hesabın var mı? giriş yap

  • yavuz: "topal bir adama da yenilmem".*

    timur bu savaşı çokça kan dökerek alırdı. bu arada doğrusunu söylemek adına timür diyeceğim (bkz: demir) (bkz: büyük ünlü uyumu). timür, sarayının bahçesinde zevkine filleri oynattıran, tepiştirten bir adamdı. altın orda gibi bir cengiz devletini parlak dönemindeyken ezdi geçti, geldi döndü osmanlı'yı ezdi geçti. hani fetret devri diyoruz ya fetret devri dememizin nedeni osmanlı'nın bir şekilde yeniden kurulmasıdır. adam osmanlı'yı yükselişe geçtiği dönemde yıktı.

    yavuz'un en büyük olayı topları kullanmasıydı. toplar kale kuşatmalarında çok işe yarar ancak timür gibi göçebe ordusuna karşı şansı olmazdı. osmanlı'nın ordusu başlarda atlı birliklerden oluşurken ilerleyen dönemlerde kale kuşatmalarında işe yarayan piyade birliklerine dönmüştür. piyadelerin bozkır atlılarına karşı şansı olmaz. o nedenledir ki osmanlılar tarihi boyunca azerbaycan'ın ötesini görememiştir.

    edit: hala daha yavuz şöyle böyle iyiydi, alırdı diyen var. illa detaylıca anlattıracaksınız adama. neyse gelin tane tane anlatalım:

    yavuz'un ordusu:
    yavuz'un en başat dönemindeki ordusu ortalama 60 bin kişiydi ve çoğu da yayan adamlardı. bunların da yaklaşık 10 bin kadarı devşirmeydi, yani yeniçeriden oluşmaktaydı. osmanlı ordusunun en gözde adamları bunlardır. sebebi de kale kuşatmalarında iyi iş yapmalarıdır. yeniçeriler özellikle o dönemde tamamen devşirmeydi. ancak 3. murad zamanında müslümanlar da alınmaya başlamıştır. bunlar 3 aydan 3 aya ulufe maaşı alır, bu maaşla karınlarını doyurur, savaşırdı. yani bir nevi paralı askerlerdi bunlar. bilhassa balkanlarda iş görürdüler ancak bunlar mevsime göre çarpışırlardı. mevsim kışa döndüğünde yiyecek bulamaz, kapıkulundan geldiği için paraları biter, geri dönmek isterlerdi, dönemezlerse de isyan çıkartırlardı. osmanlı'nın balkanların ötesini görememesinin nedeni de bu yeniçerilerin durumudur.

    ordunun geri kalanı ise yine kapıkuluna bağlı kapıkulu süvarileri ile cebeciler, topçular, arabacılar bulunurdu. kapıkulu süvarileri atlı birliklerdi. atlı dediysek gözünüzde öyle cengiz hanın ordusu gibi önden yardıran atlı birliklerden canlanmasın; bunlar sultanı, hazineyi, sancağı falan koruyan adamlardı. cebeciler ise silahlardan sorumlu adamlardı. cepheye silah, erzak falan taşırdı bunlar. bunların içinde kuşatmalarda kullanılan lağımcılar da bulunurdu.

    yavuz dönemindeki teknoloji ise öyle ahım şahım bir teknoloji değildi, bilhassa meydan savaşlarında işe yaramazdı. bunun nedeni ateşli silahların erken dönemlerinde olmalarıdır. bugünkü ateşli silahlar gibi düşünmeyin, öyle dakikada 50-60 mermi atamazlardı. bir örnek olması için o dönemin en baba tüfekleri şu şekilde ateşleniyordu: https://youtube.com/…5bioybkvly?si=omwjqwvaz5zyq-c3

    sen mermiyi doldurup düşmana atana kadar atlı birlik seni çoktan ok yağmuruna tutar, hatta dibine kadar gelip kılıçtan geçirirdi. kaldı ki o dönemin tüfekleri yivsizdi, yani 20 metre sonra kurşunun nereye gideceği de belli olmazdı. yavuz dönemindeki teknolojiyi öyle gözünüzde büyütmeyin, o dönemde okçuluk hala daha etkiliydi. şunu da unutmayın: okçu yetiştirmek, yeniçeri yetiştirmekten daha zordur. okçu yetiştirmek için, hele atın üstünde okçu yetiştirmek için yıllar süren bir emek gerekirdi. çocukluktan itibaren bu adamlar ömrünü ok atarak geçiriyordu.

    timür'ün ordusu:
    osmanlı da dahil o dönemki kaynaklar sayı konusunda gerçekleri tam olarak vermese de (sonuçta nüfus sayımı yapmıyorlar tek tek) timür'ün 200 bine yakın sayıda (belki de fazla) bir orduya sahip olduğu düşünülmektedir. osmanlı'dan (yavuz veya yıldırım) kesin olarak sayıca fazlalar. bu ordunun sayıca çok önemli bir bölümü atlı birliklerden oluşmaktaydı. adamların sadece çapavul birliğinde 40 bin atlı birlik bulunuyor. üstelik orduda irili ufaklı bunlardan onlarcası vardı. düşünün sadece sağ taraftan savaşan barangar, sol taraftan savaşan carangar birlikleri vardı (bu isimler moğolcadır). haddinden fazla planlı programlı savaşıyorlardı adamlar. dahası bu ordu atla maaş alan bir orduydu, yani savaşın karşılığında at alırlardı. öyle osmanlı'daki gibi kapıkulundan para gelmezdi. kabiliyetli olanlara döndüklerinde gösterdikleri başarıya göre arazi gelirlerinden, arazi gelirleri yetmezse şehirlerden alınan vergilerden para verilirdi. timür'ün yayan birlikleri de bulunurdu, bunlara da döndüklerinde aynı şekilde para verilirdi. bunlar savaşmak için dünyaya gelen adamlardı.

    anlayacağınız bu iki ordunun savaş motivasyonları ve anlayışları çok farklıydı. iki ordu karşı karşıya gelseydi, yıldırım'ın başına gelen yavuz'un da başına gelirdi. bu kaçınılmaz bir son. atları bu denli iyi kullanan bir orduya karşı yapabileceğin pek bir şey yoktur. piyadeler sayıca fazla bile olsa atlı birlikler savaş meydanlarındaki piyadeleri dağıtmak konusunda çok etkilidir, hele de ellerinde yay varsa.

    şunu da son olarak söylemiş olalım: mevcut durumda da timür'ün ordusu avrupa'da tutunamazdı. atlı birlikler kale kuşatmalarında iş görmez. osmanlı'nın askeri politikası bilhassa balkanlar olmak üzere tam olarak avrupa savaşlarına uygundu. güneyde memlükleri yenmeleri ve sami topraklarında tutunmalarının nedeni ise o bölgede de yeterli sayıda at yetiştirilemiyor olmasıydı.

    sami toprakları ile orta asya arasında çok önemli bir fark vardır: iki taraf da çöl gibi ağaç bitmeyen düzlüklerden oluşur ancak orta asya'nın hemen her yeri, o kültür dairesinde yaşama uygundur; otlaklarda at yetiştirir, inek yetiştirir sütünü içer, etini yer yine yaşar ama sami topraklarında su olmadan hayvan bile yaşayamaz. dolayısıyla sami topraklarında zapt edilecek yerler belliyken orta asya'da veya o kültürdeki adamlarda zapt edilecek bir yer yoktur, adamın toprağı hemen her yerdir. bu da osmanlı'nın savaş anlayışına taban tabana aykırıdır. osmanlılar, bir bölgeye gider ve o bölgenin yönetim yerlerini, kentlerini alır ve savaş biter. öyle geniş bölgelerde savaşlar dönmez, savaşılacak yerler bellidir. orta asya'da ise mevsimine göre alan savaşları vardır. coğrafya bilmeden buralarda savaşamayacağın gibi atların olmadan da savaşı kazanamazsın. yayan birlikler alan savaşlarında iş görmez. bu nedenle timür, anadolu'ya geldiğinde yıldırım'ın ordusuyla fare gibi oynamıştır. halbuki yıldırım bir kalede savunma yapsaydı daha çok şansı olurdu ama yine kaybederdi. timür'ün ordusu öyle "mevsim bitti dönelim ağabey" ordusu değildir. adamlar kuşatmada bile civar yerleşkeleri yağmalayarak aylarca yaşar, mevsim geçirir.

    osmanlılar, avrupa tipi, hatta direkt doğu roma modeli ordu anlayışını benimsemiştir. bunu yalnız ben değil, tarihçilerin babası halil inalcık da söylemektedir. başta türk modeli atlı birliklerden oluşan akıncılardı bunlar ancak bilhassa osmanlı beyliği, doğu roma ile olan ilişkileri vesilesiyle doğu roma anlayışı orduyu sahiplenmiştir. osmanlı padişahları, bilhassa fatih ve kanuni kendilerini roma'nın devamı olarak görürdü. ordu anlayışları da avrupa'ya uygundur bu nedenle. orta asya'daki gibi öyle at sırtında uyuyan adamlar buralarda bulunmaz, buralarda savaş kazanmak için o adamlara gerek de yoktur amma velakin bu at sırtında uyuyan adamlar da piyade ordularına karşı cehennem zebanisi gibidir.

    birçokları timür'ün esas gücünün filler olduğunu zannetmiş, filleri övmüş. timür'ün esas gücü hiçbir zaman filler olmamıştır. filleri adam eğlencesine kullanıyor, düşman korksun etsin diye. savaş meydanına 30 tane fille geliyordu zaten öyle on binlerce filler yoktu. psikolojik olarak etkiliydi, bir de düşman birliklerini dağıtmakta etkiliydi ama öyle sanıldığı gibi timür'ün atom bombası da değildi. timür'ün esas gücü bu bitmek tükenmek bilmeyen atlı birlikleridir.

    timür'ü daha iyi anlatabilmek adına bir şey daha söyleyeyim: timür karşısında kanuni olsaydı kanuni de yenilirdi. hem de öyle zorlanarak, ucu ucuna yenilmezdi; baya sağlam ezilerek yenilirdi. bunun nedeni bahsettiğim gibi ordu anlayışlarının farklılığıdır.

    konuyu daha da açarsak: kanuni'nin elinde yavuz'dan farklı olarak sipahi birlikleri bulunurdu. bunlar avrupa'daki şövalye tipi atlı birliklerin osmanlı karşılığıdır. bu birlikler görece kalabalık olsa da sayıca yayan birliklerden azdır. kanuni'nin mohaç'taki sipahi sayısı aşağı yukarı 10 bin civarındadır. bunlara 10 bin kadar da süvari birlikleri eşlik ederdi. gelgelelim bu birlikler atlı okçuluğu altay toplumları (türk, moğol vs.) gibi bilmezlerdi. altay toplumlarının atla yaptığı, nesilden nesile aktardığı türlü savaş oyunlarından, taktiklerinden bihaberlerdi. timür'ün ordusu ise tam da böyle atlı birliklerle çarpışarak yetişmiş bir orduydu. esas olayları adamların bu.

    okçuluk diyip duruyoruz, türkler neden okçuluk temelli ordu anlayışına sahiptir biliyor musunuz? bunun nedeni türklerin çok geniş alanlarda bölge savaşları vermesidir. buna az biraz değinmiştik ancak savaşları da geniş alanlarda döner. bu geniş alanlarda savaşılmasından dolayı adamlar daha hızlı giden atları eğitmiş, uzaktaki adamları öldürmeye yarayan yayları icat etmiştir. bunu yapmasının tek nedeni geniş alanlarda savaşılmasıdır. atlı okçular, repeating rifle'lar çıkana kadar savaş meydanlarındaki üstün güçtür. özetle kanuni'nin kısıtlı sayıdaki paralı atlıları da bu gelenekten gelen adamlar karşısında işe yaramazdı.

  • hanım bel fıtığından ameliyat oldu evi ben süpürüyorum çamaşırları ben hallediyorum ağır işler bende

    kurutma makinesi yoktu çamaşır asma toplama kurutma mesaisi süpürmekten daha fazla olduğu için önce kurutma makinesi aldım.

    sıra robot süpürgede.

    evli çift olarak bizim de merakımız bu yönde

    edit: lan ne kadar dangalak varmış şu platformda söven mi dersin, sen niye süpürüyorsun ameliyat olduysa oldu diyen mi dersin.. nasıl ailelerde yetiştiniz böyle bu kafalar ne böyle hastalıkta sağlıkta yan yana duramayacağınız insanlarla evlenmeyi bırak sevgili bile olmayın allah iyilerle karşılaştırsın

    bu arada iyi mesajlar da var onlara ayrıca teşekkür ederim

    edit2 bu post u unutmuştum güncelleme yapayım. robot süpürgeyi alalı 1 yıl oluyor. elektrik süpürgesini haftada bir iki koltukları süpürmek için açıyorum sadece. halıları ve yerleri çok güzel süpürüyor. evde yaşadığımız konfor arttı bütçe varsa tavsiye ederim

  • instagram'a bugün koyduğu doğumgünü fotosunun altına "doğumgünün kutlu olsun lord eddard stark" yazan çılgın beni bulsun. ahahdhahds. haykırıyorum.

  • telefonu titreşime alıp kurun. sert bir yüzeyde (masa veya parke olabilir) yatağa uzak bir yere koyun. o sabah takırtılar eşliğinde çalmaya başlar siz de "güne kötü bir başlangıç" tadında olsa da uyanırsınız.

  • on üç yaşında yoldaki bir taşa bakıp bu taşı kaç yıl hatırlıycam bakalım deyip hala hatırlamak.

    edit: ocakta 45 olucam. hala hatırlamak zorunda mıyım arkadaşlar :))

  • anlatacağım olayların başlangıcı 1993 yılına dayanıyor. kızımın babasıyla evliyim o zamanlar ve evlilik kötü gidiyor ayrılmanın eşiğine gelip, evliliğe bir şans daha vermişiz ama o şansı pek de iyi kullanamıyor eşim. bir gece yattım ve bir rüya gördüm.
    rüyamda ben iki tane hintli gibi beyazlar giymiş adamın arasındayım. adamların ağzı açılmıyor ama ben söylediklerini duyuyorum. yemyeşil bir vadinin ortasındayız ama yeşilin güzelliği inanılmaz, ilerde bir grup genç insan var uçuk renkli pembeli- eflatunlu- mavili uçuşan kıyafetler var üzerlerinde. hintli gibi adamlar bana o grubun öğretmeni olduğumu söylüyorlar, şaşırıp soruyorum "ne öğreteceğim onlara?" diye. diyorlarki, " anlatsınlar dinle, fikir ver, yeterli bu kadarı" sonra o grubun içinde ve çok mutlu yürüyorum , hep birlikte gidip geliyoruz o vadide. dönerken beni getiren adamların arasında o'nu görüyorum. aman tanrım "o" gelmiş diye başlıyorum koşmaya , böyle filmlerdeki ağır çekim koşmalar gibi o da bana doğru koşuyor ve kucaklaşıyoruz. sarılıyorum büyük bir özlem ve hasret var aramızda. tenini, kokusunu, sıcaklığını hissediyorum. hiç bir tensellik yok sadece çok iyi bildiğim ve hasret kaldığım birine özlemle sarılma. kokusunu çekiyorum içime ve diyorumki;

    - "nerede kaldın, hep seni bekledim."
    o da cevap veriyor ama yine sessiz ve ben duyuyorum,

    -" görevim ancak bitti, ancak gelebildim."

    birden uyanıyorum, o kadar eminimki yanımda onun yattığından, dönüp bakıyorum yanıma, aaa başka bir adam var. hani" ah belinda diye bir film vardı müjde ar'lı filan o film gibiyim. bu adam da kim , öylesine yabancı, öylesine tanımadık bir adam. bu adam doğruysa ben yanlış yerdeyim diye panik halindeyim. bu duygu ve nerede olduğumu, gördüğümün rüya olduğunu algılamam ne kadar sürdü hatırlamıyorum şimdi, ama gerçek bir üzüntüydü yaşadığım. kendime gelemedim birkaç gün. sonraki günlerde ise hep "o" bir yerlerden çıkıp gelecek diye bekledim. yolda yürürken, otobüste giderken biri omuzuma dokunacak diye bekledim durdum. göremedim ama...
    evliliğim yürümedi ve uzatmalarda işe yaramadı, ayrıldık. sonra ben yurtışına görevli gittim 5 sene kadar, döndüm. istanbul'a yerleştim. görev gereği seyahatler yapıyorum, ankara-istanbul gidip geliyorum. ve yalnızım, yani hayatımda birisi yok. ayrılalı yedi yıl olmuş ve birgün artık birisi olmalı diye düşündüm. benim için doğru bir adam olmalı, bekar olmalı ve istanbul'da yaşıyor olmalı diye bir talepte bulundum içsel olarak. aynı hafta ankara'ya gittim yine ve bir arkadaşım beni kenara çekerek eşinin bir arkadaşından bahsetti. onların evine gelmiş o haftasonu, yalnız bir adammış, istanbul'da yaşıyormuş, bu da benden bahsetmiş adam telefonunu vermesini söyleyip, eğer istersem görüşmek istemiş. biraz düşüneyim dedim ama heyecanlandım. içimde bir sevinç oldu ve bu benim için önemli bir işarettir. iç sesim daima doğruyu söyler. neyse birkaç saat sonra tamam dedim, arasın beni. adam aradı, sesini duyunca da heyecanım arttı. tamam dedim, istanbul'a döndüğümde görüşelim. dönene kadar hergün telefonla konuşuyoruz, adam beni istanbul'da karşılamak istedi. tamam dedim ve otobüsle gelene kadar heyecandan yerimde zor oturdum. terminale geldik, ataşehir'e, saat sabahın beşi, beş altı erkek var arabalarının başında bekleyen. şöyle bir baktım ve beni karşılayacak olanı gördüm. doğruca ona doğru yürüdüm ve ben elimi uzatmışken o sarıldı ve şöyle söylediğini duydum;

    -"nerede kaldın, hep seni bekledim"
    ve ben de ona şu cevabı verdim,

    -"görevim ancak bitti, ancak gelebildim"

    kokusunu , tenini, sıcaklığını hiç unutmadığım adam tam yedi yıl sonra gelmişti karşıma.
    ve evrene verdiğim talepteki gibi istanbul'da yaşıyordu, bekardı, ve benim için doğru adamdı....

    edit: hikayenin sonu eksik kalmış, sonra ne oldu ? diye soranlar için gelsin. o adamla 11 yıldır birlikteyiz.

    edit: efendim merak edenler için yazayim, biz hala beraberiz :)

  • gelmis gecmis en guzel arka kapak yazilarindan birine* sahip roman:
    "boyle olmasini istemezdim ama hep olurdu. dunyanin butun kizilderilileri yenilir, spartakus kaybeder, gun batarken sararir, kuslar doner, sadri alisik denilen hergele, her filminde aglardi. o agladikca ben de aglardim. nedenimi bilmez aglardim. agladikca sadri'ye kil kapar gicik olurdum. ucuncu sahis olarak kalisina, hep gidici kadinlari sevisine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi durusuna, sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kisinin ozgurlugu olarak bakip, ona ihanet etmemek icin kendine ihanet edisine."

  • sıkışık trafikte kendi seridinde bekleyen araclarin kusurlu oldugu kazadir. onlar seritleri tikamasa motorcu kardeslerimiz emniyete girmek zorunda kalmaz.

    asla motorcu suclu olamaz gerekirse videoyu izleyen de bile kusur bulunabilir ama motorcu kardeslerimizde asla.

  • aslında alt metni şudur:

    "siz gidin simitçiden simit alın. simitçi fiş vermiyor, bu nedenle devletin cebine giren vergi yok. simitçi, bu parayla fırından simit satın alıyor, tabii ki fiş miş hak getire. fırıncı unu, un fabrikası buğdayı, fişsiz faturasız alıyor. çiftçi, buğdayını un fabrikasına üç otuz paraya verebiliyor, ancak kar ediyor. un fabrikası da, fırın da, gönlünden ne koparsa kar gösterip sakız parası gibi gelir vergisi ödüyor.

    bu arada tüm bu akışta cebine para girmeyen devlet, akaryakıta bindiriyor da bindiriyor. ulaşımınıza zam geliyor; çiftçi, traktörüne dünyanın en pahalı mazotunu aldığı için neredeyse kar etmiyor. fırıncılar odası simite-ekmeğe zam yaparken televizyonlara maliyetlerin yüksekliğinden şikayet ediyor, un fabrikası işçi çıkararak kara geçiyor; simite ödediğiniz paranın çoğu da mazot olup devletin cebine giriyor. bu arada sayın bakan hayati yazıcı da memura %2+2 'lik müthiş zam paketini açıklıyor.

    yine de dert etmeyin; kredi kartlarınız var nasıl olsa."

  • dayının kombo yapıp içinden geçtiği öğretim üyesi. buğdayın mazotun fiyatını bilemeyince, cepteki telefona umut bağladı. ama darbenin büyüğünü ordan yedi. tuşlu telefon çıktı. dokunmalı, ellemeli telefon çıksaydı ona sözü hazırdı oysa ki.

  • olm clio mlio diye sürekli boş konuşmayın.

    bir insan araba almak istiyorsa,

    beklentileri vardır tamam mı? bak aptala anlatır gibi anlatacağım. beklenti dedik. işte bu beklenti dediğimiz şey çok önemlidir ve karşılanmayı bekler. çünkü ne istediğini bilen insanlar beklentileri eşliğinde hareket eder.

    -araba alacağım.
    -beklentin ne?
    -0 olsun 60.000 tl'nin üzerine çıkamam

    deyince otomatik olarak a3 gidiyor. bak gördün mü? bak. yok? puf. gitti.

    herkes salak siz akıllı. azıcık akıllı uslu olun. ergen irileri gibi bmw mercedes diye koşturup durmayın ortalıkta. o arabalara binecek paran yoksa ucuzunu kovalamaya çalışma. bütçenin el verdiği uygun bir araba al. çünkü sonra vergisini ödeyemeyeceksin, yedek parçasını bulamayacaksın. sonra vuracaksın bir yere, kaskon da yok. yatıracaksın evin önünde arabayı. cin olmadan adam çarpmaya çalışmayın.

    ve tekrar söylüyorum, insanlar salak değil. sen de çok akıllı değilsin. kusura bakma biraderim. gerçek bu.