hesabın var mı? giriş yap

  • kendisinin gerçek yüzünün bir gün görüneceğini biliyordum. birkaç ay önce beşiktaş'ta açtığı yeni mekanının açılış kadrosunda barmendim. kendisi daha tadilattayken apar topar herkesi işe başlatıp angarya iş yaptırdı, maaşları asgariden konuşup tüm personelin önünde "arkadaşlar sizleri burda evinizmiş gibi çalışmanızı istiyorum burada çok çalışan çok kazanacak, biz diğer kan emici işletmeler gibi olmayacağız, iyi çalışırsanız size istanbuldaki en yüksek maaşları vereceğim açılıştan sonra ilk işim bu olacak" dedi, hepimiz moloz taşırken ve çıkan çöpü toplarken. kimsenin böyle bi beklentisi yoktu, herkes sektörde yıllarını vermiş tecrübeli ve donanımlı personeldi, hepimiz en lider yerlerde iyi pozisyonlarda çalışmıştık. sektördeki ortalamayı verse kafiiydi. bu sözünü tutmadı. 1 ay içinde 5 müdür kovdu. kimsenin üstü altı belli değildi. kaos vardı. mekanda 2 ay olmuş hangi işletme sahibi bir kez olsun personeliyle miting yapmaz? tanışmaz? derdini sormaz? "arkadaşlar merhaba, hypetia'ya hoşgeldiniz. biliyorum çok yoruldunuz, çok fedakarlık yaptınız. 14 16 saat çalışıyorsunuz. hepsini görüyorum ve emin olun ki açılış süreci bittiğinde hepinizle ilgileneceğim. bakın x müdürünüz yeni geldi, bundan sonra muhatabınız odur, sorusu önerisi olan var mı yoksa hep beraber ekibi tanıyalım" diyebilirdi. ama 2 ay boyunca mekanın dekoruyla ilgilendi. herkes fazla mesai yapıyor ama maaşını bile net bilmiyordu. personelle iletişim kurmadan bütün gün oval masasında mekana daha nasıl bir dekorasyon objesi koyabilirim diye asistanlarıyla toplantı yapıyordu. mekan açıldığında daha menü basılmamıştı menü! ama azra'ya göre her şey mükemmeldi. daha kasiyeri yoktu mekanın, bir stajyeri zorla kasiyer yapıp her hatasında mobbing uyguladılar. bara da kimseyi bulamadılar, çünkü barmenleri tiplerine göre yargılayıp işe almadılar. 1 ay boyunca açılış kapanış tek başıma çalıştım. ve ben her allahın günü orayı ve orada olmayı çok seviyormuşçasına çalıştım. çünkü öbür türlüsü içime sinmezdi. sonra barın başına azra arkadaşının oğlunu getirdi. 1.5 sene barboyluk yapmış 24 yaşında bir çocuk. iş bilgisi sıfır, yani ciddi anlamda sıfır, ben onun 3 ay bile bar gördüğüne inanmıyorum. neyse. işletmeyle ilgili olumlu iş yapan, azraya burayı daha iyi işler hale getirmek isteyen tüm müdür ve personel görmezden gelindi. müdürlere önce 3500 denip 2500 maaş yattı. erkeklerin düşüncesinden nefret ediyor, etrafında ona hayran erkek görmek istiyordu. benim de maaşım 2 kere eksik yattı. biri asgari olan ilk ay, diğeri de azrayla yüzyüze konuştuğum maaş olan 3000 liranın olduğu maaş. bu şekilde de bezdirip istifamı verdim diğer herkes gibi. oraya giden de bilsin ki oradaki personeli çok iyi söğüşlüyorlar. zaten bu zihniyetle de çok başarıya ulaşacağını sanmam. hayatınızda hiç görmediğiniz, tanımadığınız, cafcaflı cümleler kuruyor diye spiritualist ilan ettiğiniz kendine psikolog diyen insan personele kendi hatası olmayan sebeple bağırarak rencide ediyor. derdini sormuyor. bu insan mı kadınlara yol gösterecek? bu insan mı kitap okumanın ne kadar medeni bir şahsiyet yarattığına bizi inandıracak? biraz örnek aldığınız insanları seçerken seçici olun ya. ego akıyor kadından ego. onu görmek için mekanına gelen misafirlerle muhatap bile olmak istemeyen, çünkü hayranlarından dahi nefret eden ve arkalarından surat ekşiten azra, ne ekersen onu biçersin. her şeyin sahte. ve çok zevksizsin bu arada.

  • ''bir misafirliğe gitsem
    bana temiz bir yatak yapsalar
    herşeyi, adımı bile unutup
    uyusam...

    kalktığımda yatağım hala lavanta koksa
    kekikli zeytinli bi kahvaltı hazırlasalar
    nerde olduğumu hatırlamasam
    hatta adımı bile unutsam''

    (bkz: melih cevdet anday)

  • ozellikle abd de ev ararken bu tabir ilanlarda cok kullanilir. insanlar 420 friendly ev arkadasi aradiklarini ilanlarda belirtirler ki, bu ben sik sik esrar iciyorum bu durum senin icin rahatsiz edici olmamali anlamina gelir.

    ılk olarak 1970 li yillarda kendilerini waldo olarak tanimlayan kafadar genclerin okul cikisi saat 4:20 gece bulusmalari sebebiyle ortaya cikmistir. ayrica 4:20 de 4. ay olan nisanin 20 sini de temsil eder. insanlar bu sebeple gunu kutlamaktadirlar.

  • gercekse, milli takim icin hayirli olacak gelisme.

    yerine düzgün karakterli bir teknik direktör gecmesi durumunda halkimizin büyük bir kismi milli takimi yeniden takip etmeye baslayabilir.

  • gelişmiş modern ülkelerde sokak köpeği yoktur

    bir tanesinde bile yoktur

    modern ülkelerde en önemli şey insan hayatıdır

    insan hayatından önemli hiç bir şey yoktur

    buna tehdit oluşturabilecek her şey yok edilir

  • neden volvo sorusunun cevabını veremeyecek kazadır.

    bu hiç bir şey ifade etmez. fren yaparak alçalıp tamponun altına girersen volvo da aynı hale gelir. radyatör ve kaput kapağının bu hale gelmesi sadece görüntü kirliliğidir, güvenliğin ölçüsünü buradan anlayamazsınız.

    sadece 20km hızla giderken volvo s40 ile kırmızı ışıkta aniden duran mercedesin yüksek tamponlu minibüsüne arkadan vurdum, görüntü aynı oldu. bir de zaten kaza yapmışım, canım sıkkın, mercedes sürücüsü geçmiş karşıma "hani volvo sağlamdı bu ne hal" dedi. dallamaya bak, bu muhabbetin yeri mi şimdi. ben de dedim "birader aynı tip araçları al, hangi marka olursa olsun bu şekilde kaza yaptır, yine en iyi volvo çıkar içinden ama görüntü hep buna benzer olur."

    isteyen aynı kazayı s80 ile deneyebilir, yine fotoğraf atarsınız artık.

    debe edit: yaptığım kazanın fotosu bu şekilde çarpınca mercedes'e de bir şey olmuyor görüldüğü üzere.

  • "bu şirketimiz için harika bir oporçiiuuunitiiy" der ağzına kürekle vurulasıca. bazen de "sence de bu bir win-win durumu değil mi?" diye sorar. halbuki ikimizin de kelime haznesinde, bir yerlerde "maşrapa" sözcüğü mevcuttur. ikimiz de "kirve" nedir biliriz.

  • metehan'dan bu yana destanlar yazan şanlı türk ordusu'nun bu duruma getirilmesinin tek sorumlusu vardır o kişi de bellidir.
    -evet ilk aklınızdan geçen kişi.

    zorunlu edit: metehan'dan bugüne şanlı türk ordusunun büyüklüğünü kastederek yaptığım yorumda sol görünümlü (solla alakası olmayan)ılık liberalleri,etnik faşistleri, siyasal islamcıları ve onların eski dava kardeşleri fetöcüleri kudurtmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum.

  • öğrenci evlerinde makarna, yumurta en standart yiyecektir. kiminde vakitsizlikten, kimin de üşengeçlikten kiminde de parasızlıktan pişer. ancak bu durum evladının güzel yiyeceklerinden mahrum olduğunu düşündüp zaten üzülüp duran anneye söylenmez.

    - ne yediniz evladım bugün
    - köfte yaptık anne
    - kuru kuru mu yediniz onu
    - yo be anne yanına salata da yaptık
    - oyy oyyyy bi salata köfteyle mi duruyorsunuz
    - yok be anne, çorbada yaptık...
    - ah be evladım pilav, garnitur bişiler de yapsaydınız yanına
    - yaptık annem, pilavda yaptık, patateste kızarttık. yoğutta koyduk masaya, üzerine de puging yaptı selami onu yedik.
    - ay evladım kıyamam ben size, dün sınavın vardı ama uğraşamamıssındır. ne yedin kurban olduğum
    - eee ,eeee ay aman anne kafa mı kaldı ne yediğimi nerden hatırlayım, kurduk gene sofrayı merak etme

    telefon kapatılır, ev arkadaşları sayılan yiyeceklerden bi tuhaf olmuştur.

    - puding ne lan baklava aldık deseydin,
    - inegöl köfte olduğunu söyleseydin şöyle parmak parmak, yanında da turşu vardı hatta
    pilaki bile yaptık deseydin,
    - pilav da öyle sıradan pilav değildi, özbek pilavı deseydin...

    sonra herkes birbirine bakar cepte paralar sayılır, yakındaki dürümcüye gidilip gidilemeyceği hesaplanır. ehh be anne akşam akşam yaptırdığın masrafa bak bize denir.

    ben nedense hep dolma ve sarmayı özlerim, diğer yemekler bir şekilde marketten bile alınır yapılır da ya bunlar.. anneme hep sarma, dolma yediğimizi anlatırım, benim yapamayağımı bildiği için sürekli meçhul ev arkadaşı bu işi yapabilen insandır. annemde neden merak etmez bilmiyorum koca istanbul'da ev arkadaşlarımın hep dolma yapabilen insanlar olmasını...
    belki ve büyük ihtimalle onlar da bilir o yemekleri yemediğimizi, karşılıklı bir mutlu yalanı paylaşıyoruzdur.. ne yapalım bile bile bir anne evladının makarna ve yumurta ile beslendiğine razı olmayacaktır hiçbir zaman.

  • (#142395782) uruguaylı'nın kaldığı yerden devam edeyim. sanırım robery young'du ''modern antroplojik kültür kavramı, sınıf ve ırk çatışmasının bağrında doğdu'' demişti. 18. ve 19. yüzyıldaki keskin değişimler, sömürgeci güçlerin şekillendirdiği bir dünyanın antropolojisine bakarken kültür fikrinin ırkçı ideolojiye ne denli içli dışlı olduğunu görmek için yeterli aslında. 20. yüzyılda ve oradan bugünlere uzanırken ve bazı yazar, yönetmen yani sanatçıların ısrarla örtük izlerini aralamak için ısrarla vurgu yaptıkları ırkçılık gibi kavramların bugünlerde tekrardan ''kültür'' kavramı ekseninde hortlaması ya da sözde eşitlik ve demokrasi temsili olarak tüm dünyaya küresel kültürün bir parçası olarak satılan politik doğruculuk gibi kavramların ardına gizlenerek kendine başka ifade biçimleri bulması tesadüf değil. kültür kelimesinin kökenlerinden biri latincede işgal etmek, yerleşmek anlamlarına gelen colere fiilinden geliyor mesela. böylesine bir sözcüğün altından böyle pis kokular, anılar saçan bir anlamın ortaya çıkması da tesadüf değil kesinlikle. ironiyi anlamak için de anştayn olmaya gerek.

    terry eagleton, kültür kitabında sömürgecilerin sömürge halkları baskılayıp, köleleştirirken aynı zamanda egzotikleştirdiğinden söz eder. örneğin irlanda'nın durumuna uygun olarak gücünü kaybeden keltlere sınırsız bir şiirsel önem atfedilir. afrikalıların, kızılderililerin ya da dünyada sömürgeleştirilip, tutsak edilip, yok edilen her halkın geçmişiyle ilgili bir tür ağıda dönüşen ve onu sömüren faydacı uygarlığın orada hayalini kurduğu egzotik bir yuva hayali vardır. uygarlığın temsili olan batı kolonyalizminin kültür sahibi yerli halkların yuvasını işgal etmesindeki bilinçaltı temsili böyle oluşur. yani kabaca ifade etmek gerekirse sömürgeciler uygarlığa, sömürülenler tüm yerleşiklikleri ve kapalılıklarıyla kültüre sahiptir.

    tüm bunları 3 filminde de sözde bu dertleri kendine meşgale edinen jordan peele'inin filminin tematik dertlerini biraz olsun açabilmek için yazdım. zira peele bir sinemacı olarak filminde maalesef bu dertleri açmak, aralamak, izah etmek, metaforik, sembolik ya da metonomi bağlamında izah etme noktasında oldukça zayıf, kafası karışık, izleği belirsiz, yönü olmayan bir film yapmış. ortaya karışık, içine ne varsa koydum, nasıl olsa çok bilmiş kültür yorumcuları, freudçular, psikanalizciler, komplo teorisyenleri benim aklıma bile gelmeyen fiyakalı okumalar yaparlar ve ben de tüm vakurluğumla işime gelenleri onaylarım tadında bir yaklaşım bu. tür karmasının yanına öykündüğü birçok iyi sinemacının (örneğin david lynch ya da david cronenberg) sinemasal yaklaşımlarını kopyalayıp sözde özgünleştirdiğini düşünerek ve elbet özellikle siyahi kanadın (normal olarak) sinemasına duyduğu katıksız güvenin sarsılmazlığına da sırtını yaslayarak uçabildiği kadar uçmuş.

    sorun türler, sinemasal yaklaşımlar arasında yaptığı gezintiler değil. sorun tam da yazının başında kültür tarihine küçük bir referans yaptığım haklı olmanın verdiği güvenle filmi için onu gerçekten benzerlerinden ayıracak, orijinalleştirecek bir anlatımı tutturaması. o anlam arayışından, onu izah etmekten ziyade onu izah etmenin ruhundan, kültürüden, edebiyatıntan, öykücülüğünden yoksun teknik bir üslupla anlatmaya çalışması. yani tıpkı uygarlığın yok ettiği ruhun yerine koymaya çalıştığı bilimin anlamdan uzak bir parçası gibi işlemesi. parçalı, fragmanter, bağlamsız ve onu değerli kılacak tutkusunu, duygusunu, retoriğini izah edecek pathostan yoksun olması. bir sürü anlamsız parçanın bir kültür tarihi yorumu olarak bir araya getirilip postmodern anlatının, zamanın cüretinin verdiği yetkiyle böyle incelik, duyarlılık ya da ince işçilikten uzak bir şekilde sadece etkileyici ya da şaşırtıcı olmak dışında bir meyyal bulamaması cidden üzücü. zira tıpkı eleştirisini yaptığı kolonici batılı gibi o da müşterisiyle bir sömürü ilişkisi içine giriyor. fiyakalı olmaya çalışırken hakikatin sabitini ıskalıyor. anlatısını büyük anlarla güçlü kılmaya çalışırken insana dair tinsel, metafizik, egzotik alanın varlığını tümden yok sayıyor. ideolojik metaforları idealize edici bir eksen gibi allayıp pullayıp birbirinden bağımsız parçaların içine rastgele savururken tahakküm toplumunun değişmez setlerine yaptığı sözde eleştirisiyle kendi imge ve anlamını da geri plana atarak ruhsuzlaşıyor.

    uruguaylı'nın da belirttiği gibi, cemiyetin, cemaatin, kültürsevicilerin onlarla ilgili yarattığı illüzyona kapılan bu tip yönetmenlerin hepsinin düştüğü hataya düşüyor peele. tam da içinde doğup büyüdüğü dünyanın en büyük pazarına kayıtsız bir şekilde hizmet ederken dert edindiği sözde büyük temalarını sınırsızca, daha büyük, daha gürültülü, daha görkemli anlatmanın hibrisine kapılarak tam da eleştirisini yaptığı sömürgeci uygarlığın hissizleştiği duvarın bir tuğlası olmayı başarıyor.

    ne diyelim yolu açık olsun, insanlar öve dursun ama 3 filminde de giderek gerileyen sinemacılığının dehasını tek kurşuna sakladığını görmek şaşırtıcı gelmiyor. zaten muhtemelen bundan sonra orijinal fikirler bulma konusunda sıkıntıya düştükçe daha da saçmalayacak ve eleştirilemez oluşunun verdiği yetkiyle anlatıda yapıbozumu daha benimseyecek gibi duruyor. sinemanın tanrıları ona ve sevenlerine zeval vermesin.

  • benim sevmediğim bi şeysi var bunun. çok minik, aslında kimse farketmiyo muhtemelen ama, benim biraz sinirime dokunuyo.

    akşam eve geliyorum, yatana kadar ses telleri pasif, yatarken zaten pasif, sabah kalkıyorum, alelacele işe gidiyorum, teller hala pasif. iş yerinde, belki bi 15-20 saattir hiç hareket görmemiş ses tellerim, ilk rasladığım iş arkadaşıma günaydın derken bi garip oluyo, çatallı gibi garip bi ses çıkarabiliyo. yarım öksürük/boğaz temizleme gibi bişiden sonra sorunsuzca günaydın diyebiliyorum ama akabinde.

    bu durumdan zerre haz etmediğim için sabahları işe giderken yolda, bi kere bile olsa mutlaka "aaa eee ooo öööö uuu üüüü ıııı iiii" diyorum. en fazla 5saniyemi alıyo.

    çok küçük hesapların adamı diye milletle dalga geçiyodum. şimdi şu halime bak.

  • -dünya'nın en çok çalışan ülkesiyiz. kaynak

    -buna rağmen avrupa'nın en az kazanan üçüncü ülkesiyiz. kaynak

    -ve buna rağmen oecd ülkeleri arasında en çok vergi veren altıncı ülkeyiz. kaynak

    - satın alma gücünde, 38 avrupa ülkesi arasında 32. sıradayız. kaynak

    özetle; çok çalış, az kazan, bol vergi öde ve bir şey sahibi olama.

    edit: son madde eklendi.