hesabın var mı? giriş yap

  • anlattığı şey o kadar ilginç, skandal, şaşırtıcı ki ben ağzım açık okudum ama bizim magazin meraklıları hala dalga peşinde. bu kadar gerizekalı bir dönem daha olmamıştı. adam ülkenin başbakanının kasedi sayesinde başbakanla pazarlık yapıp hapisten çıkıp 5 milyon dolar da para aldığını söylüyor, böyle birşey dünyanın hiçbir yerinde yok, kolombiya, meksika, afrika hiçbiryerde yok, olmadı.

  • bir arkadaşın başından geçen ilginç bir olay. aynen aktarıyorum :

    bizim arkadaş ağır bir ameliyat geçirmiştir. yattığı odada annesi ve babası endişe dolu gözlerle oğullarının sağ salim uyanmasını bekliyorlardır. tam narkozun etkisinden çıkacacağı anda doktor (artık oksijen mi, argon mu, metan mı bilmiyorum) bir gaz tüpünün vanasını açmıştır ve oda bembeyaz bir gazla dolmaya başlamıştır. tam bu esnada da anne kişilik, oğlu bu gazdan etkilenmesin diye yatağının düğmesine basmıştır ve yatak yavaş yavaş yükselmeye başlamıştır. işte o anda bizim eleman uyanıyor ve karşısındaki tablo çok acaip geliyor ona :

    ağlamaklı* gözlerle izleyen bir anne ve de bir baba, endişeli bir doktor suratı, sağdan soldan odayı sarmış bembeyaz bir bulut kütlesi* ve de vücudu sürekli yükseliyor.
    narkozdan çıkmış 3 gramlık beyniyle o anda yıldırım kararı vermiş bizim eleman ve öldüğüne, ruhunun da göğe yükseldiğine kanaat getirmiş. ölmenin verdiği hafif kırgınlık ve kızgınlıktan olacak ki, şunlar dökülüvermiş ağzından :

    "ben senin ananı skim emi doktor gibi beceriksiz ipne öldürdün lan benii...!! muhammed* bekle olm yanına geliyorumm...!!!"

  • 2002'de türkiye krizin etkisinden yeni yeni çıkmışken erken seçim lafını ortaya atıp bunalmış halkı "yeni umut" akp'nin kucağına atan,

    2007'de cumhurbaşkanlığında akp'ye destek çıkan,

    2015'te daha seçim akşamı akp'nin 13 yıldır ilk defa iktidardan düşürülebileceği gün çıkıp yine erken seçim isteyip halkın, "bunlar bi bok yapamayacak biz yine akp'ye verelim" diye düşünmesini sağlayıp kasımda akp'yi tek başına iktidara taşıyan,

    ve nihayet ortada uzun zamandır lafı bile dolanmayan başkanlığı durduk yere gündeme getiren devlet bahçeli'nin atacağı düşünülen kazık :)

  • ilki 1992-1993 ikincisi 1996-1997'de yapılmıştır. sonra her dört yılda bir olimpiyat gibi düzenlenmiştir. zaten yelkenin olimpiyatıdır.

    yarışmacılar dünyayı dönerlerden tek başlarınadırlar, karaya çıkmaları, teknelerden yardım almaları yasaktır. katılımcıların büyük kısmı fransızdır. ingiltere, avustralya, yeni zelanda gibi ülkelerde yelken camiası fransa'ya göre daha büyük ama fransızların solo yelken yarışlarına merakı daha fazla. bu tür bir iş büyük sponsorlar olmadan olmuyor ve fransız sponsorlar bu işe diğer ülkelerdeki sponsorlara göre daha çok para yatırıyor. denizciler içinde de fransızlar bu tür solo yarışlara daha yatkınlar çünkü dünyada solo yelkenciliğin temelinde 2 fransız var. bunlardan biri bernard moitessier, kendisi bir solo denizci olması yanında aynı zamanda fransızların kalbine de dokunabilen edebi bir yazar. yazdıklarıyla tüm fransızları etkilemiş. diğeri eric tabarly, teknik konularda solo denizciliğe birçok yenilik getirmiş yarışmacı ruhlu bir insan.

    dünya turu gibi gözükse de esasında bildiğimiz turlardan değildir bu. ekvator çevresi olan 40.000 km gibi düşünmemeliyiz. fransa'da les sables d'olonne diye bir diyardan başlar. yarışmacılar güneye iner, kanarya adaları'nın sağından ya da solundan geçer. ümit burnu'nun oradan güney okyanusuna girer. burada heard adası'nın kuzeyinden, avustralya ve yeni zelanda'nın güneyinden geçmek şartıyla antartika'nın çevresini dönüp cape horn'a gelir, sonra ver elini les sables d'olonne. yani dünya çevresinde dönülür ama bu çok güneydeki enlemlerde olduğu için mesafeler nispeten kısadır. karaya çıkmak mutlak yasaktır. atlantik'te biraz da zaten var olan akıntılar, rüzgarlar sayesinde yolculuk hem kuzeye hem de güneye doğru nispeten kolaydır. gemi trafiğine dikkat edip kıtalar arası tankerlere harslamamak daha önemlidir. yarışın ez zor kısmı 40 derece güney enleminden de daha güneydeki doğa mücadelesidir. (bkz: kükreyen kırklar) dalgalar apartman boyu falan olur, alabora olunca yardımın gelmesi imkansızdır neredeyse, bu yüzden zorda kalan yarışmacıya yardım en iyi ihtimal başka bir yarışçıdan gelecektir. göçmüşler hep burada ölmüşlerdir bu yarışta. güney okyanusu'nda dalga hızı 30 deniz mili civarı, dalga boyu 50 metre olabilir ve dalga yüksekliği de 20 metre olabilir. yani bu rakamlar hemen hemen böyledir 30 ila 70 arası oynar ama mesela 10 değildir hiçbiri. orada denize ve rüzgara dair her şey büyüktür, kocamandır, devasadır. kısaca sabit bir noktada durup üzerinize elli metre araları olan 20 metre yüksekliğinde binaların 30 deniz mili hızla gelip çarptığını düşünün. öyle olursunuz o denizde durursanız. bu yüzden güney denizinde sürekli gitmek gerekir, hiç durulmamalıdır.

    vendee globe'da tekne tasarımları bu 20 metrelik dalgalara göre yapılıyor. eskiden burada kullanılan yatlar da derin ve kocaman salmalıydı. bunlar güvenlidir, düzelme açıları büyüktür, 125 derece kadardır. yani direk 90 dereceden 125 dereceye gelse bile yat kendi kendine hacıyatmaz gibi tekrar 90 derece konumuna gelebilir. yani teknenin tam yan yattığını, hatta direğinin suyun içinde daha bir 35 derece daha döndüğünü düşünelim, orada hareketsiz bile kalsa salması sayesinde eski haline gelir. ancak bu tekneler denizi yararak ilerledikleri için güney denizi gibi bir yerde bu pek efektif değildir. bu sebeple buranın tekneleri derin değil tepsi gibi yayvan oluyorlar, salmaları da küçüktür ama salma ucunda bir torpido vardır. ancak buna bağlı olarak suya batmazlar dalgaların üstünde kayıp giderler. asıl amaç bu apartman boyu dalgaların ikisinin arasında kalıp, onlarla aynı hızda kopmaktır. güney denizinde rüzgar her zaman arkadan gelir. arka sancak, arka iskeledir ama arkadır. amaç bunu avantaja çevirip dalgalarla aynı hızda, onların gücüyle boy ölçüşmeden araya kaynamaktır. yayvan teknenin dezavantajı düzelme açısının küçüklüğüdür. bunlarda bu açı 105 derece kadardır. her iki dizaynın avantajları ve dezavantajları vardır her işte olduğu gibi ama tercih edilen daha çok sığ ve geniş olan tekne tipidir. diğer taraftan multigövdeler hiç kullanılmaz. bunlar çok daha hızlıdırlar ama düzelme açıları falan neredeyse yoktur, yan yatınca o pozisyonda kalır, düzelmesi çok zordur. ama ekipli yarışlarda bunların üstüne yoktur. bir grup kullanırken bir grubun uyuduğu takım yarışları vardır, burada bu teknelere daha kolay hakim olunur o yüzden devrilme tehlikesi tek başına bir yarışa göre çok çok daha azdır. tekne üzerine harcanan dikkat daha fazladır. bu yayvan tekne tip iyidir ama sonra atlantik'te arjantin'den kuzeye çıkarken kuzeyden gelen soluganlara dank dank diye vurulur, insanda kafa kalmaz. bu noktada derin tekne tipi olsa dalgaları yara yara huşu içinde gidecekti. ama tüm öncelikler anlı şanlı güney okyanusu'nundur. yarışmacıları bu yarışa tekrar çeken şey güney okyanusu'ndaki bu maceradır. orası uzaya çıkan uzay gemileri de dahil, insanlığa en uzak olunan noktadır. hani doğaya kaçış falan denen şeyin en kralıdır güney okyanusu'na gitmek.

    buradaki tekneler dünyanın en süper teknoloji mağazaları gibi donatılmışlardır. içeride masaya monte halde bir sürü son teknoloji yön bulma, haberleşme, radar cihazları vardır. sürekli olarak hava tahminleri alırlar. birkaç webcam, fransa'daki merkezle sürekli temas halinde olunan iletişim programları vardır. teknelerin otopilotları çok gelişmiştir. yarışmacılar her an aileleri ile temas halinde olabilirler, faxları, yazıcıları vardır. vakti zamanında bir yarşmacı kolunda oluşan ve mikrop kapan bir yarayı webcam önünde bir doktordan yardım alarak ameliyat etmiştir. bunun dışında yine de en az malzemeyi almak için büyük bir yarış içindedir herkes.

    yarışmacılar diş fırçalarının yarısından keserler böylece o kadar ağırlıktan kurtulmuş olurlar. tuvalet ve lavabo olarak birer kova kullanırlar.

  • ''otobüsteki siyah gözlüklü, büyük çantalı, asık suratlı kıza da anlam veremiyorum. hayır sanki onun limuzin'ide zorla binmişiz sıkışmışız.''

  • avm açık, avm içindeki restoranlar açık, ortada masa sandalye yok sadece. olası sonuç buydu zaten.

  • yumurtanın kabuğu esasen beyaz olan kalsiyum karbonattan oluşur. bazı kuşlar yumurtalarının daha iyi kamufle olması ya da diğer yumurtalardan ayırt etmeye yardımcı olmak için yumurtalarının dışını bir pigmentle kaplar. görsel

    tavuk yumurtası kahverengi kabuğunu hemoglobinin parçalanması ile elde edilen protoporfirin adlı pigment sayesinde alır.

    yumurtanın kabuğunun kahverengi yada beyaz olmasını belirleyen tavuğun cinsidir. bir dönem kahverengi yumurtaların daha sağlıklı olduğuna dair yanlış ancak yaygın bir inanış yüzünden ticari üretim yapan çiftliklerde kahverengi yumurta yumurtlayan tavuk cinsine ağırlık verilmiştir.

    maran tavuğu olarak bilinen tavuk cinsinin yumurtası maun rengindedir. ancak yumurtanın dışındaki renk kolayca akabildiği için 1930'lu yıllarda bu türün yumurtaları satışa çıktığında insanlar yumurtaların boyanarak satıldığını sanmışlardır. görsel

    bir dönem üretimi pek moda olan ve türlü türlü faydaları olduğu iddia edilerek pazarlanan mavi yumurta (yada yeşil yumurta) şili kökenli olan araucana adlı tavuk ırkının yumurtasıdır. yumurtasının renginin mavi olmasının sebebi genlerinden gelen mavi renk pigmentleridir.

    hazır paskalya da yaklaşmışken (17 nisan 2022) bir de yapay renklendirilen paskalya yumurtalarından bahsedelim. bu yumurtalar soğan kabuğu ile kaynatılıp kahverengi, kırmızı pancar ile kaynatılıp kırmızı, ceviz kabuğu ile beraber kaynatılıp siyaha boyanabildiği gibi gıda boyaları ile çeşit çeşit renklerde ve desenlerle de boyanabilirler. görsel

    bbc science focus

  • "oğlum 7 aylıktı, nisan ayı...

    benim evi sanırım, ev gibi hissettiğim zamanlar. nereden hatırlıyorum; salonun bir köşesinde saksı çiçekleri var. rahmetli kayınpederim benimle yaşıyor, yarı felçli. çok şık bir adam. zar zor yürüyor, titreye titreye iniyor merdivenlerden, pastaneye gidip çay içiyor, dönüşte mutlaka bir çiçek alıp geliyor. çok zarif bir adam, yattığı yerler nur dolsun. belki karısına, çocuklarına çok çektirmiş ama beni seviyor. ben de onu.

    salonun bir köşesinde oğlumu emziriyorum ve telefon çalıyor. oğlumu koltuğa bırakıp telefona bakıyorum. telefonda ablam;

    -babam iyi değil, yoğun bakımda. doktor, çocuklarını çağırın dedi. gel...

    diyor. gel dediği yer, istanbul dışında. ama o an aklımda sadece "babam iyi değil" cümlesi yankılanıyor, bu istanbul dışılık endişesi dışında. eşim evde, ne olduğunu soruyor, anlatıyorum ağlamadan. "babam iyi değilmiş, ablam çağırıyor, babam yoğun bakımdaymış" dedikten sonra salıyorum çeşmeleri. hiç hareket yok. "bakarız" diyor.

    "bakarız..." işe gidiyor, deli tavuk gibi dolaşıyorum evde, ne yapacağımı da bilmiyorum. hapisanede gibi yaşıyorum zaten, tek başıma bakkala markete gidemezken, şehir dışına çıkma endişesi sarıyor her yanımı. "babam gidicem, doktor çocukları gelsin demiş, niye bekliyorum ki?" diye kara kara düşünüyorum. hava bir açıyor, bir kapıyor. ablam bir daha arıyor;

    -gelmeyi düşünmüyor musun? durum ciddi, beyin kanaması geçirdi ve durumu çok kötü!

    annemlerde kimse yok, sanki kocaman şehirde tek başıma kalmışım gibi, ne yapacağımı bilmez bir vaziyette, rutin yaşamaya çalışıyorum. oğlumu emziriyor, altını değiştiriyor, gülen yüzüne bakıp, gülmeye çalışıyorum. ama, kafam allak bullak. bir şey eksik ? saat, akşam sekize doğru eşim geliyor. sormuyor hiç, şaşırmıyorum ama daha fazla dayanacak halim yok.

    -ben gidicem!

    diyorum. o mutfağa girip, bir bardak rakı doldurup içiyor ve;

    -bekle!

    diyor.

    bekliyorum... saat 12'ye doğru, çıkıyoruz evden, o? o zil zurna sarhoş, ben korkak... benimle gelmesini istemiyorum, çünkü, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyorum. hem zaten gezmeye de gitmiyorum ki. babam, babam iyi değilmiş, doktor çocukları gelsin demiş. belki bir daha görmem... korkuyorum... oğlum kucağımda, o, söylene söylene çıkıyoruz. yarım saat geçiyor belki babam yok artık, bilmiyorum... bir şey eksik...

    bilet bulamıyoruz. eve dönüyoruz. o, o söyleniyor... bir şey eksik. belki babam? bilmiyorum kocaman bir eksik var ve gittikçe büyüyor. ağlaya ağlaya eve giriyorum. oğlum kucağımda uyuyor. onu yatağına yerleştirip yatak odasına geçiyorum. o, o hala sarhoş ve daha da öfkeli. yatağın ucuna oturup, yüzümü ellerimin arasına saklayıp sessizce ağlıyorum. kapının sesini duyuyorum, içeri attığı adımlar karışıyor sessiz ağlayışıma. tam önümde duruyor ve hala bir şey eksik. bir eliyle kolumdan tutup ayağa kaldırıyor beni... karşı karşıya duruyoruz. gözlerim kızardı biliyorum, yanıyor çünkü. hala eksik, hala eksik...

    bir adım atıyor geriye, elini saçlarıma uzatıyor. oda loş, gözlerini seçemiyorum, gözlerim yanıyor. eksik, eksik... saçlarımı kavrıyor elleri, işte o an göz göze geliyoruz. gözlerinde, hayasız bir parıltı var, içinde ateş var ve öfke. kavradığı saçlarımın kökleri acımaya başlıyor, yanmaya... suratımın orta yerine bir tokat iniyor...

    -gecemi mahvettin!!

    hayatımda ilk defa duydum bu sesi aslında. kafama yumruk attığında. hani şu çizgi romanlardaki "çtönk!!" sesi varya, işte onu duydum kafamda.

    "hayatımı mahvettin" dedi içimde bir ses. işi bittikten sonra, odadan hırsla çıkarken o. eksik bir şey var bu hikayede ki, hala eksik..."

    bu hikayenin ekisiğidir sefkat. daha belki kaç hikayenin. o yüzden gördüğüm zaman aptala döner, çocuklaşırım...