ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap
acun ılıcalı'nın ekşi sözlük'e laf atması
-
ekşiye dahi müdahale edebileceğini sanan bir ego delisinin çok da şey olmadığı laftır.
gerçekler acıdır acun efendi! öyle dilediğince yaşayacan, biz de eleştirmeyecez öyle mi? çok beklersin!
twittera ekşi sözlüğe kalsa burada olamazdık demiş. sen zaten orda olmamalısın ama bunu ekşi sözlük ya da twitter istiyor diye değil, normali bu olduğu için. sen şartlara (!) uydun ve yandaş rolünü çok güzel oynadın. seni eleştirdiğimiz noktaları bi düşün istersen.
kızından küçük kızdan başkasıyla evliyken çocuk yaptın. ses etmeyelim mi ?
işine gelmeyene hakaret ettin, gelene eyvallah ettin, yazmayalım mı?
sesini çıkarman gereken yerde sustun, gereksiz yerlerde sesini çıkardın, görmeyelim mi?
hiç kusura bakma. senin sözün ancak yarışmacına ve işini kaybetmekten korkan çalışanına geçer. zerre kadar laf etme durumun yok sözlüğe.
tarlada bir gecede beliren gizemli daire
konya'da zencilere karşı yapılan ırkçılık
-
"komura bak komura diolar, ne komuru ya" deyip sudanlı abimizi isyan ettirmişlerdir :))
gülüyorum ama 21 yy a geldik hala ten rengine göre insan sınıflamak devam ediyor.
not: o sudanlı bebek ayrıca ne tatlıymış öyle.
reza zarrab amerika'nın ajanıydı
-
daha bir kaç gün önce " amerika'nın zorla alıkoyup, itiraflara zorladığı türk vatandaşı" idi.
nasıl bir dere ki bu, sular çılgınca akıp gidiyor?
çamura düşmüş topu duvara vurarak kurutmak
-
aynı zamanda havası kaçmış topu birkaç saat güneşte bekletip az da olsa şişmesini sağlayan nesildir.
18 temmuz 2016 wikileaks açıklaması
-
ciciş kardeşler esra ve ceyda'nın umreye gitmesiyle başlayan ülkemiz üzerindeki karabulut serisinin yeni bir basamağı
başbakanın dostoyevski okuması
-
haberde cümleyi biraz kırpmışlar. orjinal cümlenin şu şekilde olduğuna eminim:
"dostoyevski okurdum, baktım anlamıyorum bıraktım, ulan dedim okuyup da nabıcan, çok okuyan arkadaşlar şimdi sefilleri oynuyor. ben de siyasete girdim."
hayflick limit
-
yaşlanmanın ve sınırlı ömrümüzün en temel sebebi. daha bilimsel olmak gerekirse hücre bölünmesi durana kadar normal bir hücre populasyonunun bölünme sayısını ifade eden bilimsel terim. türkçe’ye pek de değişmeden hayflick sınırı/limiti olarak geçmiştir.
deneysel veriler, telomerlerin her hücre bölünmesinde bir miktar kısaldığını ve belli bir kısalığa geldiğinde ise hücre bölünmesinin durduğunu göstermiştir. bölünmenin durması ise hücre yaşlanması ve ölümüyle sonuçlanmaktadır.
hayflick limitinin isim babası amerikalı bir anatomist olan leonard hayflick’tir. insan fetal hücreleriyle yaptığı çalışmada, kültüre edilen hücrelerin en fazla 60 defa bölündüğünü bu sayıdan sonra ise bölünmenin durduğunu göstermiştir. her sağlıklı insan hücresi için geçerli olan hayflick limiti, sadece kanser hücrelerinde görülmez. ondan sebep kanser hücreleri, kaynak ve konakçı bulduğu müddetçe bölünmeye devam ederler.
aldatan sevgiliyi yemeksepeti sayesinde yakalamak
-
itiraf.com
‘o anda mert benim pantolonumu çözüp birden kökleyiverdi’
8 milyar insanın boku sidiği nereye gidiyor
-
hepsi ortadoğu'da toplanıyor kardeşim.
suçsuz yere mağaza alarmına yakalanmak
-
bir insan evladının başına gelebilecek en korkunç talihsizliklerden biri. asıl prison break budur işte dostlarım. mağazanın girişinde bulunan ve arasından geçtiğimiz o mendebur zamazingo bazen çalar ansızın... şaşırır kalırız. hiçbir suçumuz yoktur oysa. tişörtüyle olsun, dizkapağına kadar uzanan çiçekli mayo şortuyla olsun yaz sezonunun en gözde ürünlerini almışızdır parasını ödeyip. sevdiğimiz dergileri, dvdleri, kitapları almışsızdır helal paramızla. kimi zaman iki eppek, makarna, yoğurt ve "yaz geliyor, evde geniş geniş, ferah ferah giyilir bu... marka aranmaz ev kıyafetinde... bayaa da güzel lan aslında" şeklinde sinsi sinsi düşünerek migros marka şort alırız, üzerinde alın teri olan ve bir beybi gibi cüzdanımızda özenerek sakladığımız o ellilik, kimi zaman yirmilik banknotlarla.
bu derdi çeken bilir. winçester arşidükü gibi bir havayla yaptığım nice alışverişin meksika sınırında yakalanan kaçak göçmen gibi bittiğini bilirim. oysa param olduğu zamanlar yaptığım o sevimlilikler, "kaça bölelim?" diye soran kasadaki emekçi dosta yaranmak için en beybimsi halimle "hiç farketmez" deyişim, kasadaki emekçi dostun "iki taksit?" deyince içimden hemen bir hesap yapıp "altıya bölün o zaman" diye rica edişim, kasadaki emekçi dostun bana bakışı... öten bir alarmla dağılan bir dünya. yıkılan hayaller. girilen suçlu psikolojisi.
insan suçsuz yere alarma yakalanınca belli tepkiler veriyor. ben şahsen ilk seferinde içinde koray mağazasından aldığım üç adet atlet, iki adet don bulunan poşeti hemen yere koyup, dizlerimin üstüne çökmüş ve ellerimi başımın üstünde birleştirmiştim. çünkü birinin "fiiiiriiiz... put di fakin' pekıç devn" diyeceği hissine kapılmıştım. sonradan yozgat'ın sorgun ilçesinden olduğunu öğrendiğim babacan bir yiğido güvenlik görevlisi gelip "bugün o ötüp yattı abi... bozulmuş herhal" deyip kaldırdı beni yerden. sinirim bozuldu, ağladım. don atlet çalan adam konumuna düşmüştüm çünkü. sağolsunlar yüzümü yıkayıp, su verdiler. daha sonra da birkaç kere başıma gelince bu, verilecek en iyi tepkinin sırıtarak ve çalışanlarla beş bin yıllık dostmuş gibi bir edayla kasaya yönelmek olduğunu anladım. tam mağazadan çıkarken arasından geçtiğim o şey dividividiviviviv diye ötünce "ilahi çocuklar" yahut "hey allahım, hem mağazanın sahibiyim hem bana çalıyor alarm ohohoho" şeklinde bir kendine güven ifadesiyle kasaya yönelip sorunu çözmeye başladım. alarm sesini duyunca çömelip ağlamaktan ya da gaza gelip "beni yakalayamayacaksınız aşağılık herifler" diye bağırarak kaçmaya çalışmaktan çok daha olgun bir hareket bu. bir de görüyorum, alarma yakalanınca "acaba rezil mi oldum?" diye düşünüp mağazadakilere kızanlar oluyor, ben yapmadım ama yapanları anlıyorum. nihayetinde ömür törpüsü bir durum bu.
o alarm cihazlarının arasından her geçişimde hiçbir suçum olmadığı halde "alarm çalarsa ne yaparım?" diye düşünüyorum: acaba şimdi alarm yanlışlıkla çalsa ve çaylak bir güvenlik görevlisi ben durumu açıklayamadan ateş edip beni vursa, sonra başıma toplansalar ve ben ağzımın kenarından s şeklinde akan kanla ve öksürerek cebimden aldığım ürünlerin fişini çıkarsam... masum olduğum anlaşılsa ve herkes ağlasa böyle, üzülse... ben başım sol tarafa düşmeden önce son nefesimde beni kucağında tutup ağlayan güvenlik görevlisine "neden? neden canıtın? neden?" desem o da ağlaya ağlaya "abi benim adım halil ibrahim" dese... işte alarm yanlışlıkla öter korkusuyla hep bunları düşünmek zorunda kalıyorum. mecbur muyum lan ben bu korkularla yaşamaya? mahvoldu psikolojim yeminle...
yiğit özgür
-
eski formunu yakalamış olan yazar/çizer.
*
okul, muhtemelen 3., 4. sınıf, öğretmen, öğrenciler:
öğrt: birinci dünya savaşı kaç yılında başladı?
öğrencinin biri cevap vermek için kendini yırtar... ama öğretmen görmek istemez...
öğrn: öğretmenim!! öğretmenim!!
öğrt : kimse bilmiyo mu?..
öğrn : öğretmenim! ben ben!!
öğrt : başka?
öğrn : öğretmenim!!!
öğrt : hiç biriniz çalışmadı mı evladım?
öğrn : öğretmenim öğretmenim!!
öğrt : nolur lan biri daha kaldırsın parmak!..
öğrn : ben ben!! öğretmenim!!!
öğrt : yanlış da olsa kabul edicem... hadi..
öğrn : öğretmenim!!!
öğrt : alacağınız olsunlan... peki korhan tamam... sen söyle...
öğrn : at y.rrağı!!!
öğrt : memnun musunuz şimdi?
jandarmada atatürk mü vahdettin mi kavgası
-
ordu harbiden bitmiş. bir astsubayın haddine mi yüzbaşıyla ağız dalaşına girmek.