hesabın var mı? giriş yap

  • yazar bir üstte öyle güzel anlatmış ki (bkz: #116762576) diyecek pek bir şey bırakmamış. pekiştirmek üzere birkaç kelam edeyim:

    özellikle klasik dönem öncesi müzik insanları zaman üzerine çok kafa yormuşlar. inégalité (eşitsizlik) kavramı, louis couperin'in ölçüsüz prelüdleri (l.c. prelüd), jean baptiste forqueray'nin asenkron yazım yöntemi (j.b.f. sarabande) o dönemin yaklaşımını anlamamızı sağlayabilecek önemli örneklerdir.

    burada tempo algısını sürdüren şey artık vuruş değil salınımdır, nabızdır. tempoyu görsel hale getiren şeyler de sarkaç veya tactus hareketi olabilir. nabız duygusal durumumuza göre değiştiği için, bir müzik eserinde de farklı duygusal durumlar olabileceği için (bkz: affektenlehre), eserin farklı yerlerinde farklı tempolarda olunması çok normaldir, olması gereken budur. heyecanlı bir pasajda tempo ileri gitmiyorsa içerikle yorum uyuşmuyor demektir.

    müzikteki bir pasajı eşit çalabilmek veya çalamamak kendi başına bir meseledir. eşit çalabildiğimiz için eşit çalmak, tempoyu bir metronom ciddiyetiyle sabit tutmak daima askeri adımlarla yürümek gibi bir şeydir. metronom tahakkümü altındaki müzisyen estetik unsurlar yerine askeri disiplini önemsiyor demektir.

    metronom, gerektiğinde sadece ölçüm için kullanılmalı, rakamlar yaklaşık değerler olarak düşünülmeli. metronom ne efendiniz, ne dostunuz. kendinizi kaptırmayın. insan olun.

  • her zaman söyledim yine söylüyorum seçimlerden sonra tüik çalışanlarını çaycısı da dahil olmak üzere yargılatmayan yeni hükümetin allah belasını versin. bu rezilliği, bu sefaleti bu insanlara yaşatmaya kimsenin hakkı yok.

  • birçoğu üst paleolitik dönemden günümüzde kalmış olan resimlerdir.

    şimdi biz mağara adamlarını genellikle evrimini tamamlayamamış, düşük zekalı, hunga punga diye etrafta dolaşan tipler zannediyoruz. üst paleolitik çağı da herkesin rasim ozan kütahyalı'ya benzediği bir devir olarak kodlamışız. ancak eldeki bulgular durumun pek öyle olmadığını gösteriyor. çünkü çizdikleri resimler sanat eseri olmak için gereken bütün özelliklere sahip.

    max raphael diye bir sanat tarihçisi var. bu abi ispanya'daki mağara resimleri üzerine etraflıca çalışmış. prehistoric cave paintings kitabında anlattığına göre bu mağara resimleri dönemin maddi unsurları, yerleşim teknikleri ve üretim araçları gibi konularda ciddi bilgi veriyor. yani adam bizon görüp "aa ben bunu çizeyim" dememiş. o bizonun duruşu, oturuşu falan hepsi bir anlam ifade ediyor. mesela yine raphael'in kitabında söylendiğine göre, kafaları zıt yönlere bakan hayvanlar kabileler arasındaki çatışmayı sembolize ediyor. söz konusu kitap buradan indirilebilir.

    andre leori-gourhan'ın çalışmaları daha derli toplu veriler sunuyor. gourhan, çizilen hayvanların eril ve dişil fonksiyonlara sahip olduğunu söylemiş. yani dişi geyik, erkek geyik değil, mesela at erkeği yaban öküzü de dişiyi sembolize ediyor. mağaradaki bölümler, ritüelistik bir biçimde erkek ve dişi olarak konumlandırılıyor. mesela ana galeride yaban öküzü resmi çiziliyse buradaki insanların anaerkil kabul edilebilecek bir inanca sahip olduğunu tahmin edebiliyoruz. ve bu imgeler çizilirken zıtlıkları da veriliyor. mesela erkek sağa bakıyorsa dişi sola bakar şekilde resmediliyor. yani imgeler arasında anlamlı bir ilişki kurulmuş.

    mağara resimlerini incelikli kılan hususlardan biri de şu, çizilen şeyler statik değil. bir hareket verilmiş. mesela şurada baya animasyon çalışması yapmışlar. dünyayı algılıyorlar ve nesneleri imgelere dönüştürebiliyorlar.

    şimdi, 18.yüzyılda giambattista vico diye italyan bir hukukçu yaşamış. malum, o dönem avrupalılar dünyayı sömürmeye başlıyor ve gittikleri yerlerde vahşi insan türleriyle karşılaşıyor. vico da bunların aslında düşük zekalı, ilkel ve vahşi olmadığını, sadece modern avrupalılardan farklı bir kültüre sahip olduğunu savunuyor. hatta bunların mitlerinin bilgisizlikten kaynaklanan saçmalıklar olmadığını, şiirsel ve metaforik ifadeler olduğunu söylüyor. yani diyor, aborjin gök yılanından bahsederken mesela cidden ortada bir yılanın gezindiğine inanmıyor, senin kominyonda isa'nın etini yemen gibi bir metafor var ortada. velhasıl, kendisinin görüşleri pek itibar görmüyor ve 20.yüzyıla kadar "uygar dünya" dışında kalan herkesin ilkel ve vahşi olduğuna inanmışız.

    sonuç olarak, bu resimler yapılırken kullanılan teknikler, malzemeler, malzemelerin üretim biçimleri bu adamların bizden daha az zeki olmadığını gösteriyor.

  • oha kafalara bak, kıskanma falan deniyor bir de. lan aç ikisinin fotoğrafını yan yana koy bak hele bi. birisi aşiretten birisiyle evlendi diye kıskanacak birisi değil. aynı tweeti ben de okudum ve tweetten çıkardığım sonuç birisinin hayatının bir uçtan diğer uca nasıl da gidip gelebileceği konusu oldu. bi kaç kez daha okuyayım dur belki ben geri zekalıyımdır da kıskandığını anlayamamışımdır.

  • bazı önemli yazarlar, hayatlarını örtük olarak yazıya dökerler edebi şekilde tıpkı dostoyevski, bulgakov, sartre ve nihayetinde herman hesse gibi. işte bozkırkurdu’da bu türden önemli bir edebi klasiktir. bana göre hesse’nin en güçlü, en etkileyici kitabıdır.

    bir bakıma psikolojik bir romandır. 1. dünya savaşı sırasında kişisel sorunları nedeniyle bozulan ruh dünyası, sigmund freud ekolünden gelen meşhur jung’un öğrencisi lang tarafından tedavi edilmiştir. bu tedavi esnasından kullanılan psikanaliz yöntemi ve uygulamaları da bu eserin yaratılmasında etkin olmuştur. kendini hindistan gezileri sonrası doğu gizemciliğine kaptıran hesse’nin bu kitabında da bu gizemciliğin nüvelerine ulaşılabilir.

    klasik oğuz atay tutunamayanlar’da beni anlatmış klişesi, bu kitabı ilgiyle okuyan ve kendinden bir şeyler bulanlar için de geçerlidir. hatta oğuz atay’ın bir ölçüde bu kitaptan etkilendiğine inanıyorum. hesse’nin eserlerinde hem doğu gizemciliği, hem de yaşamının büyük kısmını alman militarizminden nefrete ederek isviçre’ye yerleşen ve hayatının geri kalan kısmını orda geçiren, zaman zaman sıla hasreti çeken bir yazarın ruh dünyası masaya yatırılır. bozkırkurdu rastgele seçilen bir imgelem değildir. yazarda önemli çağrışımlar yapar.

    bundan sonraki kısım spoiler içerir. kitabı okumayanların dikkatine!
    kitap harry haller namı diğer bozkırkurdu’nun bir dönem yaşantısını, ruh dünyasını çarpıcı bir üslupla bize aktarırır. bozkırkurdu herman hesse’nin kendisidir aslında. harry haller nietzsche’nin özdeyişlerini doğrular şekilde sınırsız ve korkunç acı çekme yeteneğine sahip bir başkahramadır. haller’in ruh hastalığı öyle güçsüz ve yetersiz kişilerde görülen şekilde değil, daha çok güçlü, aydın ve yetenekli kişilerde rastlanan türdendir. haller iç dünyası ve düşüncelerini notlarına döker. bu kişisel notlar da kitabın önemli bir kısmını oluşturur.

    şöyle der notların başında ve kendini şöyle tanımlar; “ amaçlarımdan hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkır kurdu ve sefil bir münzevi olmayacaktım da ne olacaktım. ne bir tiyatroda ne bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlatmam ve paylaşmam olanaksız. ve doğrusu dünya haklıysa, kafelerdeki bu müzik, bu kitlesel eğlenmezler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim bir isimle bir bozkırkurduyum ben, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan”

    haller bir gün gezinirken şehrin izbe bir sokağında, harabe bir duvarda şöyle bir duyuru görür: “sihirli tiyatro, herkes giremez, herkes için değil” ardından “yalnızca kaçıklar için!” harfleri gözünün önünden geçer ve bir ölçüde gerçeküstü olarak nitelendirebileceğimiz bir olaylar silsilesi başlar.

    yalnızlık sevenler için kitapta şöyle bir şey der haller: “yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. soğuktu bu yalnızlık, orası öyle ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük. öğrenemediği tek şey, kendi kendisinden ve yaşamdan memnuniyet duymaktı. bir türlü üstesinden gelememişti. parası vardı, zengin sayılırdı ama burjuva değildi, çünkü ne bir aile yaşamı vardı ne de toplumsal bir hırsın sahibiydi. düpedüz yalnız ve acayip biriydi. bazen hasta bir münzevi bazen dahice yeteneklerle donatılmış normalin üstünde biriydi. goethe’nin faust’undan faust ve mephisto’nun ruhunu eşanlı taşıyan biri.

    şöyle der kendi için haller: “yıllar geçtikçe mesleğim, ailem, vatanım elimden çıkıp gitti, her türlü sosyal ilişkinin dışında aldım soluğu, kimse tarafından sevilmeyen, pek çok kişinin kuşkuyla baktığı, kamuoyu ahlakıyla sürekli ve amansız çatışma içinde tek başına biri oldum çıktım.”

    münzevi yolculuklarından birinde bir meyhanede bir kızla tanışır haller. o gece evine gitme kızın odasında kalır düşünde hayran olduğu goethe ile karşılaşır, derin bir sohbet eder onla. sonrasında gizemli kız ve arkadaşları ile dost olur ve gerçeküstü şeyler yaşamaya başlar, dans öğrenir ellili yaşlarında biri olarak. bu gizemli kızın adı hermine’dir hermann’dan mülhem. bir ölçüde hesse’nin ruhunun başka bir bölümüdür. hermine ve arkadaşları ile gizemli bir şekilde sosyalleşir.

    hermine yaşam konusunda müthiş bir tespit yapar haller için : “ yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç te senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yeyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm”

    bundan sonraki gizemli olayları da okuyucuya bırakalım…

  • ofis arkadaşım günlerdir bu sene ayva çok. kış çok soğuk olacak deyip deyip durdu. ne diyo be bu, ne ayvası, ayva çok olursa ne olacak, saçmalıyor kafası gitti yine, ayvayla ne alakası var lan diyordum.

    varmış.

    soğuk bile değil dışarı, kuru ayaz. yün çoraplarıma, botlarıma, montuma kavuştum bu sabah. öyle bi' soğuk ki ofise nasıl geldim bilmiyorum. ofisten eve de nasıl dönücem onu da bilmiyorum. o kadar soğuk. allahım saatlerce ankara' nın ne kadar soğuk olduğundan bahsedebilirim.

    çok erken bu soğuklar için, daha ekim ayındayız! neyse ayvalara dikkat edin siz yine de.