hesabın var mı? giriş yap

  • "iphone'lar blackberry'lerden sonra telefonu duvara atıp kırmalarda bi azalma oldu di mi, havasını sevdiğim atarlı sevgililer:))"

  • renksiz sarımtırak bir sıvıdır kendileri.
    halk arasında kezzap takma ismiyle dolaşır. günlük yaşantımızda kullandığımız turşu, salça, sirke, yoğurt, kola, elma , limon, ve süt gibi besin maddelerinin içinde bulunur.
    ayrıca kimya için de çok önemlidir. gübre tuzları üretiminde barut, dinamit gibi birçok çeşit patlayıcı yapımında ve gümüş nitrat elde etme de kullanılır.
    ayrıca benim nickimin %83.3 ünü oluşturmaktadır.

  • üçü birleşip bedavaya bir temiz sizi dövseler nasıl olur? bence daha iyi olur.

    adam zengin, tuzu kuru. "nizamettin'den aşa kasımpaşa" diye geziyor ortalıkta tabi.

  • sırma saçlı kel şov peşinde dolanmayıp görevini yapıyor olsa haber daha buraya düşmeden emniyete alınacak kişinin çağrısıdır. ülkenin dingo'nun ahırına döndüğünü kanıtlar.

    ayrıca hep söylerim bu kargo şirketlerinin veritabanları kişiler için güvenlik açığıdır. çalışanlar zaten bilinçsiz. birinin yayınlamasına gerek yok isteyince söylecek hale gelmişler.
    [entry'nin bundan sonraki kısmı mesajla gelen haklı talepler üzerine silinmiştir.]

    özetle bu veritabanı işine bir çare bulunması lazım. adres kodu tanımlayıp sadece dağıtıma çıkan elemana mı verirler adresi, barkod sistemine mi geçerler bilmem.

    her şubede 5 kişi çalıştığını ve her firmadan kargo aldığınızı düşünün:
    yurtiçi kargo 900 şube, aras kargo 900 şube, 800 şube, 800 şube toplamda 17.000 kişi size kargo gönderilen adresleri, telefon numaralarınızı görebiliyor demektir...

    yurtiçi kargo'nun şu açıklaması yalandır. sık sık kargo gönderenler ne dediğimi biliyorlar. sadece alıcı ismi sorup "falanca adres mi?" diye teyit ettiklerine şahit olmuşsunuzdur...

  • soner yalçın*bugünkü yazısında burasıyla ilgili söyle ilginç bilgiler vermiştir.

    “mayor and commonalty and citizens of the city of london” nedir; bilir misiniz?
    kısaltılarak; “london city”… “the city”… veya küçük bir alanı kapladığı için, “the square mile” de denir.
    londra’da 2.6 kilometrekarelik alanı kaplayan, dünyanın en eski ve halen devam eden yerel hükümeti’dir! bayrağı ve kendi “anayasası” vardır; ingiliz kanunlarına muaftır.
    burası ingiltere’nin bir parçası değil; egemen bir finans devleti’dir! yani…
    vatikan nasıl katolik din’inin merkezi ise, burası da para’nın merkezidir.
    bankaların çokluğu nedeniyle dünyanın en zengin alanı kabul edilir. örneğin; abd’nin 500 büyük şirketinin dörtte üçünün ve tüm büyük bankalarının burada şubesi bulunmaktadır. (1980’lerde araplar; 1990’larda japonlar ve petrol zengini afrikalılar ve sonunda rus zenginleri london city’nin yolunu tuttu.)
    bu minik alanda uluslararası; hisse ticaretinin yüzde 51’i; vadeli işlemlerin yüzde 45’i; euro-tahvil değişimlerinin yüzde 70’i; küresel döviz ticaretinin yüzde 35’i; tüm uluslararası ihraç edilmiş menkul kıymetlerin halka satışının yüzde 55’i gerçekleşir…
    dünyada günlük faiz oranını burası belirler. bitmedi…
    burası, küresel offshore finans merkezi’dir. cayman adaları gibi ingiltere tarafından kontrol edilen 14 deniz aşırı bölge bu iş için kullanılır! işin dış halkasında ise, hong kong, singapur, bahama adaları, dubai, irlanda vardır. iç halkada kraliyet kolonileri, jersey, guernsey, ısle of man bulunur… buralarda gizlilik içinde; vergi kaçırılır; kara para aklanır ve varlıklar için depolama yapılır

  • titanic ve leonardo dicaprio ile ilgili sözleri:

    ...hatırlıyorum leo'yla bir toplantımız ve daha sonra bir ekran testi için randevumuz vardı. toplantı çok komikti çünkü ben konferans salonunda oturmuş bir aktörle yapacağım görüşmeyi bekliyordum bilirsiniz. ama şöyle bir etrafıma baktım ve bir sebepten ofisteki tüm kadınların da konferans salonunda olduğunu farkettim. mesela, kadın idari yapımcımız oradaydı. tamam, bu olabilir. ama muhasebecimiz? o neden toplantıdaydı? hepsi leo'yla tanışmak istiyordu, çok çılgıncaydı. etrafıma baktım ve sanırım sorumun yanıtını biliyorum dedim.

    sonra leo geldi ve tabi ben de dahil herkesi büyüledi. sonra ben, "hadi kate ile kimyanız uyuşacak mı görelim" dedim ve birkaç gün sonra bir çekim yapacaktık, kameram kayıt için hazırdı. ama leo ekran testi olacağını düşünmemiş. sadece kate ile tanışacakları bir toplantı olacağını sanmış. ben de, "tamam hadi diğer odaya geçelim ve senaryodan bazı kısımların okumasını kaydedelim" dedim.
    ve leo dedi ki, "ne yani okuyacak mıyım?"
    "evet" dedim.
    o, "ah, ben okumam" dedi.
    ben de, "peki" dedim ve elini sıktım. "uğradığın için teşekkürler" dedim.
    sonra, "hey! bekle bekle bekle" dedi. "ne yani, eğer okumazsam rolü alamayacak mıyım? bu mudur yani?" dedi.
    ben de, "aynen öyle. hadi ama! bu hayatımın iki yılını alacak devasa bir film ve ben bu filmin post prodüksiyonunu, model çalışmalarını ve diğer işlerini yaparken sen gidip beş farklı şey daha yapacaksın. o yüzden oyuncu seçiminde hata yaparak bu işi s*kip atmaya niyetim yok. yani ya okursun ya da rolü alamazsın" dedim.
    leo, "offff, ooookeeeey" dedi ve içeri girdi ama görmeliydiniz vücudundaki her zerre tamamen negatifti, ta ki ben "kayıt" diyene kadar. kayıt dediğimde jack'e dönüştü.
    ve kate de coştu ve tüm bu sahneyi yaşadılar. kara bulutlar dağıldı ve güneşten bir ışık demeti aralanan bulutlardan leo'nun üzerine düştü. ben, "tamam" dedim, "adamımız bu".

    sonra buna stüdyoyu da ikna ettim ve sonra yine leo geldi ve, "biliyor musun babamla senaryo üzerine konuşuyorduk ve düşündük ki senaryonun şuna şuna şuna ihtiyacı var" gibi şeyler söyledi ve bilmiyorum, karakterinin bir çeşit hastalığı, sorunu ya da geçmişten gelen travmatik bir durumu olmasını istiyordu.
    ve ben de ona, "bak" dedim, "bağımlılık ya da herneyse bir çeşit problemi olan tüm o harika karakterleri oynadın. bu özellikler olmadan bir karakteri ayakta tutmayı öğrenmen gerekiyor. bu üçüncü richard değil. jimmy stewart'ın ya da ne bileyim gregory peck'in yaptığını yapabildiğin zaman, işte o zaman bunun için hazırsın demektir. onlar sahnede öylece durdular, onların bir topallıkları, travmaları ya da öyle sıkıntıları yoktu. ama ben şimdi senin bunun için hazır olmadığını düşünüyorum. çünkü şuanda sana bahsettiğim şey aslında çok daha zor. senin bahsettiğin ise çok kolay. onlar sahne aksesuarı, koltuk değnekleri. bu ise daha zor ve belki de buna hazır değilsin."

    ve bunu ona söylediğim saniye kafasına dank etti ki bu aslında onun için zorlayıcı bir film. bir meydan okuma. ve ben de hatamı farkettim. bu işin zorlayıcı kısmını onun önüne daha önce yeterince sermemiştim. aktörün sizi sevmesini istiyorsunuz, filminizde yer almasını istiyorsunuz, evet demelerini istiyorsunuz ve herşeyi cezbedici şekilde sunuyorsunuz. ama o kolay bir şey istemiyordu. o zor olanı istiyordu. ve bu o günden beri böyle. işte the revenant gibi şeylere yol açan da bu. ondan zorunu yapamazsınız. o kariyer planını nasıl yapacağını biliyordu, sadece özellikle o an ne yapması gerektiğini bilmiyordu.