hesabın var mı? giriş yap

  • dinlediğinizde katıla katıla gülmenize* sebep olan fıkralardır. örnek vermek gerekirse:

    isa mesih, bir gün çölde gezinirken, ağlayan bir ihtyar görmüş ve yanına yaklaşıp, derdini sormuş. ihtiyar:
    - kaybolan oğlumu arıyorum ama artık umudu kesmek üzereyim..
    deyince isa mesih yaşlı adama acımış ve:
    - oğlunu beraber arayalım..
    demiş. ve sonra sormuş:
    - peki, oğlunu tanıyacağımız bir işaret, bir iz var mı? mesela doğum lekesi filan...
    ihtiyar:
    -evet, oğlumun ellerinde ve ayaklarında çiviler vardı...
    isa mesih'in gözleri dolmuş ve haykırmış:
    -baba!!!
    ihtiyar da haykırmış:
    -pinokyo!!!

  • geçen sene yeni yıl projeleri ile uğraşırken şirketin 450,000 satırdan ibaret bir yıllık muhasebe kayıtlarını tek bir hamlede sildim.
    ne yapalım ne edelim derken günlük yedekten bilgileri geri almaya karar verdim; bu sefer de bilgileri 2000 yılı kayıtlarının üzerine alıp onları da temizledim. birileri durdurmasaydı 1995'e kadar tüm kayıtları silip şirketi de ateşe verecektim; olmadı.

  • bu rezilliği savunmak yerine sussalar, ileride çocukları kendilerinden utanmaz belki. konuşarak rezilliklerini kayıt altına alıyorlar.
    onur ve haysiyet bambaşka kavramlarmış her insanda olmayan...

    edit: imla

  • bir düzeneğin anlayabilip anlayabilemeyeceği sorununu inceleyen düşünce deneyi. aslında sorun bir düzeneğin "anlayabilmesi" olarak değil de, bir "zihin" sahibi olması şeklinde ifade edilirse daha doğru olur. zira anlamak demek, (kişi kendinden bilir ki) düşünmek demektir, zihin demektir, ve (yine kişi kendinden bilir ki) zihin "nesne"mize ait olmaktan çok, "içimizde" var olan bir şeydir. bir düzeneğin zihin sahibi olmasını kabullenmek insanın sağduyusuna aykırıdır, çünkü düzeneği oluşturan alt parçaları bilmekteyizdir, bunlar nesnelerdir, yani düzenek de nesnedir. düzeneğin zihin sahibi olmasını kabullenmek masanın sandalyenin, taşın, ağacın da zihin sahibi olduğunu kabullenmek anlamına gelir.

    bilim giderek insan vücudunun işleyişini daha çok ortaya çıkarıyor, ve görüyoruz ki insan vücudu da bir nesnedir. ve bu nesne zihin sahibidir. insanın zihin sahibi olduğunu kabul edip insanla aynı işlevleri gerçekleştirebilen başka bir nesnenin zihin sahibi olmadığını iddia etmek, insan zihnini diğer nesnelerden ayıran "nesne olmayan" bir etkiyi kabullenmek olacaktır. şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, masanın kendi maruz kaldığı ve tepki verebildiği etkiler alemi uyarınca bir zihin sahibi olduğunu kabul etmek, insanın nesne olmayan "ruhani" etki sayesinde, yani "ruh" aracılığıyla bir zihin sahibi olduğunu kabul etmekten çok daha bilimseldir.

    insan olmayan nesnelerin ve düzeneklerin zihin sahibi olacağını kabul edersek eğer, birden çok insandan oluşan düzeneklerin, insanlar ve başka nesnelerden oluşan düzeneklerin, yani insanın alt parçası olduğu üst sistemlerin de zihinleri olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.

    kural olarak diyebiliriz ki, dış etkileri algılayan ve bu etkilere depki veren her "şey" bu algı karar mekanizmasının içeriğinden oluşan bir "zihin" sahibir.

    çin odası düzeneğinin çinceyi anlamadığı doğrudur, çinceyi anlayabilmek için ülke, dil, toplum, kültür gibi karmaşık kavramların oluşabileceği insan zihni kadar zengin bir zihin gerekir. ancak çinceyi anlamamak hiç bir şeyi anlamamak demek değildir, bir "anlayış" sahibi olmamak demek değildir. çin odası, kartların etkileşimini belirleyen kuralları ve içindeki adamın kartlara yönelik "davranışlarını" içeren bir "zihin", bir kavrayış, bir "anlayış" sahibidir. ve benzer şekilde, (malesef bilimsellik adına iddia etmek zorundayım ki) iki arkadaştan oluşan bir arkadaş grubu, birlikte karar verip hareket ettikleri müddetçe iletişim kanallarını ve davranış alanlarını içeren, bu iki kişinin de zihninden bağımsız ve ayrı bir zihne sahiptir. ve hatta (yine iddia etmek zorundayım ki) bir insan tornavida ile duvardan vida sökmekte iken, insan, tornavida, vida ve hatta duvardaki yivlerden oluşan grubun, her parçasının davranış ve ilişkileri çerçevesince bir zihni vardır. ve hatta (yine iddia etmek zorundayım ki) vurduğumuz zaman kırılmaya karşı koyan bir taş, tekme algısı ile moleküler bağlarının etkileşimini içeren bir zihin sahibidir. bu zihinler alt zihinlerin işlevlerinden oluşur, ama alt zihinler üst zihnin kavrayışından, anlayışından haberdar değildir.

    çin odasının bir anlayışa sahip olabilirliğinin kabullenilmez oluşunun önemli bir nedeni de, sistemin alt zihinlerinden birinin insan oluşu, ve insanmerkezcil bakış açısı nedeniyle tüm sistemin bu insanın kavrayışına sahip olması beklentisidir. oysa ki her sistem kendi alt ve üst sistemleriyle entegrasyon halindedir ve her sistem kendi üst sistemiyle değerlendirildiğinde bir çin odasıdır. örneğin şu an bilgisayar başında ekşi sözlüğe yazı yazıyorum. yazı yazarken zihnimdeki kavramların birbirleriyle etkileştikleri karmaşık bir işleyiş vuku buluyor. bir "zihin" kavramını düşünürken çocukluk anılarımdan önümde duran bardağa kadar pek çok düşünceyi birbiriyle etkileştiriyorum. bu süreçte "bardak" kavramı kendi formasyonu dahilinde çeşitli davranışlar sergiliyor. bardak kavramı zihnimin bir ögesi, zihnimin içinde olduğu için onun "zihinsel" (sözüm ona ruhani) yapısını hissedebiliyorum. ama bardak kavramının ekşi sözlükten haberi yok. ekşi sözlük internet ortamında var olan bir sistem. elektronik aksamdan ve beş bin kadar insandan oluşuyor. ve benim bu bütünün işleyişinden haberim yok. evet, mantık yürüterek ve öğrenerek zihnimdeki "ekşi sözlük" kavramını geliştirebilirim ama bu sadece benim zihnimdeki bir kavramdır. çin odasındaki adamın çince anlamasının beklenemeyeceği gibi benden "fiber optik kablodan veri aktarımını" anlamam beklenemez. ekşi sözlük kendisine etki eden etkilere tepki verir, örneğin yazılım altyapısında ortaya çıkabilecek ihtiyaçlar için mikrosoftla anlaşmalar yapabilir. ancak ekşi sözlüğün, yaptığı bu hareketin de içinde bulunduğu ülke ekonomisi, ülke kültürü, ve hatta dünya ekonomisini ve kültürünü "anlaması" beklenemez.

    evren herbiri içi içe geçmiş çin odalarından oluşmaktadır ve her zihin sahibi "şey" kendi zihinsel varoluşunun yalnızlığına mahkumdur. insanlar, anlayışı ve zihni kendi tekellerinde varsayıyorlar ancak çin odası sorunu öz itibariyle sadece çin odasıyla yahut ilerde varolacak androidlerle ilgili bir sorun değil, her bir diğer birey için geçerli bir sorundur. arkadaşımızla aynı şeye bakıyoruz ama aynı şeyi görüp aynı şeyi mi hissediyoruz? neden bir androidin zihinsiz bir zombi olübileceğini düşünüyoruz da arkadaşımızın zihinsiz bir zombi olabileceğini düşünmüyoruz? çünkü insan sosyal bir hayvandır ve kendini diğer toplum üyeleriyle, bireylerle özdeşleştirmeye içgüdüsel olarak programlıdır. kendine benzeyenleri kendi gibi varsayar. sadece "kendine benzeyenler" tanımının kapsamı değişebilir. insan, bana küçükken "hayvanlar düşünmez" diye öğretenler gibi sadece insanları kendinden sayabilir, hayvanlar için "onların da canı var" diyerek hayvanları da kendinden sayabilir, zencilere her türlü zulmü hak görerek sadece beyazları, hatta sadece "beyaz, anglosakson, protestan"ları kendinden sayabilir. yahut tasavvufta olduğu gibi "nefs"i sınıflandırırken "nefs-i tabii" diyerek cansız nesneleri, "nefs-i nebati" diyerek bitkileri, "nefs-i hayvani" diyerek hayvanları, "nefs-i insani" diyerek insanları, nefs sahibi olmak hususunda özdeşleştire de bilir. tabi tasavvufta nefs-i insani'den sonra insan-ı kamilliğe doğru gidiliyor ama şahsıma soracak olursanız nefs-i insani'den sonra "nefs-i içtimai", yani toplumsal nefs gelmelidir. bu gün bilim adamları karınca topluluklarını topluluktan öte "süper organizma" adı altında inceler ve değerlendirirken nefs-i içtimai kavramı pek abes kaçmasa gerektir.

    ancak şundan eminim ki insanların, kabullendikleri çevredeki bireyler dışındaki varlıklarla özdeşleşmeleri, çin odasının kendince bir anlayış sahibi olmasını kabullenmeleri, nesnelerin zihin sahibi olabileceğini düşünebilmeleri uzak ihtimaldir. zira ekonomiye her zaman "bizden olmayan", zulme layık bir iş gücü gerekir. bu ekonomilerin ideolojileri, zaten sosyal içgüdüleri dolayısıyla kendilerine bir "bizden olanlar" sınırı çizmeye eğilimli insanlara, gelecekte de sınırın ne olduğunu anlatacaklardır. geçmişte zenciler sınırın dışındaydılar, bu gün üçüncü dünya insanları sınırın dışındadırlar, ve önümüzdeki yüzyıllarda, alım satım fiyatları belli, ticari birer eşya olarak pazar oluşturacak androidleri zor günler beklemektedir. "yoksa android içi boş bir zombi mi" tartışması geleceğin ideolojisinin bu gün yapılan alt yapı çalışmasıdır.

  • biraz geç de olsa amerikan versiyonunu da bitirdim ve size laflar hazırladım. yer yer spoiler da çıkabilir karşınıza, sonra bana kızmayın.

    evvela, ingiliz versiyonunun basit bir önermesi vardı: "insanlar bilinçsizce tuhaftır." bu tuhaflığın en büyük sebebi, çoğu insanın kendine ayna tutma becerisi olmamasıydı. başka insanların gözünde nasıl göründükleri hakkında en ufak bir self-reflektif düşünceye sahip olmayan insanları her gün kameraya alırsanız ne olur? tam ne olduğunu bilmedikleri bir güç tarafından kapana kıstırılmış gibi hissederler.

    ricky gervais'in yazdığı hikâye, klasik ingiliz taşra mizahı bir anlamda. burada insanlar genelde kısıtlı zekaya sahiptir ve bunun farkında değillerdir, çünkü daha zekisini pek görmemişlerdir. david brent karakteri bu yönüyle, taşra (şark) kurnazı olmaya çabalayan bir adamdır. kasıtlı ya da değil kötücüldür. bencilliğini, şehirliler gibi ince imaların arkasına gizlemeyi beceremez. nihayetinde ofis ortamında bir şekilde elde ettiği makam sayesinde daha da haylazlaşır ve kimse de ona karşı çıkamaz çünkü ondan çekinirler.

    gelelim amerikan versiyonuna. ilk sezon zaten ingiliz versiyonu ile neredeyse aynı senaryoya sahip olduğu için, hikâye karakterlere tam oturmuyor. ayrıca ingiliz mizahı ile amerikan sit-com kalıpları pek uyuşmuyor. nitekim ilk 3-4 sezon filan dizi, orijinale sadık kalarak, "insanlar tuhaftır" önermesinin peşinden koşuyor ve bir hikâye anlatmaya çalışıyor ama karakterler kendilerini bulup ortam da ısınınca, 5, 6 ve 7. sezonda klasik amerikan sit-comuna yaklaşıyorlar. bence dizinin en keyifli sezonları da bunlar. herkes oyunun içinde ve o başlangıçtaki "tuhaflık" artık karakterlerin farkında olmadan dışarı verdikleri bir izlenim değil, doğrudan kucakladıkları bir özellik.

    gelgelelim, burada dizinin kendine ihaneti diyebileceğim bir durum da ortaya çıkıyor. gerek david brent, gerekse michael scott, olağanüstü bencillikleri ve yetersizliklerine rağmen elde ettikleri gücü her durumda kötüye kullanmaları sebebiyle, şarlo'nun diktatör filmindekine benzer bir "persona"ya sahipler. evet ofis ortamı olduğundan biraz daha ehlileşmiş diyebiliriz ama özünde narsist, aşağılık adamlar. bu sebeple ingiliz versiyonunda david brent finalde kaybedene dönüşüyor ve kimse ona sahip çıkmıyor. ama amerikan versiyonunda, karakterler kendi iç tuhaflıklarıyla barışıp "yaa aslında hepimiz iyi insanlarız" sit-com'culuğuna düşünce, dizi iyiden iyiye bir sevgi kumkumalığına girişiyor.

    yani amerikan versiyonunu seyrederken, ofiste kimsenin michael scott'a itiraz edememesini, bir beyaz yakalının hayat-kariyer endeksine bağlanmış hayatından vazgeçememe kaygısı etrafında okumaya hazırlanıyorsunuz. hatta bir bölümde stanley'in itiraz etmesini, bu bağlamda yerli yerine koyuyorsunuz. sonra bütün yapım ekibi karakterlere kıyamayarak, "yaa michael scott da bizi seviyordu" noktasında yeniden o absürt ve klişe "hepimiz kardeşiz" bataklığına giriyor.

    nihayet 7. sezonda michael scott ayrılınca, ofis bence daha da amerikanize oluyor. tam bir sit-com tadı yakalıyorlar 8. ve 9. sezonda. elbette 9'un son bölümleri iyiden iyiye vedaya hazırlık olduğundan yapış yapış sünmüş ama 8'de ve 9'da, bu yeni formata çok uygun baya iyi sahneler var. yani izlemek tamamen vakit kaybı değil. ama dediğim gibi bence dizi orijinalliğinden ("tuhaflıklarının farkında olmayan insanların günlük yaşamı") 5. sezondan itibaren ödün vererek, "komik karakterlerin maceraları" kıvamına geçti. bu bence amerikan seyircisi için doğru tercihti.

    velhasıl, the office de hayatımızda bir yer edinmiş oldu. arada bazı bölümleri açıp izlerim.

  • günaydın, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük saçmalığı. lan sen binlerce yıl evrim geçir en üst yaşam formuna dönüş ama hala yaşamak için çalışmak zorunda kal. hadi çalışmasını da geçtim, en azından metrobüse binmek zorunda olmasaydık arkadaş en azından buna insan gibi bi' çözüm bulsaydınız. yoksa binlerce yıl önce sabah uyanıp mağarasından tarlasına yürüyerek gidip buğday tohumu eken atalarımızdan ne farkımız var allah aşkına, aradaki en büyük fark yürüyerek değil de metrobüsle gitmemiz mi? yazıklar olsun. evet.

  • burda yazan yazarlarlar gerçekse bu kadar evlenen adam nerden çıkıyor onu düşünüyor insan. 2-3 senedir birliktesindir, ilişkinizde ufak tefek kavgalarınız dışında probleminiz yoktur, artık evlenmek istiyosundur. yuva kurmak, hayatını o adamla geçirmek istiyosundur. ne var bunda çok mu garip ben anlamıyorum. bunu adama farklı yollarda söylemeye çalışmıştır ama adam anlamak istememiştir. o zaman da kimse kimseyi zorla tutamaz. kadın evlenmek istiyor da adam istemiyorsa yolları ayrılır olur biter. yok kezbandır, yok kocisim diyordur.ya arkadaş ne diyorsa desin, siz istemiyorsanız demezsiniz.

    not: ne evliyim, ne de evlenmek için taklalar atıyorum.

  • “haksızlığa uğrayan adalet ister. adaletin olmadığı yerde orman kanunları geçer. ve insan, ormanın en vahşi yaratığıdır.”
    adaletin sağlamadığı düzeni babası sağlamıştır. helal olsun ne de yürekli bir babaymış. ailesi bile çocuğuyla başa çıkamadığını söylemiş. bakamıyorsanız düzgün yetiştiremeyecekseniz doğurmayın lan çocuk falan.
    bu toplum nasıl bu hale geldi bilmiyorum. akıl hastanesindeki insanların daha zararsız olduğuna yemin edebilirim.