hesabın var mı? giriş yap

  • "hangisi daha kötü olurdu; bir canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?"
    her karesi ile hatırlanacak bu filmin unutulmayacak repliği.

    shutter island dennis lehane'nin romanından senarist laeta kalogridis tarafından uyarlanmış 2010 yapımı bir martin scorsese filmi.

    bu yorum başından sonuna kadar spoiler içerir, bunu baştan söylemiş olayım.
    filmin olağanüstü bir matematiği olduğunu, ancak sonuna geldiğinizde başıyla doğru ilişkiler kurabileceğinizi ve sürprizlere açık olmanız gerektiğini de hemen belirteyim.
    neden dedektifi deniz tutmuştu, neden "su işte, çok fazla su " diyerek kendini toparlamaya çalışıyordu, neden karşılayanlar ellerinde silahlar, tetikte ve tedirgindiler, neden bahçedeki her hasta dedektife selam verip tanıyormuş gibi gülümsüyordu; o sırada verdiğiniz bütün cevaplar yanlıştı.. hepsini sonunda anlamlandıracaksınız.

    hikâye 1954 yılında geçer. bir polis dedektifi (orjinalinde u.s marshal) edward/ "tedy" daniels çok sevdiği eşini vurmuştur. çünkü eşi (michelle williams) 3 çocuğunu öldürmüş, tedy eve geldiğinde gülücükler içinde "bak ne güzeller değil mi, hadi sofraya oturtalım " diyecek kadar hastadır.
    vicdan azabı ve suçluluk duygusu öyle korkunç bir noktaya ulaşır ki, dedektifin gerçekle bağı kopar, hayali kişiler ve kimlikler yaratır. mahkeme tarafından tedavi olmak üzere zindan adası'na gönderilir. her tarafı koyu gri sarp kayalık olan bu ada'dan kaçış imkânsızdır. anlaşıldığına göre, zeki olduğundan ve bir kimliğinden diğerine geçiş yaptığından doktorlarla arasında bir kedi fare oyunu yaşanmıştır.
    sonunda bir mizansen hazırlanır. dedektifin eşinin profilindeki bir hastanın kaçtığı ihbarı üzerine hastamız, dedektif tedy daniels olarak yanında hiç tanımadığı, o güne kadar birlikte çalışmadığı yardımcısı chuck'la(mark ruffalo) adaya ayak basar.

    "disosiyatif durumların en uç ve şiddetli şekli olan çoğul kişilik bozukluğunda kişi, birden çok kimlik veya kişiliğe sahiptir. her kişiliğin bir adı, yaşı, anıları ve kendine özgü davranışları vardır. bu kişilik ya da kimlikler birbirini tanımazlar, birbirlerinden habersizdirler."
    bir uzman böyle söylüyor.
    psikolojide multiple personality (çoklu kişilik bozukluğu), büyük travmalar sonucunda ortaya çıkan ve zihnin bölünmesi ile sonuçlanan kişilik bozukluğu.
    tedy daniels ilk travmasını 2. dünya savaşı sırasında yaşamıştı. sonra evine geldiği bir gün eşine "neden ıslaksın bebeğim?" diye sorduğunda. bu soru ve kadın rüyalarından hiç çıkmayacak, gözünün önünden gitmeyecek.

    shutter island'daki ashecliffe hastanesi tehlikeli akıl hastalarına hizmet veren bir kompleks; yetkin doktorlara, donanıma, katı kurallara sahip.
    uygun bulunanlara gözden girilen veya beynin açılması suretiyle lobotomi uygulanıyor. "arıza" yapan sinirler çıkarılarak insanın huzurunu bozan anıları yok ediliyor. doktorlara göre hasta rahatlıyor, sakinleşiyor fakat hayalete dönüşüyor. sessiz, sarsak bir hayalet.
    soğuk savaş yılları sürerken, ajanların yakalandığında konuşmalarını engellemek için yürütülen bu proje hastaların denek olarak kullanılmasından başka bir amaca hizmet etmiyor.
    anıları olmayan dolayısıyla işkence altında bile anlatacak bir şeyi olmayan hayaletler..
    yıllar içinde yüzlerce deney, yüzlerce ameliyat..
    acı veren anıları unutmak insanoğlunun en büyük arzularından.. fakat bedeli bu. aslında travmaların bedeli..
    nazi artığı alman doktor "travma sözcüğü yunanca yara demek, almanca rüya.." demişti..

    dedektifle tıbbi ekip arasında oldukça gerilimli birkaç gün geçer. fırtına, rüzgar, yağmurun oluşturduğu karanlık distopik bir atmosferde dedektif, birbirine karışan hayaller, gerçekler, rüyalar ve özellikle ölmüş sevdiklerinin hayali ile oldukça zor anlar geçirir. ekip tarafından kafası karıştırılmak suretiyle sürekli sınanır.
    sonunda doktor cawley(ben kingsley) tüm itirazlarına rağmen onu tıbbi sicili ile yüzleştirir. kendisi bir süredir dedektif değildir, adaya birlikte geldiği yardımcısı, yardımcısı değil, 2 yıldır ondan sorumlu olan doktordur. adaya geldiği andan itibaren tüm çalışanların içinde olduğu bir tiyatro oynanmıştır.
    kişiliklerinin, eşine uygun bulduğu kişiliklerin, isimlerinin çözümlenmesi yapılmıştır.
    2 yıl boyunca kendisine düzenli ilaç tedavisi uygulanmış, tam düzeldi sanırken başa dönülmüştür. öyle der, doktor müdür cawley..
    bu son şansıdır. yoksa lobotomi uygulanacaktır.
    çözülür tedy daniels, mesele kendini affedemiyor oluşudur. dediğine göre, eşinin hastalığını görmezden gelmiş, tedavisini yaptırmamıştır. bu yüzden eşinin de çocuklarının da katili odur.
    tedy yaşadıklarıyla ve yüzleştikleriyle yaşayamayacağını anlar, yardımcısına/doktoruna girişteki cümleyi söyler ve son derece aklı başında olarak ama hasta taklidi yaparak kendi sonuna doğru, hayalete dönüşmek üzere direnmeden yürür.
    kendisine verdiği hem ceza hem ödüldür bu..

    shutter island sıradan bir gerilim filminin çok ötesinde, insan psikolojisinin gizemli dehlizlerinde yolculuktur.
    akıl hastalıklarının ardındaki insanın dayanma gücünü aşan travmatik deneyimlere; 2. dünya savaşı'na katılan askerlerden başlayarak, abd'nin özellikle vietnam, ırak, afganistan savaşlarından sonra yüksek sesle dile getirilen tssb ve ayrıca bipolar bozukluk, alkolizm, mp gibi muhtelif hastalıklara hatta uygulanmış tedavi yöntemlerine bir projektör tutar.

    shutter island efsane oyunculukları, hüznü, ürkütücü atmosferi ile seyredeni etkisi altına alan ve kolay unutmayacak bir film.

    her karaktere uygun olmayan bir fiziğe sahip leonardo di caprio'nun bu çok zor rolün üstesinden yüzünün akıyla çıktığını söylemek gerek.
    mark ruffalo, ben kingsley, michelle williams, emily mortimer, patricia clarkson ve küçük yan rollerdekiler bile çok başarılı oyunculuk çıkarmışlar.
    çekimleri peddock adası, whittenton kayalıkları, wilson dağı gibi gerçek mekânlarda yapılan filmin izleyici üzerinde yarattığı o ürpertici etkiyi mekân seçimindeki başarı kadar görüntü yönetmeni robert richardson'a borçluyuz.
    fakat krzysztof penderecki'nin no. 3: passacaglia – allegro moderato'su olmasa ne richardson ne de mekân o sinir bozucu etkiyi yaratmakta bu kadar başarılı olabilirdi.
    filmin "hoş geldiniz!" diyen soundtrack'i nasıl bir film izleyeceğinizin işareti..
    birbirinden güzel tüm müzikleri, passacaglia dahil, scorsese'nin uzun süredir çalıştığı robbie robertson tarafından seçildi.

    anladığım kadarıyla, shutter island eleştirmenler tarafından beğenilmedi. fakat izleyenler tarafından çok beğenildi. scorsese'nin en çok gişe hasılatı yapan bu 2. filmi, martin scorsese ve leonardo di caprio'nun ödül almayan tek işbirliği olarak sinema tarihine geçti.

  • tübitak başkanı prof. dr. a. arif ergin'in yeniçağ gazetesi yazarı arslan bulut'a gönderdiği mektupla ortaya çıkan skandal: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/…atti-36357yy.htm

    mektuba göre tübitak, kendi yayınlarından bugüne kadar çıkan bütün kitapları 2014'ten beri geçmişe dönük "kültürel uygunluk ve yerlilik testi"nden geçiriyor ve buna göre kitapları imha etmeye karar veriyormuş. bunun sonucu olarak sadece 2015 yılında 50.000'den fazla kitap imha edilmek üzere toplatılmış!

    evet, tübitak kitaplarının bazıları gerçekten sorunlu. konuyu gündeme getiren arslan bulut, tübitak yayınlarından çıkan ve çocuklara siyonizm aşıladığı belirtilen gökkuşağının tüm renkleri adlı çocuk kitabına itiraz etmişti: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/…-var-36211yy.htm zira tübitak gibi aklın ve bilimin ışığını yayması gereken bir kurumun, çocuklara herhangi bir dine ait değerleri aşılaması kesinlikle kabul edilemez. ama bunlar bahane edilerek, başka kitaplar da toplatılıyor ve yok ediliyor demek ki. çünkü 2011 yılında yayımlanmış bir çocuk kitabının piyasada 50.000 baskısının kalacağını sanmıyorum.

    bu mektup sayesinde, tübitak yayınlarınca senelerce yayımlanan tüfek, mikrop ve çelik, kör saatçi, gen bencildir, modern insanın kökeni gibi kitapları şimdi neden bulamadığımız ortaya çıktı.

    bundan sonra "kültürel uygunluk ve yerlilik" adına piyasadan evrimci bütün kitapları toplatıp namaz hocası falan yayımlasınlar artık.

  • en iyi "şeytan" tasvirlerinden birine sahip dizidir.

    --- spoiler ---

    frank underwood bu dizide şeytanı oynamaktadır. para yerine gücü sahiplenmekte ve elindeki güç algısı ile herşeyi manipüle etmektedir. güç algısı diyorum çünkü çoğu zaman elinde bir güç olmamakta ve blöf yapmaktadır. genelde her kötü karaktere bir şeytan tanımlaması yapılabilir ancak frank gerçekten şeytan'ın dini kitaplarıdaki birebir karşılığıdır. örneğin islamiyet'teki karşılığına şuradan bakabilirsiniz. şeytan'ın tüm niteliklerini taşımaktadır.

    şeytan'la işbirliği yapanların hepsi sonunda bertaraf olmaktadir. çünkü şeytan sadece kendine hizmet eder. ancak yine de iyi güçler tarafından hepsine bu iş birliğinden vaz geçmesi için birer fırsat verilmektedir.

    örneğin; zoe kariyerinde yükselmek için şeytanla iş birliği yapıp, önündeki bir çok iyi insanı ezerek bunu başarmıştır. ancak şeytanın gücü tatlı olduğu için ünlü bir gazeteci olmasına rağmen şeytandan vaz geçememiştir. hatta bu ilişkiyi çözen çevresindeki iyi insanlar ona şeytanın gerçek güzünü gösterip, bu ilişkiden vaz geçirmeye çalışmışlar. bir süre bu ilişkiyi bitirmeye niyetlenmişse de sonra tekrar anlaşma yapmaya teşebbüs etmiş ve bunu hayatıyla ödemiştir.

    diğer bir örnek de russo; russo başına gelenlerle frank'in şeytan olduğunu görmüş buna rağmen şeytanın gücünden bir pay alma ve vali olma sevdasıyla onunla anlaşmıştır. kız arkadaşı her ne kadar onu doğru yola çekmeye çalışmışsa da sonu ölüm olmuştur.

    diğer karakterlerin şeytan ile ilişkilerine değinecek olursak;

    raymond tusk şeytanla iş birliği yapmış sonunda statüsünü kaybetmiştir.

    rachel posner şeytanla iş birliği yapmış özgürlüğünü kaybetmiştir.

    claire en uzun ilişkiye sahip biri olarak insanlığını kaybetmiştir.

    doug stamper bu işbirliğiyle insanlığını kaybetmiştir.

    xander feng şeytanla işbirliği yaparak hayatını kaybetmiştir (idam).

    vasquez koltuğunu sağlamlaştırmak için iş birliği yapmış, sonunda kariyerini kaybetmiştir.

    remy danton işler sapa sarınca şeytan ile anlaşmaya çalışmış kariyerini kaybetmiştir.

    başkan şeytanı tek danışmanı haline getirmiş, eline bir fırsat geçmesine rağmen yine şeytanın manüpülasyonuna kurban gidip herşeyini kaybetmiştir.

    örnekler daha ufak karakterlerle çoğaltılabilir.

    kısacası şeytanla iş birliği yapan herkes kaybetmektedir. claire, doug, meechum gibi şeytan'a kul olanlar ise insanlıklarını kaybetmektedir. en büyük kaybı şeytan'ın şeytan olduğunu bilip, buna rağmen onunla örtak olanlar yaşamış ve hayatlarını kaybetmişlerdir (zoe, russo, xander). çünkü şeytan hiç bir zaman paylaşmaz ve maskesini düşürenleri, bir zayıflık yaratabilecekleri yaşatmaz.

    peki burada denilebilir ki raymond tusk da şeytan sayılmaz mı? frank'in rakibi ve her türlü kirli işi yapmaya meğilli bir adam. bunun cevabını da frank ile tusk'ın son yüzleşmesinde görüyoruz. frank opera binasında tusk'a son bir anlaşma vaadinde bulunuyor ve kendisinin başkan olacağını, paylaşabileceklerini söylüyor. yani şeytanla bir ortaklık sunuyor. orada yaptığı "sen bir iş adamısın bu mevzuya duygularını karıştırma" konuşması frank ile tusk arasındaki farkı ortaya koyuyor. tusk duygularına ve intikam isteğine yenik düşüyor. bu tamamen insani bir zayıflık. yani dizi şeytan olabilecek diğer karakterleri de frank'le yüzleştirip onların şeytan olmadığını, sadece zaafları olan güç sahibi insanlar olduğunu bize hatırlatıyor. burada şeytan'ın yani frank'in kararlarını hiç bir zaman duygularıyla vermediği, düşmanı veya kendisini kazıklayanla hemen bir iş birliği kurabilecek olması da insan olmadığına bir başka gösterge.

    dizide şeytan'ın yani frank'in en büyük gücü ilüzyon kabiliyeti. olayları manipüle edip bir güç algısı yaratmakta ve insanları da bu manipülasyon kabiliyetiyle ikna etmektedir.

    en çok ikna ettiği ise biz izleyicileriz. şeytan dizi boyunca bize konuşmakta. aksiyonları ile ilgili biz bilgiler vermekte ve bizle muhabbet ederek bizi de işin ortağı yapmaktadır. nasıl ki insan kendisini şeffaf bir şekilde yargılayamassa, frank bizi ortak yaptıktan sonra dizideki olayları dışarıdan bir gözle yargılayamaz hale geliyoruz. frank bize hep ufak bilgiler veriyor ve olayların nasıl geliştiğini görüp etkileniyoruz. ancak çok nadiren bunun çok kötü birşey olduğunu yargılıyoruz. çünkü frank bizi aksiyonlarının ortağı yapmış oluyor. o güç ilüzyonunu bize de yaşatıyor.

    ancak bazı durumlar farklı. ölümlerde bizimle konuşmuyor hiç. örneğin russo'nun ölüm sürecinde dizi bizi frank'ten uzaklaştırdı. direk dışlandık. birden ara sokakta buluştular. frank russo'yu öldürdü ve bizimle hiç konuşmadı. bizi cinayete ortak yapmadı. uzaktan seyirci bıraktı.

    bunun bir benzerini zoe'de daha göstererek yaptı. zoe'i öldürdükten sonra neredeyse bir bölüm boyunca bizimle konuşmayı kesti. sonra bölümün sonunda "seni unuttuğumu sandın değil mi?" diyerek bizle biraz sohbet etti zoe'nin ölümünün bir zorunluluk olduğunu söyleyerek normalleştirmeye çalıştı. zaten öncesinde zoe'yi şeytanla işbirliği yapmakla sık sık yargıladığı için "başına geleni haketti" algısı yarattı. ama açık açık bizi o işe ortak etmediğini söyledi.

    bir diğer manüplasyon yöntemi de; dizi diğer karakterleri devamlı yargılarken frank'i hiç bir zaman yargılamıyor. mesela başkan'ı zayıf ve maniplasyona açık olmakla, tusk'i yolsuzluk yapıyor olmakla, zoe'i beleşçilikle, russo'yu alkolik olmakla, claire'i zaman zaman duygularına yenik düşmekle vs gibi diğer tüm karakterleri yargılıyor ve "bunu haketti" hissiyatı oluştururken. frank'i yaptığı tüm şeytanlıklara rağmen bir kere bile yargılamıyor.

    dizide gazeteci hammerschmidt, lucas goldwin, janine skorsky gibi iyi güçler de var ancak zayıf, güçsüz ve kabiliyetsiz olarak, insanı zaaflarına yeni düşen karakterler olarak tanımlanıyorlar.

    şeytan en büyük gücü eline geçirdiğine göre, bundan sonraki süreçte şu ana kadar hep yenilen iyiliğin daha güçlü ve kararlı bir şekilde şeytanla savaşacağı bir süreç başlayacağını umuyorum. ama unutmayalım; biz bu dizide hep şeytan'ın yanında, kötülüğün ortağıyız. şeytan kabiliyetleriyle bizi etkilemeye devam edecek.
    --- spoiler ---

    zamanında biraz hızlıca yazdığım ve oldukça ilgi gören şu entry'deki yazı bozukluklarını ve imlaları gördükçe gözüm acıyor :)
    benzeri bir yazıyı westworld için de yazdım. merak edenler için ilgili entry şurda.

    edit: sevgili diplomats güzel bir "yasak elma" detayı paylaşmış; "dikkat ederseniz frank underwood ve claire her sabah kahvaltıda elma yiyorlar. hatta 4. sezon 11. bölüm sonunda tom kahvaltıya katıldığında da elma var."

  • o da bir şey mi!

    fındık, incir ve kayısı üretiminde dünya 1.
    antep fıstığı üretiminde dünya 2.
    ceviz üretiminde dünya 4. süyüz.

    ama halkımız bunların tadını unuttu maalesef. sebebi, yanlış politikalar sonucu liranın değersizleşmesi ve sonucunda alım gücünün azalışı. hepsi ihracata gidiyor.

  • "kola içmeyip hitler överek israil'i durdurma planımız nasıl başarısız oldu, anlayamıyorum. hayatımda gördüğüm en iyi savaş stratejisiydi."

  • dibine eşşek kadar taşlı bilezik koymuşlar, sonra da vay efendim "dünyanın en pahallı tatlısı"

    ben de kaşıkçı elmasına krem şanti sıkayım o zaman yeni yeni rekorlara koşayım...