hesabın var mı? giriş yap

  • son 1 yılda 100+ kişiye kilo verme üzerine profesyonel danışmanlık vermiş biri olarak söylüyorum: kilo vermenin yalnızca tek 1 yolu var: az yemek.

    bu 100+ kişiden sadece 4-5'i 90 günlük çalışma süremizin sonundaki hedeflerine ulaşıyor. çünkü kalan 95 kişi kesinlikle daha az yemek falan istemiyor. beslenme alışkanlıklarını değiştirmek, alkolü azaltmak, o elindeki çikolatayı bırakmak istemiyor.

    sadece bana para ödeyerek "en azından denedim" diye vicdanlarını rahatlatmaya çalışacak derecede kendilerini kandırıyorlar. bu tayfa genelde ilk 5-10 günde yediklerini takip etmeyi bırakıyor zaten. çünkü takip ettiğinde fazla yediği gerçeğiyle, ve az yemek istemediği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. fazla fazla yiyip bana bunu söylemeye de utanıyor ve eleniyor.

    kalanlarla sonuna kadar devam ederiz ve söylediklerimi uyguladıklarında her zaman, istisnasız başarıya ulaşırız.

    peki az yiyeceksiniz ama neyden az yiyeceksiniz? kilonuzu korumanıza yetecek denge kaloriden az yiyeceksiniz.

    denge kalori nasıl hesaplanır? benim incelediğim uyguladığım birkaç yöntemden en faydalı bulduğum hesap yöntemi aşağıdaki gibi:

    denge = ( kilo*10 + boy*6,25 - yaş*5 ) * 1,15
    örneğin 70 kilo 175 boyunda 30 yaşında biri için:
    denge = ( 70*10 + 175*6,25 - 30*5 ) * 1,15 = 1890 kcal

    peki ne kadar az yiyeceksiniz? %25 daha az yerseniz minimum kas kaybıyla bu iş olur.

    o zaman hedef kalori: 1890 * 75 / 100 = 1417 kcal

    kalorinizi myfitnesspal'dan takip edebilirsiniz. kilonuz 1 azaldıkça bu hesabı tekrar yapmayı unutmayın.

    mesela örnekteki kişi 65 kiloya düştüyse yeni denge = 1796 kcal oluyor. dolayısıyla hedef de

    1796 * 75 / 100 = 1347 kcal olur.

    kilo verirken bu kalorinin %40 protein, %40 karbonhidrat ve %20 yağ'dan gelmesi en optimal dağılım gibi duruyor, ona da dikkat edersiniz. zaten protein ağırlıklı beslenmeye dönünce bile müthiş farkedecek.

    bunun dışında bir yöntem arıyorsanız kendinizi kandırdığınızı bilin.

    edit: bazal metabolizma'ya çok takılan olmuş, "kilonuzu korumak için gereken denge kalori"* olarak değiştiriyorum. eski hesap doğru olsa da yeni ifadesi daha uygun oldu.

  • hollywood filmleri eğlenceli kabul. ama stüdyo sistemi daha kuruluşundan beri gişe getirecek mutlak formülün peşinde olduğu için filmler biraz basmakalıp. bazı filmler, senaryo oyunculuk ve görsel efektle bu durumu kapatıyor ama arka arkaya izleyeceğiniz üç tane ortalama hollywood filmi sizi canınızdan bezdirebilir, çünkü her şey belli kurallar etrafında dönüyor. senaryoda şu olursa iş buraya bağlanır, kötü adam kendi içinde mantıklı olsa da bu durum izleyicinin ona sempati duymaya başlayacağı noktaya getirilmez, patlama şu sahnede kullanılır, oyuncu burada duracaksa kamera şu açıdan görüntü alır, espri şurada başlar şurada biter gibi kesin uyulması gereken onlarca mesele var. bu da farklı yönetmenlerin ve oyuncuların işi olsa da filmlerin aynı tezgahtan çıkmış gibi görünmesine neden oluyor çoğu zaman.

    böyle hissettiğimde ben avrupa sinemasına dönüyorum çünkü sinemanın doğduğu kıtada kural diye bir şey pek yok. zaten sinemanın ortaya çıktığı zamanda avrupa avangart sanata doğru yürüdüğü için sinema burada her zaman post-modern bir bakışla ele alındı. bu alanda güzel örneklerden biri de andrei tarkovsky’nin ilk uzun metrajı olan ivan’s childhood. bu film bir çocuğun ikinci dünya savaşı sırasında başından geçenleri kısa bir süreliğine izleyicisine aktarıyor. avrupa bu tür filmlerde tecrübeli çünkü italyan yeni gerçekçiliği diye bir akım var ancak bu film işlediği konuyu da çok sıra dışı bir şekilde ele alıyor. şimdi ivan’s childhood, hangi konularda farklı bir göz atalım.

    --- spoiler ---

    filmin dikkat çeken ilk noktası senaryo yapısı. normal bir filmin ilk kısımlarında ortam ve karakter tanıtımı olur. diyaloglara çok başvurulmayan filmlerde bile hikayenin temeli mizansen ile izleyiciye aktarılır. ancak ivan’da böyle bir çaba yok. film ikinci dünya savaşında bunlar oldu, çocuklar ailelerini kaybetti ve sahipsiz kaldı gibi bir girizgah yapmıyor. bir çocuğun tek başına bataklık bir bölgede gezindiğini görüyoruz. ortamdaki hasardan bir şeylerin ters gittiğini fark ediyoruz ama film bu detayların üzerinde açıklayıcı bir şekilde durmuyor.

    bu teknik genelde izleyicide merak uyandırmak için kullanılır. ancak bu filmde öyle bir durum da söz konusu değil. çünkü çok fazla açıklama bir anlam arayışıdır ve savaşın anlamsızlığını gösteren bir filmde yönetmenimiz bir adım daha ileri giderek anlamlandırma çabasını tümden görmezden gelmiş. böylece senaryo ve teknik post-modern bir alanda bütünleşmiş.

    filmin olay akışı da bu anlayışın ürünü. normalde bir filmdeki olayları tek tek özetleyip bunları neden sonuç ilişkisi içinde çizdiğiniz oklarla birbirine bağlayabilirsiniz. tutarlılık açısından bunu yapabiliyor da olmanız lazım çünkü her şey finale kadar kopmadan adım adım gidebilmeli. tarkovsky ise bu filminde böyle bir bağlama çabasından da uzak duruyor. bu karakter böyle bir insan, bu nedenle olaylara böyle tepki veriyor ve sonucunda bu oluyor demiyor. o bağı izleyici olarak sizin kurmanızı bekliyor. bu da hazır paket önünüze sunulan hikayelerden çok da güzel bir durum. çünkü normal bir filmde izleyiciye üzerinde düşünmesi gereken çok şey bırakılmaz. bu filmde ise tarkovsky, izleyicisine alan açarak yorum yapmasını sağlıyor. ki entelektüel açıdan bakarsak bu durum filmin çok daha doyurucu olmasına neden oluyor.

    filmin teknik yapısı için de yine sıra dışı tanımını kullanabiliriz. mesela üçe bir kompozisyon filmlerde standart gibi bir şeydir. eğer bir oyuncuyu portre olarak alacaksanız ekranı üç eşit parçaya bölersiniz ve oyuncuyu o çizgilerden birine oturtursunuz. bu filmde ise bu kuralı nadiren uyguluyorlar. mesela oyuncuyu kadrajın kenarında tutup büyük kısmı boşluğa ayırmak ana akımda yeni yeni yaygınlaşıyor. (şahsiyet dizisinde bunun bolca örneğini görebilirsiniz.) bu filmde ise mesela masha’nın koruluktayken bu şekilde alınmış nefis bir karesi var.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak sanat sinemasına yeni yeni ilgi duymaya başlıyorsanız bu film başlarda biraz ağır gelebilir. çünkü biraz uç teknikler kullanıyor. ancak sinema konusunda ufkunuz genişlesin istiyorsanız bu tür filmlere bakmanızı öneririm. ilk anda alışkın olduğunuz teknikleri göremediğiniz için film biraz yorucu olabilir ancak filmi bir kere izlerseniz sinemanın yaratıcılık anlamında ne kadar özgür bir alan olduğunu fark edebilirsiniz.

  • takıma geldiğinde zımba gibi olan mostafa mohamed'i 5-6 hafta sonra canlı cesede çevirdi. aylarca fatih terim idmanı denen pespayelikten uzak olan diagne'nin dün takım arkadaşlarına göre ne kadar diri olduğuna bakılarak bile kalitesi anlaşılabilir.

    diagne ve onyekuru'ya bakarak bu idmanın ne bok olduğu çok net görülebilir aslında. 2-3 kez kiralık giden/gelen bu oyuncular galatasaray'a geldiğinde zımba gibi oluyorlar, 2-3 ayda azalarak bitiyorlar. gidip düzeliyorlar, bir sonraki gelişlerinde yine zımba gibi başlıyor, terim idmanı yedikçe çöküyorlar.

  • özellikle 80'den sonra doğanlar için geçerli olan ruhi sıkıntıların sebepleri;
    - milleti olduğundan farklı tek tip bir şekle sokmayı amaçlayan tedrisat sisteminden geçirilmiş olmak,
    - çocukluğundan beri her gün haberlerde terör ve şehit haberleri izleyerek ile büyümüş olmak,
    - 10-20 yaş arasını anadolu lisesi, fen lisesi ve son olarak da üniversite sınavı stresi içinde geçirip, akranlarını arkadaş olarak değil, sahip olmak istediği geleceğe giden yoldaki rakipler olarak görmek,
    - yolsuzluk içinde kıvranan bir ülkede büyümenin getirdiği, sürekli "hakkım yenecek" kaygısı yaşamak,
    - hayatı boyunca birden fazla iktisadi buhran görüp, mevcut durumu iyi olsa bile gelecek kaygısı yaşamak,
    - küçüklüğünden beri basın-yayın yoluyla yapılan ahlaki saldırılara maruz kalmış ve ciddi manada etkilenmiş bir toplumun ferdi olmak.

  • yarışmacılardan birinin marketten aldığı hazır sufleyi yaptığını sandığım skandal. meğer olay bambaşkaymış ve televizyonda gördüğü her şeyi gerçek sanan insanlar hala aramızdaymış.

  • "bana kışlasız bedelli askerlik verirsen sana oyumu satarım ;)" şeklinde özetlenecek bildiri. bu arsızlıkları söylenecek bir şey bırakmıyor insana.

  • kendisiyle ilgili anlayamadığım 1-2 şey var. sormak istiyorum.

    1- kendisi hakkında neden sürekli olarak "kimse fenerbahçe'den büyük değil" cümlesi kuruluyor? alex'in fenerbahçe'de oynadığı dönemde ya da sonrasında "ben > fenerbahçe" şeklinde bi beyanı mı oldu?

    2-kendisi hakkında neden sürekli "fenerbahçe'ye zarar veriyor, susmalı" cümlesi kuruluyor? alex'in sevilla maçındaki imza polemiği fenerbahçe'ye ne gibi bi zarar verdi? hisseler mi düştü, futbolcular maça çıkarken ya bizim de primlerimiz verilmezse falan mı diyor? bu zarar tam olarak nedir biri net olarak ifade ederse sevinirim.

    3-yaptığı açıklamalar kimi neden rahatsız ediyor? aziz yıldırım ve aykut kocaman'ı anlayabiliyorum çünkü ikisini de doğrudan yalancılıkla suçluyor da taraftara ne oluyor? fenerbahçe taraftarı alex'in söylediklerinden neden rahatsızlık duyuyor bunu gerçekten çok merak ediyorum. bunlardan sözlükte de var bi açıklasınlar.

    4-alex'ten soğuyoruz ne demek? soğuyorsan senin problemin alex ne yapsın yani sen soğuma diye üzerine battaniye mi örtsün, doğru bildiği şeyleri söylemekten mi vazgeçsin? o zaman ısınır mısınız?