hesabın var mı? giriş yap

  • küçüklüğümü hatırlatan durum.

    annem küçükken aşure dağıttırırdı, asosyal bir çocuk olarak zille basmadan geri döner "anne evde yoklarmış" derdim.

    aynı.

  • ----s2e9'e spoiler----
    bu adam kesin ingiliz degildir..oyle onlarin krali gibi ordunun arkasinda kafasinda tac beklememis alayiniz ben tek diyip dalmis duvarlara..bu yuzden ya iskoc ya da fikirtepelidir.
    ----s2e9'e spoiler----

  • saatlerden anlayan bir sözlük yazarı olarak bu başlık altında konuyu uzun olarak yazmak istedim. konuyu web ortamında aratırsanız bu kadar detaylı anlatımı bulamazsınız. entry ve nick uyumumdan anlayabilirsiniz.

    öncelikle, rolex saat firmasının üretime ilk başladığı yıllarda, bu firmadan, diğer saat üreticileri ile hemen hemen aynı fiyatlarla kol saati temin edinilebiliyordu. ancak globalleşme ile birlikte yeni tip üretim anlayışları ortaya çıktı. uzak doğu da artık rolex’in ana vatanındaki gibi saat üretebiliyordu. hemen hemen aynı kaliteye çok daha ucuza satılan uzak doğu malı saatler tüketicilerin ilgi odağı olmuştu. isviçre’deki diğer saat üreticileri bu durum karşısında birleşerek sabit maliyetleri azalttılar ve uzak doğu ile yarışabilecek saat türlerini ortaya çıkardılar. rolex şirketi ise maliyetleri azaltıp bu sisteme dahil olmaktansa daha farklı bir yola gitti. çok daha kaliteli, maliyetli ve dolayısıyla bir o kadar da pahalı saat üretimine odaklandı. rolex’in ayrım noktası da burada başladı.

    otomatik saat üretiminin büyük bölümü talaşlı imalat ile ilgilidir. yani masif çelik ya da diğer metalleri işleyerek, keserek istenen tasarımın ortaya çıkarılmasından ibarettir. bu işlem bilgisayar kontrollü makineler ile olur. yani kısaca cnc makinelerdir. cnc makineleri; işleme, eksenli işlemeler, erezyon, dalma, eksenli torna vb makineleri olarak bilinir. bu makineler ortalama bir araba parasıyla servet değerine kadar uzanan fiyatlara sahiptir. ne kadar alanda kesim yaptıkları, hassasiyet ölçüleri, eksen bilgileri, dayanım ve servis olanaklarına göre fiyatlar değişebilir. makineler için kullanılan işleme takımları ya da teller de çok önemlidir. bunların haricinde soğutma suları, takım tutucu aynalar, üretim programları da kaliteyi belirleyici role sahiptir. dünya çapında alanında en iyisi olduğunuzu iddia ediyorsanız, üretim için gerekli bu donanım ve yazılımların da en iyisine sahip olmanız gerekir. yani anlayacağınız orta sınıf bir araba değerindeki makineler ile de rolex’i yapabilirsiniz aynı şekilde lüks bir yat değerindeki makineler ile de üretimi yapabilirsiniz. bu programlarla aynı parçayı 15 dakikada üretebileceğiniz gibi kaliteyi arttırmak amaçlı 12 saatte de üretebilirsiniz. yüzey aşındırılırken bir seferde 1mm çelik kesildiği gibi 0,05mm çelik de kesilebilir. 5000 devir hızında da çalışabilir 50.000 devir hızında da çalışabilir. 5 liralık işlemle takımı ile de kesilebilir 150 euro değerindeki takım ile de kesilebilir. aralarında 20 katı fark olan soğutma suyu da kullanılabilir. soğutma suyu yılda iki kez de değişebilir günde bir kez de değişebilir. rulmanlar, elektronik kartlar vb her şey için geçerlidir. hatta pc için üretim programları da çok önemlidir. bazı yazılımlar üretim programlarındaki hataları bulur, onarır, yapay zeka ile aksaklıkları tespit eder, kendisi resen düzelttiği gibi öneri olarak operatöre sunar. en iyiyim diyorsan en iyi sonuca odaklanmak gereklidir. aradaki farkı ben anlıyorum, bir kez anladığın zaman iyi yapılmamış olanı insanın gözüne çöp gibi görünmeye başlıyor. aradaki fark; dayanım, tam fonksiyonel çalışma ve yüzey kalitesi ile anlaşılabilir. ancak bunlar sizin için hiç önemli de olmayabilir.

    polisaj (yüzey işlemleri) çalışmalarına geçersek daha belirgin farklar ortaya çıkar. polisajı genel olarak pamuk bir diske sürülmüş cila ile çelik yüzeyin aşındırılarak parlatılması olarak biliniyor. ancak bu işin en kolay tarafıdır. çünkü bez zımpara diskleri, parlatılmaya çalışılan malzemenin geometrik yapısını tanımaz. rastgele temas ettiği tüm yüzeyden belli belirsiz metal parçacıklarını aşındırarak kopartır. sonuç olarak parlak ama ışığı iyi yansıtmayan, geometrisi kısmen bozulmuş bir parça ortaya çıkar. bu bozulmayı anlayabilmek için bozulmadan parlatılmış aynı parça ile bire bir mukayese yapmak gerekir. eğer bir göz zevkine sahipseniz daha önceki bozuk parça artık gözünüze çöp gibi gelmeye başlar. ne yazık ki artık saat dünyasındaki gördüğünüz çoğu ürün size bozuk/üretim hatası gibi gelmeye başlayacaktır. çünkü hemen hemen hepsi ucuz ve basit olan konvansiyonel polisaj yöntemini kullanırlar. üreticiler önce malzemeyi tasarlarlar, daha sonra ise nasıl polisajının yapılıp parlatılacağını düşünürler. rolex gibi firmalar ise parlaması ya da yüzey işlemi görmesi gereken tüm parçaları bu işlemlerin sonradan nasıl yapılabileceğini göre tasarlarlar. parçalar konvansiyonel polisaj yöntemi ile parlatılmazlar. her paça için ayrıca tasarlanmış aparat ya da makinelerce zımpara/kumlama/taşlama ya da bez cilalı disklere temas ettirilirler. bu sayede mükemmel bir yüzey görünümü elde edildiği gibi tasarlanmış geometrik yüzeyin (pah/radyus/iç alanlar vb.) de korunması sağlanır. müşteri için kusursuz bir ürün ortaya çıkarılmış olur. konvansiyonel polisaj yöntemi ile saatte 100 parça yüzey işleminden geçebilirken özel (grand seiko zaratsu gibi) polisaj yöntemleri ile 8 saatte yalnızca bir parça ortaya çıkarılabilir. üstelik daha yüksek işçilik masrafı, pahalı sarf malzemesi ve iyi ar ge edilmiş aparat/makinelerle bu işlem yapılır.

    çelik kaliteleri de çok büyük öneme sahiptir. birkaç ana başlık altında toplansa da binlerce farklı çelik tipi vardır. her bir çelik tipinin hangi formda (kütük, lama, yuvarlak, kare vb.) üretildiği de çok önemlidir. ayrıca hangi fabrikada hangi standarda üretildiği bilinmelidir. rolex firması aisi 904l (süper östenitik paslanmaz çelik) tipi çelikten saatlerini üretiyor. bilinen en kaliteli çelik sınıflarından biridir. şunu diyebilirsiniz, bir altından ne kadar pahalı olabilir ki fiyatını arttırsın. evet bu tip bir çeliği buldunuz diyelim. kilosunu 10 euro gibi fiyattan satın alabilirsiniz. ama asıl mesele bu değildir. bu çeliği kusursuz kalitede üretebilmek için gerekli çalışmalar maliyeti yükseltecektir. çünkü çelik çok sert ve işlemesi çok zordur. saat fabrikası çelik blokları arasında olabilecek muhtemel kalite farkını ortadan kaldırabilmek için bu çeliği ham olarak kendi bünyesinde yapmaktadır. çünkü çelik içinde oluşan farklılıklar ya da standart değişiklikleri üretimi tamamen baltalayabilmektedir. ısıl işlem süreçleri tamamen ar-ge ile ilgilidir. bu konuya hiç girmiyorum. müşteri için çizilemeye çok daha dayanıklı ve daha parlak saat kasası avantajı sağlayacaktır.

    üretimde kullanılan aparat ve bant sistemlerini açıklayalım. ürünün en iyi kalitede üretilmesi için makine ve fabrika alt yapısında bu sistemlerin bulunması gerekli. bu sistemlerin bazıları çözüm olarak sunulduğu gibi ar-ge sonucu oluşmuş gizli makineler olarak da tanımlayabiliriz. fabrika turlarında bu aparatları her hangi bir şekilde göremezsiniz. kamera ile hiçbir şekilde kayıt altına alınamazlar. örneğin saat mekanizması içindeki temel plakanın işlenmesi aşamasında kullanılmak üzere, işlenen metalin ısıdan bükülmesi önlemek, makineden çapak olmadan çıkarılabilmesi gibi durumlar için özel olarak tasarlanmış aparatlar vardır. bunlar satılmaz, tamamen bir işe yönelik olarak üreticinin planladığı mekanizmalardır. bu mekanizmalar ürünün kusursuzluğunu sağlamaya yöneliktir. yalnızca saat için değil tüm üretim aşamalarında zekice planlanmış aparatlar (sanayi ağzı ile fiksür) vardır.

    marka değeri çok önemlidir. marka hava atmaktan ziyade bir nevi garantinin adıdır. rolex dünyada bilinen en sorunsuz saatlerden biridir. bu garanti ve imajın da bir maliyeti vardır. pire için yorganı yakmaz iseniz bu marka algısını sağlayamazsınız. ayrıca pahalı saat takan insanların hava atmak için taktığı söylenir. bu tamamen yanlıştır. genelde erkeklerin düşkün olduğu saat takıntısı tamamen erkeğin kendi iç dünyası içindir. örneğin benim için insanoğlunun günümüz itibari ile gelmiş olduğu en son teknolojinin, disiplinin, öz verinin, malzeme kalitesinin, zarafetin ve tabi ki emeğin kolumda olmasının verdiği bir hazdır. kimi insan için de yalnızca saati gösteren bir alettir. bu konuda erkekler pek anlaşamazlar. ama saat seven erkeklerin daha belirgin özellikleri vardır. sadece saat sevmezler, dolma kalem, geneneksel masif çelik tıraş bıçağı, takım elbise, bisiklet ve otomobil de ilgi alanları içindedir.

    kalite kontrol ve montaj süreçleri de maliyeti belirler. en iyi kaliteyi üretmek için artık bu alanlara kozmetik bir isim bile verilmiş. saat stüdyoları deniyor. sırf isminden bile nasıl bir ortam olduğu anlaşılabilir. bilmeyenler için ameliyathane gibi yerler olduğunu söylemek yeterli olur.

    dişli sistemleri ve üretimi hakkında bilmemiz gerekenler. her hangi bir otomatik saati açtığınız zaman içerisinde çok sayıda dişli (çark) olduğunu göreceksiniz. saatin fonksiyonlarına göre bu dişli sayıları artabilir. saat mekanizması üretiminde en hassas konulardan birisi de dişli üretimidir. dişli sistemlerini incelemek için öncelikle iki konuya dikkat etmek gerekir. dişlinin içinden geçen mil, dişli ile yek pare masif bir parça ise üretimi çok zordur. genelde saat firmalarının büyük bölümü iki ya da daha çok parçalı olarak bu dişlilerin üretimini gerçekleştirirler. mil daha sonradan dişliye sıkı geçme yöntemi ile birleştirilir. ancak bu yöntem tam istenen seviyede hassasiyeti sağlamayabilir. dişlilerin açılması da pres yardımı ile yapılmaktadır. lüks saat firmalarının bir çoğunda ise ısıl işlem görmüş silindir bloğu tek parça olarak mil ve dişli çarkı olarak üretilir ve c eksende dişli kısımları açılır. bu sayede dişlilerin bir birlerine olan güç aktarımları daha verimli olmuş olur. ayrıca dişlilerin temel plaka üzerinde çalışmalarını sağlamak için gerçek ya da sentetik elmaslar konulur. bu elmaslar bir nevi rulman gibi dişlilerin rahat bir şekilde sıkışmadan tam ekseni etrafında aşınmadan çalışmasını sağlarlar. bu rulman görevi gören elmasların üretimi ve yerleştirilmesi de maliyeti etkileyen hususlardır. saatlerin çok uzun dönemde en az sapmalarını sağlamak için bu parçaların yapımına özen gösterirler. pahalı olan saatlerin çoğunluğunda bu parçalar talaşlı imalat ile tek parça metallerden üretilirler. dijital ortamda büyütülerek ölçümleri yapılmadan mekanizma içinde kullanılmalarına izin verilmez. en az sapma için en bir birleri ile en uyumlu kusursuz makine elemanlarının yapılması gerekmektedir. bunlar da maliyet olarak yansırlar.

    güç grubu üretimi. otomatik saatler güçlerini herkesin de bildiği gibi piller yerine kurulmuş yaylardan almaktadır. yaylar kurularak rulo biçimde bir yuvarlak kutu içinde muhafaza edilmektedir. kurma işlemi sarkaç görevi gören bir parçanın kolumuzun hareketlerinin yararlanarak ileri geri salınımı sonrası gerçekleşir. iki yönlü salınım yöntemi ile de güç toparlanabildiği gibi tek yönlü salınımla da güç toparlanabilir. daha kaliteli saatlerin yapımında ise bu yay/güç grubunun önemi çok büyüktür. yaylar belirli bir zaman sonra ilk günkü güçlerini kaybederler. örneğin güç rezervi 48 saat olan bir saat yıllar sonra 30 saate kadar düşebilir. ya da bu güç rezervi için dizayn edilmiş fonksiyonlar ve güç aktarım organları düzgün çalışamayabilir. bunu önlemek için yay yapımında kullanılan metalürji tekniklerini çok iyi bilmek gerekiyor. ısıl işlem süreçlerini de anlamak gerekir. bunlar ar-ge maliyeti olarak karşımıza çıkarlar. bence saat üretiminin en hassas konularından birisidir. çok basit bir şekilde yay üretimi gerçekleştirilebilir ama üretilen yayın gücünün büyük kısmını çok uzun yıllar aynı şiddetle koruyacağının garantisinin vermek her saat üreticisi için zordur.

    kadran üretim maliyetleri. saat kadranı üretiminde en çok maliyeti kaplayan kısım üstündeki işaret rakam ve yazılardır. bu işaretleri 3 boyutlu olarak kusursuz bir şekilde üretmek çok maliyetlidir. genelde saat firmaları kimyasal baskı yöntemleri ile kadrana bunları yerleştirmektedir. bazı firmalar ise pres yöntemi ile kesilmiş parçaları şablon yöntemi ile yapıştırmaktadır. lüks saat firmaları ise üç boyutlu olarak mikro hassasiyet ile bu parçaları masif metallerden işler ve diğer yüzey işlemlerini gerçekleştirirler. yalnızca bu işaretlerin üretim maliyeti ile onlarca basit çapta saatin tümüyle üretimi gerçekleştirilebilir. kadranın kendisi de işlenirken üzerine yine üç boyutlu filigran benzeri desenler dokular oluşturulabilir. bu dokuları yapmak ovalama benzeri tezgahlarda yapılabildiği gibi kesiciler ile de kusursuz olarak yaratılabilir. kadran üzerindeki boyaların güneş ışığı altında yıllarca solmadan kalmaları, fosforlarının gücünü koruyabilmesi de önemlidir. kadran üstüne marka işareti basımı her saat firmasının onuru gibi bir durumdur. dikkat ederseniz bunun onlarca farklı yöntemi olduğunu görürsünüz. en az risk almak isteyenler genelde kimyasal baskı yöntemini seçerler. ama bu konuda en başarılı gördüğüm grand seiko marka saatlerdir. mikron hassasiyetinde üç boyutlu marka işaretlerini çıkartabilmek büyük teknoloji gerektirir. rolex’in taklit edilmesindeki en büyük sebeplerden birinin de marka işaretleri olduğunu düşünüyorum. çünkü baskı tekniği ile rahatlıkla işaretler çıkartılabiliyor. ayrıca kasının arkasında cam kapak olmaması sebebiyle, içindeki parçaların orijinal olup olamadığını anlamak çok güçtür. orijinal olup olmadığını anlamak için dış yüzey üzerine yoğunlaşmak gerekir. dış yüzey de kolay taklit edilebilir.

    işçilik kaliteleri her şeyden önce geliyor. ama bu durumu sona sakladım. bu süreçleri yönetebilmek tabi ki insanın verimli ve kaliteli çalışmasından geçiyor. en iyi işçilik kalitesi hedefleniyorsa en iyi de işçi gereklidir. en iyi işçiler de ucuza çalışmazlar. bir işçinin yaptığı bir hata belki on yıl sonra ortaya çıkacak, bu riski aza indirmek çok maliyetli bir iştir. öz veri ve yüksek standartlara uygun çalışma için devamlılık arz eden bir sistem gereklidir. bu durum insan kaynaklarının en iyi yönetimi sonucunda oluşacaktır. hepimiz bir şekilde mal veya hizmet üretimi içinde bulunduğumuz için bunun ne demek olduğunu zaten çok iyi biliyoruz. benim için ise bir fabrika gençken aldığı işçisini mühendisini kendi bünyesinde emekli edebiliyorsa yüksek kalitede işçiliğin olduğu ortadadır demektir. rolex için bu son kısım hakkında emin değilim. ama çalışanların çok uzun süreli devamlılık esasına göre istihdam edildiğini şirket yöneticileri söylüyorlar.

    yazdıklarım alıntı değildir. yerli ve yabancı her hangi bir web sitesi ya da video platformunda bulamazsınız.

    bu yazı da belirtilen birçok şey diğer pahalı lüks saat firmaları için de geçerlidir. ancak toplumda en bilineni rolex olduğu için özellikle yazmak istedim.

    ayrıca, yalnızca saatler için değil, hayatımız akışı içinde kullandığımız çoğu ürün için yukarıdaki anlatımlar geçerlidir. bir şeyin reklamını yapmaktan ziyade, tüketici olarak neyi ne kadara neden satın alıyoruz kısmını irdelemektir. rolex marka saatim de yoktur. longines marka saat almayı planlıyorum. ileride durumum iyi olursa favorim her zaman grand seiko marka saatlerdir.

    edit: imla, on parmak

    edit2: bilgi ekleme

  • çin'den binlerce sağ ayakkabı teki ithal edip gümrükte bırakmak. sonra gümrükteki açık arttırmaya katılıp bunları cüzi fiyattan satın almak. daha sonra aynı işlemi sol ayakkabı tekleri için uygulamak. akabinde yurt içinde ayakkabıları birleştirmek. gümrük vergisinden çok büyük oranda yırtmak. yıllar boyunca duyduğum en afilli üçkağıtçılıktır bu.

  • yetkili agizlardan bilgi aktaralim:

    bakin konuyla ilgili istanbul üniversitesi deniz bilimleri enstitüsü öğretim üyesi doç. dr. cem gazioğlu ne diyor:

    “bizim bulunduğumuz enlemde o şartların oluşması mümkün değil. deniz suyu sıcaklığı -4’e düşse bile çok ince bir zar şeklinde donar. komple sistemin dibe kadar donması mümkün değil. bizim bölgemizdeki hava sıcaklığının kuzey buz denizi’ndeki seviyeye gelmesi mümkün olmadığından dolayı istanbul boğazı’nda donma olayı gerçekleşmez.

    çünkü kuzey buz denizi ve civarında hava sıcaklığı -45, deniz suyu sıcaklığı ise -10’larda seyrediyor. boğaz suyunun donma sürecinin başladığı -4 derecenin altına inmesi için istanbul’daki hava sıcaklığının -25 derece olarak ölçülmesi gerekiyor.”

    meteoroloji yüksek mühendisi gökhan abur’a ne diyor peki;

    "istanbul son yüz yılda kandilli kayıtlarına göre -13,8, meteoroloji bölge müdürlüğü’ne göre -16 dereceyi gördü. termometreler -20’leri henüz kaydetmedi. 1900’lerden önce hava sıcaklığının -25’lere kadar düşüp düşmediği bilinmiyor; ama bilim adamları düşmediği görüşünde."

    türk deniz araştırmaları vakfı başkanı prof. dr. bayram öztürk ise, boğaz’ın donması için 15 gün boyunca aralıksız kar yağmasının gerekli olduğunu, boğaz’daki 1,5 metrelik dalgaboyu ve poyraz nedeniyle donmanın mümkün olmadığını söylüyor.

    peki bu fotograf ne?
    http://img415.imageshack.us/…057/1954boaz2lr6go.jpg

    1954 yilinda cekildigi iddia edilen bu fotograf aslinda tuna nehri'nden gelip karadeniz uzerinden bogaza yonelen buz parcalarinin olusturdugu bi goruntu. gordugunuz gibi vapurlar ve gemiler calismaya devam ediyor. cunku sadece suyun uzerinde buz parcalari yuzuyor. insanlar ise, kiyidaki birikmis buzlarin uzerinde duruyor. karsiya gecme olayi falan da yok.

    dedelerimiz iyi kekliyor bizi...

  • *edit: en basa bu dalga neyin dalgasi onu soyliyelim. einstein'in genel gorelilik teorisinin ozetine gore "madde" ** uzay ve zamana nasil egilip bukulecegini soyler; uzay ve zaman da cisimlere nasil hareket edecegini. yani uzay aslinda boyle gorunur ama bugune kadar boyle goremiyorduk:) iste cisimler, uzay ve zamani bukunce uzayda isik hizinda dagilan kutlecekim dalgalari* olustururlar. bu dalgalar bugune kadar gozlemlenememisti. bu dalgalar gozlemlenemeyince de, bu dalgalardan baska bi sey yaymayan uzay cisimleri de gozlemlenememisti. yani yasasin karadelikler!*edit bitti*

    ligo'nun yaptigi uygulamalı gözlemi basitçe anlatması çok zor:)

    (büyük harfle) "l" şeklinde bir kompleks düşünün. l'nin kolları 2-4 km uzunluğunda. biri diğerinden uzun, l'nin köşesinde bir beam splitter (ışın ayırıcı) var, l'nin alt tarafında yani ışın ayırıcının solunda ışın detektörü var... l'nin iki ucunda da asılı duran dev aynalar var. şöyle bir şey kendisi

    şimdi bir lazerle (ls diye gösterilen) ışın ayırıyıcıya (b diye gösterilen) ışın yolluyos, ayırıcı da iki demeti iki koldan (l'nin kollarından) dev aynalara yolluyor. deva aynalar demetleri gerisin geri ayırıcıya yolluyor. ayırıcı da aynalardan gelen ışınları lazer silahı ve ışın detektörüne (ld diye geçen) yolluyor. böyle bir görüntü hayal edin.
    ortada gravitational wave'in eğip büktüğü uzayzaman yokken, ışın atımları kollardan biri daha uzun olduğundan detektöre farklı, ancak düzenli ritmli zamanlarda geliyor. detektör de pek bi şey detect etmiyor :) (ışık dalgalarının süperimpozisyonuyla* ilgili bir dalga sebebiyle, birbirlerini nötralize ediyor isinlar)

    şimdi kollara gravitational wave atalım, böyle "vocurk vocurk" etsin... animasyonda gördüğünüz üzere sağdan giren gravitational wave, yüzeydeki partikelleri gah uzatıyor gah kısaltıyor... bu durum bizim "l"'de (ki adı interferometre-yani suya attığınız taşların birbirine girişen dalgalarını ölçen nane) iki boyutlu düzlemde şöyle bir görüntü yaratıyor. yani kollar bir uzuyor bir kısalıyor. tabii animasyondaki kadar degil. hidrojen atonu kadar ohom:) artık gelen ışın atımları düzenli ritmde değil. suya atılan taşların birbiriyle girişen (bkz: superimpositon) görüntüsü şeklinde. duzensiz girişen dalgalar da yeni bir dalga yaratıyor (biraz daha basitleştirirsem fizik ilmi çökecek:(( ışığın dalga fonksiyonundan da yararlanan detektör de gravitational wave'den sonra oluşan yeni dalganın ışığını tespit ediyor. böylece ölçüm gerçekleşyor.

    not: gerçeklik yukarıda anlattığımdan çok daha komplike, işbu entry aşırı basitleştirme adına fiziğin de müzğin de ırzına geçmiştir:)

  • biri ciksa sorsa, dunyada ciddi anlamda uzerinde calisilmis en ucuk, en cilgin, en inanilmaz proje hangisidir? dusunmeden project orion cevabini veririm.

    olay yillar once ilk nukleer bomba denemeleri yapilirken basliyor. fizyon'un inanilmaz gucunu goren bilim adamlari bunu bir itici guc olarak kullanip kullanamayacaklarini arastiriyorlar. teorik hesaplamalar ve fizibilite calismalari surerken iki beklenmedik olay oluyor:

    1- sovyetler sputnik'i uzaya gonderiyorlar, amerikan halki dehsete dusuyor ve devletin yapacagi karsi hamle ne olursa olsun destek veriyorlar.
    2- operation plumbbob nukleer bomba arastirmalari sirasinda, 900kg lik celik bir parca nukleer bombanin patlamasiyla uzaya firliyor.

    bunlar olurken iki ayri proje uzaya ulasmak icin yarisiyorlar birisi kimyasal itici sistem kullanan ve halka acik olan nasa, ikincisi hava kuvvetleri icinde gelistirilen project orion.

    projeyi basite indirgemek gerekirse; cogumuz kucukken torpilin uzerine teneke kapatilip patlatilinca tenekenin havalandigini (ve tabii ki parcalandigini) gormusuzdur. tenekenin cok saglam oldugunu hayal edin ve torpili de oyle bir yerde patlatiyoruz ki teneke dumduz yukari firliyor. simdi bunlara ek olarak tenekenin icinde 2000 tane torpil oldugunu ve bu torpillerin belirli araliklarla alttaki delikten duserek tenekenin altinda patladigini gozunuzun onune getirin. sonuc ayni suna benzer bir goruntu veriyor.

    bu video'da torpil yerine patlamasi daha hassas bir sekilde kontrol edilebilen c4 kullanilmis. kimyasal patlayicilar birkac kiloyu, bu sekilde uzaya kadar goturebilirler peki boyutlari buyutursek ne olur? iste project orion'da amaclanan buymus.

    gokdelen boyutlarinda ve tamamen celik gibi saglam malzemelerden bir uzay gemisi uretip, icine binlerce kucuk nukleer bomba koyarak bu sekilde yorungeye gondermeyi planlamislar. tabii gorev yorungede bitmiyor oradan sonra bu patlamalara devam ederek isik hizinin yaklasik %10 una ulasarak uzak gezegenlere hatta yildizlara gidilmesi planlanmis. her hangi bir kalkis agirligi sinirlamasi olmadigi icin (her nukleer bombanin gucune gore, 4.000ton ile 8.000.000ton) istenilen her malzeme ve yuzlerce astronot uzaya gonderilebilecekmis.

    ornek olarak yuzeyde 1 yil surecek mars arastirmasi projesi yapilmis, 4000ton'luk hayvani uzay gemisi nukleer patlamalar ile dunyadan kalkip marsa gidecek, sonra yine nukleer patlamalar ile yavaslayip mars yuzeyine inecek, ardindan ayni teknolojiyi kullanarak dunyaya geri donecekmis. yani uzayda montaj falan sozkonusu degil okuz gibi uzay gemisini bombalari patlata patlata marsa kadar goturmeyi planlamislar. bir de karsilastirma yapmak gerekirse; ay'a ulasmayi saglayan saturn roketinin kalkis agirligi 3350ton, fakat roket yorungeye ulastiginda 130tona dusuyor, oradan ay'a ulastiginda ise sadece 52ton. project orion da kullanilan benzer uzay gemisi kalkista 4000ton yorungeye ulastiginda 1600ton ve ay'a vardiginda 1200ton malzeme tasiyabiliyor.

    projenin ayrintilari bunlar. peki uzerinde bu kadar calisilar, butun hesaplamalari yapilan proje neden rafa kaldirilmis? iki ana nedenden dolayi:

    1- projeyi hazirlayan ekibin iki secenegi varmis, ya nasa gibi herseyi halka acik yapacaklar ya da ortulu askeri bir proje olacak. zamanin soguk savas sartlarindan dolayi kolay olan ikinci secenegi secmisler. projenin sunumunu uzayi kesfedecek bir kapsul olarak yapmak yerine, sovyetler birligine operasyon duzenleyebilecek cok amacli askeri bir tasit olarak yapmislar. model sunumu john f kennedy'e gosterilmis, fakat baskan bunun uzay savaslarina neden olacagini(ve buyuk ihtimal sovyetlerin o zamandaki uzay araci ustunlugunu) dusunerek geri cevirmis.

    2- projenin hayata gecirilecegi yillarda, bir yandan da partial test ban treaty'nin gorusmeleri surmekteymis. bu anlasma her ne kosulda olursa olsun atmosferik nukleer denemeleri yasakliyor. amerika anlasmaya, uzayin kesfi icin nukleer itici guc kullanimina izin verilmesi maddesini ekletmeyi dusunmus ve bunun ne kadar pratik olduguna karar vermek icin project orion hesaplamalarindan da birinci derece sorumlu olan freeman dyson'a danismislar. dyson yaptigi hesaplamalarda her gemi kalkisinda yayilan radyasyonun yaklasik 10 kisiyi oldurecegi sonucuna varmis. ayrica radyasyonun verecegi dolayli zararin hesaplanamamasi, dyson'un projenin iptalinden yana karar vermesine neden olmus. hesaplamalari uzerinde yillarca calistigi ve bir cok arkadasinin hayallerini susleyen orion projesini rafa kaldirtmis.

    proje bugun aktif olmasa da iki sekilde kullaniliyor:

    birincisi, project longshot, project daedalus ve project icarus gibi yeni ve zararli olmayan benzer projelerin gelistirilmesinde.

    ikincisi ise, dunyaya carpmasi olasi bir goktasinin tespit edilmesi sonucu, goktasini yokedebilecek gucteki hidrojen bombasinin hedefe ulastirilmasinda. gunumuz teknolojisiyle bunu yapabilecek tek sistem bu. buradan hareketle, halihazirda bir orion uzay gemisi uretildigini farzedebiliriz veya en azindan kucuk olcekli bir maketi denenmistir.

    projeyi gelistirenlerin cogu hala hayatta ve uzayi kesfetmenin tek yolunun orion'da planlanan sistemden gectigini dusunuyorlar. tabii ki insan hayatinin oneminden dolayi, zararsiz fuzyon patlayicilari gelistirilene kadar projenin rafta kalmasini destekliyorlar.

    insan dusunmeden edemiyor, eger sartlar farkli olsaydi 1960li yillarda mars'ta ve saturn'un uydularinda arastirma yapan insan kolonileri olacakti. hatta belki de baska bir yildiza dogru gitmeyi goze alan cilgin bir ekip su siralar hedeflerine variyor olacakti.

    artik sorulan soruya siz de yanit verebilirsiniz.

  • 2001 senesinin kasım sonu ya da aralık başı, buz gibi bir hava. annem büyükdere caddesinde tam şişli camii’nin olduğu yerde bir mali müşavirlik ofisinde çay-yemek işlerine bakıyor, ben de 12 yaşında bir ortaokul öğrencisiyim.

    1999’da babamın yaptıkları artık canımıza tak deyince annemle birlikte, annemin yıllarca çalışıp didinip pırlanta gibi dizdiği evi tek bir iğne almadan bırakıp, memlekete ölen dedemin evine, dayımların yanına kaçmıştık. boşanma davası, velayet vs. kesinleştikten sonra 2001 yılının yaz aylarında tekrar istanbul’a döndük. sıfırdan başlamıştık yani. çok güçlü bir kadın annem, hayatında tek gün okula gitmemiş ama yıllarca fabrikalarda, ofislerde çalışarak hem evine baktı, hem de beni okutmaya çalıştı.

    döndüğümüzde 1 odası, 1 küçük mutfağı ve büyükçe bir balkonu olan annemin teyzesinin çatı katını tuttuk. bizim hiç eşyamız yok, sadece kıyafetlerimiz ile döndük ama evde bir insanın asgari düzeyde hayatını sürdürebileceği, teyzemin ve çocuklarının eski eşyaları var. bir tek televizyonumuz yoktu. annem ben sıkılmayayım diye bir akrabamızdan ikinci el bir televizyon almış, alırken de dolandırılmıştı, o başka bir enrtynin konusu. bu şekilde kendi ayaklarımız üzerinde durana kadar idare edecektik artık.

    o zamanlar gültepe’de doğalgaz yok, hani olsa da bizim oturduğumuz ev doğalgaz tesisatına uygun mudur orası şüpheli. çok eski bir yapı çünkü. çatı katı olduğu ve yapı çok eski tahta bir çatıya sahip olduğundan, rüzgar estiğinde evde hissedilirdi. kış ayları bizim için ciddi sıkıntıydı. kış yaklaşınca sobayı, o zamanlar her yerde bulunan bir sobacıdan ikinci el almıştık. böyle içi tuğla, hayvan gibi döküm bir soba. sağolsun belediyede çalışan bir akrabamız da annemin adını ‘meşhur’ kömür yardımlarına yazdırmış, kış öncesi 30-40 torba kadar bir kömür gelmişti ama soba tek başına kömürle yanmıyor, tutuşturacak odun lazım.

    şimdilerde yerinde devasa şişli marriott otelin olduğu yerde o yıllarda pazar yeri vardı. yanı başı o zaman da şimdi de minibüs durakları. haftada birkaç akşam okul sonrasında annemle iş çıkışında buluşur, o pazar yerinde pazarcılardan depozitosu olmayan meyve-sebze kasalarını isterdik. olan da verirdi allah razı olsun. kasaları hemen kaldırımda toplar, oracıkta insanların ayaklarının altında kırıp, yanımızdaki çamaşır ipi ile bir deste haline getirirdik. bunu yağmur altında sırılsıklam olarak yapmak zorunda olduğumuz da olurdu. sonra hemen oradan elimizde tahta destesi ile gültepe minibüsüne biner eve gelirdik. iş çıkış saatlerinde gültepe minibüsleri tıklım tıklım. kimi zaman minibüsteki yolcular, kimi zaman minibüs şöförleri bu durumdan hiç hoşnut olmaz, kendi kendine söyleneni de olurdu. anneme bakardım, bir şey demezdi, ne desin ? soba odunsuz yanmıyor ve hava soğuk.

    o yıllarda çocuk yaşımda bu yaptığımız bana çok normal gelirdi. insanların ayaklarının altında kasa kırmaktan, o tahta destesi ile tıklım tıklım minibüse binmekten, sonra onu sırtımızda eve taşımaktan hiç gocunmazdım.. çocukluk işte, kısa süre içerisinde başkalarının eşyalarıyla, devletten gelen kömürle, pazardanan taşınan odunla yaşamaya alışmıştım, normalim olmuştu hemen. ama annem için hiç öyle değildi. yüzünde sürekli o hüznü, nasıl olmayacak bir şeyi olur yaptığımızın zorluğunu görürdüm.

    enrtyi nasıl bağlayacağımı bilemedim dostlar.. ne zaman kombiyi açsam o günler geliyor aklıma. az önce uyandım ve üşümüştüm, gittim kombiyi ateşledim, yine aklıma geldi. odasına girdim annemin üstü açık, aklımda bunlar, üstünü örttüm, oturdum yazdım..