışır, bir başkası filmdeki karakterler için temalar hazırlayıp orkestralarken, bir diğeri filmin ana teması üzerinde çalışır. bu müzisyenler, aynı zamanda o bayıldığımız orkestrasyonları, tınıları ve fanfarları yazıp işleyen adamlardır. bu aşamada baş kompozitörün asıl görevi, bu bir kaç kişiyi gerektiğinde yönlendirmek ve çalışma programına göre yönetmektir. yazdıkları müziğe sahne-atmosfer uyumluluğu söz konusu olmadığında karışmaz. sonrasında şefliği varsa, orkestraya çaldırır müzikleri, icracıları çalıştırır. kaydı yapar, teknik bilgisi varsa stüdyoda düzenleme işlerine katılır, fakat genelde deneyimli ses mühendisleri bu işleri ele almaktadır. baş kompozitör işler bitince altına imzasını atar, oskarı da alır. ama unutulmaması gereken nokta, baş kompozitörün yönetmen ile birebir çalışan tek adam olduğudur. elfman'ı, williams'ı, horner'ı, zimmer'i, silvestri'si; kısaca hepsi böyle çalışır. bu arada dizi ve oyun müzikleri de genelde aynı şekilde yapılmaktadır.

    bu çalışma şeklinin sebebi, az zamanda çok iş çıkarmak kaygısıdır. çünkü otuz beş-kırk parçalık bir soundtrack, besteci istediği kadar işinde usta ve profesyonel olsun, birkaç ayda tamamlanamaz. çünkü besteleme çalışması, çok farklı, zor ve eziyetli bir süreçtir. bu seri üretim politikası yüzünden müzikler tıpatıp benzemekte ve genelde sönük, başarısız olmaktadır. bir filmi yaparken bir kaç yönetmen veya senarist kafa birliği yapıp çalışabilir; ama müzikte bu uyumu sağlamak çok zordur. her müzisyen farklı hisseder, farklı düşünür, farklı ifade eder.

    bir kaç örnek vermek gerekirse: the lord of the rings üçlemesinde yirmiden fazla aranjör çalışmıştır; star wars filmlerinin hepsini ele aldığınızda, birbirinden bağımsız otuzdan fazla farklı film süiti hazırlandığını görürsünüz. ya da batman filmlerinin müziklerini danny elfman'ın yaptığını biliriz; fakat elfman'ın sadece o beş notalık tumturaklı temayı bulduğunu, o bizi mest eden, çizgi filminde de dinlediğimiz o harika batman süitinin tamamını besteleyenin steve bartek olduğunu bilemeyiz. hatta ve hatta, mission impossible, good will hunting, spiderman, pirates of the caribbean, the simpsons movie adlı yapımlarda da baş orkestratör ve baş düzenlemeci olarak çalışmıştır steve bartek. sahi, bu filmlerde adı geçen, aday gösterilen ya da ödül alan besteciler kimlerdi?

    fakat film müziğinde eski dönem, çok daha farklıdır; morricone'ler ve rota'ların yazdığı onlarca harika müzik, tamamen onların kaleminden ve yüreğinden çıkmıştır, ikinci adam parmağı çok nadir görülür ki, o kişiler de küçük geçiş sahneleri için ufak parçalar yazan, genellikle daha deneyimsiz, ustaların yanında pişen çırak misali müzisyenlerdir. büyük işleri, deneyimli kompozitörler yapar. işleyiş benzese de, mantık terstir. teknolojiyle birlikte değişen üretim-yaratma politikaları, müziği de olumsuz etkilemiştir.

    araç, asla amaç olmamalıdır, lakin hollywood'da durum tam tersidir. avrupa, uzak doğu veya bağımsız amerika sinemasında bunu pek göremezsiniz; ya tek kişi ya da bir müzik grubu oturup uğraşır tüm müziklere ve en dikkat ettikleri nokta, müziğin kendi dillerinde konuşmasıdır. aşırı öykünme, gereğinden fazla "etkilenme" yoktur müziklerinde. fabrika usulü, farklı farklı kırk kişi çalışmazlar; çünkü fazla para yoktur, seyirci potansiyeli fabrika üretimini gerektirecek denli yüksek de olmaz, haliyle "masif" bir gişe kaygısı oluşmaz. zaman ve yetiştirme endişesi veya filmle beraber kırk çeşit farklı işin -üç yüz çeşit fragman, elli tip reklam, oyun, dizi, belgesel vb.- aynı anda yürütülmesi gerekmez. haliyle amaç başkalaşır bu yapımlarda.

    üretimi kadar dinlemesi de gittikçe zorlaşan bir müzik alanı denebilir film müziği için.

  • yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var vol.2

    çok beğenilince ikincisini çekelim dedim. ilki neydi lan diyecekler için hatırlatma amaçlı linkini verelim; (bkz: #30822423)

    oğlak burcu kadını...

    gördüğüm, tanıklık etmeye devam ettiğim fantastik kadın. kolay kırılan ve zaman zaman çok kolay kırabilen bu kadın aslında öylesine güzel yüreklidir ki ne kırıldığında uzatır ne de kırdığında üste çıkmaya çalışır. gözlerinizin içine bakar, parlayan gözlerle, seni seviyorum, der. aynı yataktaysanız elini uzatır, küs uyumayalım, barıştık mı der.

    biraz şımarıktır bu kadın ama şımarmanın kadına yakıştığı kadar şımarık. anlamsız trip şımarıklığı değil. 5 yaşında bir kız çocuğunun babasını ona aşık eden şımarıklığıdır bu. alırsın, öpmeye doyamazsın. kucağına alır saatlerce saçını okşarsın. biraz daha şımarsın diye gözünün içine bakarsın. öyle bir bağlar ki bu hali, günlük olarak ihtiyaç duyarsın buna.

    erkekte para, güç, korunma arar denmiş. para aramaz. hatta kendi parasını çıkartıp cebine koyacak kadar önem vermez paraya. hani iki gönül bir olunca samanlık seyran olur kadını var ya, heh işte o bu kadın. güç konusuna gelecek olursak, erkeğinin güçlü olmasını ister ama bu gücü biraz açmak gerekir. bu ne o adamın babasının gücü, ne maddi gücü, ne başkasına bağlı bir güç, ne bağlantılarından sağladığı güç. bu kadın, birlikte olduğu adamda kafasına koyduğu her şeyi başarabilme, en azından onun için her şeyi deneme gücü ister. tüm zorluklara karşı savaşabilme gücü arar. ufacık bir aksilikte karalara bağlamak yerine dimdik ayakta durmasını ister. karakter olarak güçlü olmasını ister. ah, evet korunma... bir nevi sahiplenilme. başta size pek cool gelecek bu kadın. zaman zaman, ulan acaba bu haraketim onu sıkar mı diye düşünmeden edemeyeceksiniz. kafanıza takmayın, bu kadın sahiplenilmeyi, sizin kollarınız arasında kendini güvende hissetmeyi seviyor. onu sıkıca sardığınızda, "yanımdayken seni kimse üzemez" mesajını vermenizi ister. buna ihtiyacı olduğundan değil, yanlış anlaşılmasın. oğlak burcu kadını gerçekten güçlü bir kadın. herhangi bir erkeğin korumasına ihtiyacı yok açıkcası ama onlar bu güven duygusunu seviyorlar. hatta kıskanılmayı da seviyorlar. liseli kıskanması değil ama, sen benimsin, diye kulağına fısıldayacağınız kıskançlıkları...

    olum, çok sevin bu kadını. bir süre, siz 3 severken o 1 sevecek. ama sonra, aylar geçtikçe siz 5 severken, o size 10 sevgi hissettirecek. o kadar sevgi ile dolacak ki içiniz, o kadar benimseyecek ki vücudunuz onu, bir gece, evet bir gece olsun ondan ayrı yattığınızda vücudunuz uyumayı reddedecek. öyle aşık edecek ki sizi kendine, gözünüzü kapattığınızda o olacak karşınızda, ansızın kokusu saracak etrafınızı. şimdi gidip öpün onu, sıkıca sarılın.

  • araç sahibinden aldığım bilgiye göre sonuç: "avukatlarım aracılığı ile semra hanım ile "tüm zararımın" karşılanmasına ilişkin uzlaşmaya vardık.

    taraflar anlaşmamızda "içeriklerin kaldırılması" ile ilgili madde de yer alıyor. o yüzden buradaki içerik kaldırılmıştır."