hesabın var mı? giriş yap

  • çok tuhaf lan. ülkenin % 80'i reel faiz - nominal faiz falan bilmiyor.

    bu ülkede bu insanlar varken burası fırsatlar ülkesi aslında

  • asıl adı bu olmalıymış hani şarkının, zerdaliler yerine.
    ne çok dinlerdik seninle bu canım şarkıyı. sen orda ben burda.
    bundan sonra ilk kim diyecek "gel" diye bilemiyorum. belki de olmayacak artık bu şarkı. kimse çağırmayacak birbirini.
    çünkü ben seni üzdüm, çok yordum. en kötüsü de bu, asıl üzüldüğüm bu. sende ben kendimi vurdum.

    "anlardım aklından geçenleri
    sustukça konuştuk sanki
    sevdaymış meğer o içimizde
    yıllardır uyuyan deli
    sessizlik sensin geceleri"

    aramızda ince bir iplik vardı sanki. önce beni sana bağladı. öyle ki kalbine, düşüncene giden yolu bilirdim. sen söylemeden bilirdim bir sürü şeyi, hissederdim. zamanla o ince iplik senin de kalbine dolandı, bana doğru yol oldu. bir zaman geldi ki sen de hissetmeye başladın benim aklımdan geçenleri. susarken üstelik, bir kelime bile etmemişken, o susuş sonlarını "öyle işte" diye bitirdiğimizde, anlardık aklımızdan geçenleri.

    arada uzaklıklar varken ve elimizde sadece kelimelerle birbirimize ulaşmak varken o susuşlar kıymetliydi. hele bir mektuba şöyle başlamıştın ya sen, benim içim erimişti okurken; "ne yazacağımı bilmiyorum, yanında susmaya geldim. öyle." sen burada olsaydın, ya da ben orada, velhasıl karşı be karşı olsaydık konuşmaya hacet yoktu zaten. öyle bakardım sana uzun uzun. arada ellerimle yüzümü kapatırdım belki, utanırdım biraz işte, ne var. hem güneşe o kadar uzun süre bakılmaz...konuştuğumda da çok konuşurdum bak, konuşmam gereken, söylemem gerekenin dışında ne varsa onu konuşurdum; heyecandan, korkudan, sevgiden...

    seninle aynı şehirde yaşamadım, sana bir caddede rastlamadım mesela, eğer rastlasaydım mutlaka tanırdım seni. belki bu yüzdendir insanların yanımdan, içimden geçip gitmesi, benim onları bile görmeden yürümeye devam etmem. ne zormuş şu uzaklıklar, ah ne zormuş başka başka şehirlerde emanet gibi yaşamak. şarkılara, kelimelere, mektuplara tutunarak bir sevgiyi yudumlamaya çalışmak ne zormuş.

    konuşurken ellerin, kolların nasıl hareket eder, kızınca nasıl çatılır kaşların, gülünce nice haller alır güzel yüzünün coğrafyası? daha ben bunları bilmez görmezken nasıl da bu kadar yandım ahh... o kırmızı iplik var ya hani, beni ruhuna ulaştıran, seni bana getiren o bağ; ruhunu sevmişim demek ki, ruhunla ışımış üstüm başım.

    sen kiminle istersen yürü yaşadığın şehirde. görebildiğini, dokunabildiğini, yanında olabileni sev istersen.
    ama bak bu kadar kahve içmişiz. hiç mi hatırı yok?
    ben ipin öbür ucundayım. birazcık çeksen anlarım orda olduğunu, coşar, taşar, ışırım yine.
    içimdeki mavi kuş yine şarkılar söylemeye başlar, büzüşüp bir kenarında oturmaz kalbimin kafesinde.

    dedim ya, ben ipin öbür ucundayım.
    fincana kahve koydum gel de bana lütfen.
    sadece bu. sonra git istediğin yere.

    bilsen ne çok şey aslında bu.

  • belit: bi dakka anne şu filmlere bi bakıyım...
    anne: korsan diil mi kızım bunlar?
    belit: evet ööle, bi dakka bişeye bakmaya çalışıyorum...
    anne: (satıcıya döner) hmm, demek korsan bööle oluyomuş.
    satıcı: biz diiliz hanımefendi cd'ler korsan...
    anne: haa...

  • bir sürü romantik insanı ortaya çıkarmış durum.

    he ya, vallahi harikadır kitapçıda çalışmak, müşteri olmadığı zaman hemen köşedeki tchibo'dan cheesecake alıp kahveyle birlikte oturup chuck palahniuk'un son kitabını okuyabiliyorsunuz, öyle süper bir meslek.

    ciddi ciddi rahat olduğuna inanlar var, yavrucuğum akşama kadar ayaktasın bir kere, müşterilerle ilgilenmen gerekiyor, alacağınız maaş da asgari ücret, "fırsatını bulsam şu işi bırakır kitapçıda çalışırım" gibi samimiyetsiz istekleriniz de bayıyor, he, bırakırsınız fırsatını bulsanız, yayınevi sahibi ya da kitapçının kendisi değilseniz akşama kadar ayaklarınıza kara sular iner, ay sonu asgari ücretinizi alır evinize dönersiniz artık nasırlaşmış ayaklarınızla, lan azıcık samimi olun, azıcık gerçekçi olun ya.

  • israfin bir yasam tarzi oldugu okyanus otesi bir memlekette, is cikisi igne atsan yere dusmeyecek telasli kalabaliklarin arasinda yururken gozune ilisen, yolun ortasina atilmis bir parca ekmegi iliklerine islemis bin yillik bir terbiyenin etkisiyle egilip ayaklar altindan alan ve vefali bir hurmetle bir kenara koyan birisi varsa emin olun o turktur. siz de bu derin kulturun varisleri olarak, o bereketli topraklarda yasamis ve medfun ecdadinizin ervahina bir fatiha gonderir ve memleket insaninin kadrini daha bir iyi anlarsiniz bu uzak ulkelerde..

  • "peki hocam bizim hiç mi nükleer silahımız yok? bonba gibi bişi falan?" sorusunun ısrarla sorulduğu derslerdi. bol bol komplo teorileri sorulurdu bizim albaya. adam da ısrarla "türkiye cumhuriyeti'nin kendini savunacak gücü vardır." diye cevap verirdi. işte böyle ısrarlı sorulara bile sabırla cevap veren bir adamdı. iyi bir adam, iyi bir öğretmendi. müfredat neyse onu anlatır, geri kalan zamanda da soruları cevaplar, bizimle sohbet ederdi. öyle tekmil falan da istemedi hiç. hatta ilk ders kendini tanıttı, bizi tanıdı. "sorusu olan var mı?" diye sordu. arkadaşın biri "tekmil vercek miyiz komtanm?" diye sordu. o da "gençler burası kışla değil. siz de asker değilsiniz. siz öğrencisiniz burası da okul. ben de burada öğretmenim. bana öğretmenim ya da hocam diyebilirsiniz ama bana burada komutanım demeyin." demişti. işinden dolayı gelemediği bir hafta olduğunda, ertesi hafta derse girince gelemediği gün için özür dilerdi.
    öyle bir albaydı kendisi.

  • çan kay şek'in komunistlerce kaçırılması gibi tarihin yanlış gitse aslında seyrini kökünden değiştirebilecek bir olayıdır, ya da `adolf hitler'in birinci dünya savaşında esir düşmesi`.

    yazar arkadaşın atladığı nokta o dönemlerde jül sezarın kayda değer bir namı yoktu, aynı markus antonyus gibi imparatorluğun doğu ve kuzey taraflarında askeri görevler alıyordu ancak asıl olduğu için komuta görevlerini üstleniyordu. yani er değildi ancak çavuş veya astsubay üstçavuş kıvamında bir elemandı.

    bu görevden sonra alacağı ispanyadaki görevi ve sonradan gireceği siyasi kariyeri (konsül aday adayı olarak) ziyadesinde torpil yiyip hızlıca rütbe atlayıp galya seferlerinde görev alacaktı ve birden bire imperator yani resmen tuğgeneral rütbesinde emir verecekti, işte bu jül sezar herkesin bildiği jül sezar ve bu herifi korsanlar kaçırmaya cesaret edemezdi.

    çok güzel yazı, ellerine sağlık.

  • “yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.”

    ma’un suresi 4-5-6

    edit: ayıptır yahu. küfretmeye ne gerek var. yorum yapmadım, kimseyi de yargılamadım, uydurmadım da. ayrıca ayet meali diyanet'in çevirisinden.

  • son dakika editi: istanbul il secim kurulu tarafindan reddelimistir(bundan once ilce kurula da basvurmuslar, onlar da red etmis)

    son dakika editi2: akp secim sorumlusuna gore basvuruyu tum istanbul iciin degil buyukcekmece icin yapmislar. boyle oldugunu yazmistim zaten.

    istanbul’un buyukcekmece ilcesi icin, usulsuz secmen kaydi yapildi gerekcesiyle yapilmistir.

    https://m.haberturk.com/…?__twitter_impression=true

    edit: akp bunun varligindan 5 nisan’da mi haberdar olmus yoksa maksat secmenlerine “bakin cirpiniyoruz sizin icin” mesajini mi veriyor?

    bu arada “secim yeniden olursa fark atariz” goygoyculari sussun! secim mecim olmamali. ekrem kazandi.

  • olayın altında yatan sebep plüton'un güneş sistemi aidatlarını geciktirmesiymis. güneş'e çok uzak olduğu için ısınma problemleri yaşayan plüton, "ulan bizim paramızla merkür ısınıyor" gerekçesiyle doğal gaz aidatlarını ödemek istememis. vay sen mısın ödemeyen?