hesabın var mı? giriş yap

  • bir diğer adı somerton'daki adamın gizemi.

    1 aralık 1948'de sabat 6.30'da avustralya, adelaide'nin somerton sahilinde bir ceset bulunuyor.
    40-45 yaşlarındaki ingiliz görünümlü bir adam. önceki gün / gece oldukça sıcak olmasına rağmen, üzerinde kalın giysiler var. bütün elbiselerinin etiketleri eksik (yok), ve şapkası yok (bu 1948'de takım giyinen herkesin şapka takması dolayısıyla ilginç bir detay). kimliği yok ve diş izlerinin kayıdı yok. ciğerleri tıkanmış, kalbi tıkanmış, dalağı normalden üç kat büyük. otopsi sonucunda zehirlenerek öldüğüne kanaat getiriliyor, ancak zehrin ne olduğu bilinmiyor.

    14 ocak 1949'da (45 gün kadar sonra) adelaide istasyonunda bir kahverengi çanta bulunuyor, bu çanta 30 kasım sabah 11 civarlarında kayıt edilmiş. çantada kırmızı ekoseli ceket (cüppe), terlik , iç çamaşırı vb günlük eşyanın yanısıra tornavida, fırça, ufaltılmış bıçak, makaslar var.çantada ayrıca barbour marka ipliğe ait bir kart var bu iplik cesedin ceplerindeki dikişlerde kullanılan ipliğin aynısı. ve yine çantadaki elbiselerin çoğunda etiket yok, ancak polis bir kravatta "t. keane", çamaşır çantasında "keane" ve bir atlette "kean" ismini ve bazı kuru temizlemeci kayıtlarını (rakamlar) buluyor. polis elbiselerin etiketlerini söken kişinin keane etiketlerini kasıtlı olarak bıraktığını, ölü adamın adının keane olmadığını bildiğine kanaat getiriyor.

    t. keane isminde kayıp biri olduğuna dair bir bilgi bulunamıyor, kuru temizlemeci kayıtları hiçbir yer ile uyuşmuyor. zaten çantadaki bazı dikiş türlerinin sadece amerika'da kullanılmasından dolayı adamın amerika'dan geldiğini düşünüyorlar. tüm bunların sonrasında polisin oluşturabildiği senaryo : bu adamın gece aşırı melbourne - sydney - port augusta üçlüsünden birinden tren ile geldiği, şehir hamamında (city baths olarak geçiyor böyle çevirdim) yıkanıp traş olduğu, henley sahili istikametine 10.50'ye bilet aldığı, bir nedenden dolayı o treni kaçırdığı, glenelg otobüsüne binmeden önce çantasını tren istasyonuna bıraktığı.

    otopsiyi yapan doktorlardan biri cesedin ayakkabılarının bütün gün glenelg'de dolanan birine göre fazlasıyla temiz olduğunu söylüyor, bu da cesedin öldükten sonra sahile getirildiği düşüncesini destekliyor, zira zehirlenmenin iki ana işaretine (kusma ve kasılma) cesette rastlanamamıştı.

    olay ile ilgili en ilginç kısım ; otopsi sırasında giyside gizli bir cep bulunuyor, bu cepte, üzerinde "taman shud" yazılı bir kağıt bulunuyor. bu deyiş "bitti" "tamamlandı" anlamına gelen, omar khayyam isimli the rubaiyat isimli şiir kitabının son sayfasında kullanılan bir cümle. polis bu kitabın bütün kopyalarını aramaya başlıyor, kağıdın fotoğrafı gazetelerde yayınlanıyor.
    ve arabasını 30 kasım'da glenelg'de kapıları kilitsiz halde parketmiş bir adam, bu kitabın ilk baskılarından birini arabasının arka koltuğunda bulduğunu polise bildiriyor. gazetde gördüğü fotoğraf / haber üzerine geldiğini söylüyor. adamın kitabındaki son sayfada "taman shud" kelimeleri eksik, mikroskopik araştırmalar kağıdın bu kitaptan yırtıldığını doğruluyor. kitabın arkasında (kalemle yazılmış) büyük harflerle şöyle yazıyor : (fotoğraf daha iyi)

    mrgoababd (ilk harfin tam olarak m ya da w olup olmadığı anlaşılamamış)
    mliaoi (üstü çizili ve son harfin i ya da l olup olmadığı anlaşılamamış)
    mtbimpanetp
    mliaboaiaqc
    ittmtsamstgab

    kitabın arkasında ayrıca bir telefon numarası bulunuyor. bu numara cesedin bulunduğu sahile yürüme mesafesinde yaşayan bir hemşireye ait. hemşire 2. dünya savaşı sırasında sydney'de çalışırken bu kitaplardan birine sahip olduğunu, alfred boxall isimli avustralya'lı bir teğmene verdiğini söylüyor. kısa bir süre sonra alfred bulunuyor, elinde the rubaiyat kitabı ve "taman shud" kısmı yırtılmamış olarak. kitabın ön taraında hemşirenin el yazısıyla bir şeyler yazıyor (kadının elindeki bu kitap ise numarasının diğer kitapta ne işi var değil mi?)

    velhasıl, olay halen çözülememiş. kabaca özetlemeye çalıştım, bütün detaylarını wikipedia'da (ingilizce) okuyabilirsiniz.

  • bu halkın alacağı kararlara bu kadar çok mu güveniyorsunuz ulan siz? bu halkın kararları yüzünden bugün bu konuları konuşmuyor muyuz biz? halkoylaması yapılırsa sokakta öpüşen çift idam edilir, 5 yaşındaki çocuğa tecavüz eden herif idam edilmez. araplaşmış bir toplumdan da bir bok olmaz.

  • son yıllarda beşiktaşımıza gelen en efektif futbolcu olduğu yetmezmiş gibi tam bir karakter abidesi de olan topçumuzdur. seneye tolga'nın durumu ne olur bilinmez ama eğer kalırsa kaptanlık bandını da kendisine takmamız lazım. ayrıca bildiği diller sayesinde takımda en fazla futbolcuyla anlaşıp iletişim kurabilen oyuncu da mario gomezdir muhtemelen. ana dili almanca olan almancılarımız ve vatandaşı beck malum zaten, geri kalan yabancılarımızdan kanadalı-arjantinli-brezilyalı-portekizli-ispanyol olanlarla da zaten ikinci dili olan ispanyolca ve advance ingilizcesiyle (maç sonu röportajlarını inigilizce veriyor zaten) çok rahat iletişim kuruyordur. geriye bir tek mustafa pektemek falan kalıyor, onla da muhatap olmasın zaten, ne gerek var, pektemek gitsin almanca öğrensin peşinde gezsin gomez'in.

  • - abine mesaj at gelirken tansaşa uğrasın kuş yemi alsın.
    - anne bana mesaj atıncaya kadar direkt abime atsaydın ya mesajı.
    - sen de bana cevap yazıncaya kadar abine atsaydın ya istediğim mesajı.

  • 30 yıla bir denk gelen ingiliz kraliyet düğünlerinden birine tanıklık etcez 29 nisan'da, ingiltere "prensi" william, kate diye cici bi kızımızla evlenecek.. hayırlı olsun..

    durum şudur ki bi vesile ile bu iki gencin "flört" dönemlerinin tarihçesini okudum.. yaklaşık 7 sayfaydı.. ben de bu aşk meşk konularında kendimi şanssız sanırdım, okudukça şaşırdım, şaşırdıkça açıldım resmen.. meğer ne talihsiz yavrucaklar varmış dünyada..

    şimdi bu cici kızımız, talihsiz yavrucak kate bacımız, williamla 2001'de tanışmış.. amma velakin bi şekilde kankaya bağlamışlar.. 2004 başlarında iş aşka dönmüş ki bu süre bi içimi açtı açıkçası.. doğal olarak basın, magazin vs hayatı dar etmiş kızcağızımıza.. bir de tabii ki "evlenme baskısı".. çifte sorulan her iki sorudan ikisi "ne zaman evlenceksiniz"miş ki bu zaten bir kadının egosunu yakıp yıkıp, bi prensesin içinden kurt adam çıkarmaya yetcek bir sorudur.. zira kızımız içten içe "nikah" diye yanmaktadır, yandaki dallama durumu sallamamaktadır, kız da karizmayı bozmamak için susmaktadır.. ki bunları yaşamak için prens/es olmaya gerek yok..

    kıza dar gelmiş, 2007 de ayrılmışlar.. zaten laf aramızda "saray"da pek olumlu bakmazmış bu ilişkiye..

    sonra 2008 başında yeniden barışmışlar.. bu sefer william kızı daha bi adam yerine koymaya başlamış, davetlere birlikte katılmalar, sonracığıma, william gidemediği zaman kate bacımızın kendisini temsilen kokteylden kokteyle koşması falan derken, işin resmiyete bineceği az çok belli olmuş.. bu arada kızımız "the queen" kraliçe hazretleriyle de tanışmış bir düğünde, ki kendisinin bu tanışmayla ilgili yaptığı yorum "she was very friendly"miş.. varın gerisini siz düşünün..

    neticede 2010'un kasım ayında (son barışmanın üstünden yaklaşık 3 yıl, tanışmanın üzerinden 9 yıl geçti dikkatinizi çekeyim) nişanlandılar ve 2011'in nisanında da evlenecekler..

    sözüm kate hanım kızımıza..

    bacım sende nasıl bir azim, nasıl bir strateji, nasıl bir sabır, nasıl bir ego varmış.. helal olsun.. az buz iş değil, peşinde bin ordu gezen adamı tavlıycan, bağlıycan, elinde tutcan.. "evlilik?" diyenlere takılmıycan, arıza çıkarmıycan, asaleti koruycan.. adama teslim olmıycan, gizemi koruycan ama sevgiyi ilgiyi de eksik etmiycen.. o babaneyi alttan alcan.. parmağına taktığın üç bin beş yüz karatlık yüzüğü, moda harikası sapkanla saray bahçelerinde salım salım salınmayı, koluna "future king"i takmayı.. hepsini dibine kadar hak ediyosun helali hoş olsun..

    ha diyenler olcak ki "ulen kız kraliçe olcak tabi azmeder.." arkadaş biz burda sümüklü sümüklü herifleri bağlamak için yıllarca uğraşıyoruz yeri geldi mi.. kız 9 yıl uğraşmış, yatırımı doğru yere yapmış işte kötü mü..

    bir de tavsiye.. düğünde tırı vırı şeyleri geç de.. şöyle patlat bi bengü, "adım adım yaklaştım zafere" diye inlet ortalığı bacım.. saygılar..

  • tüm korkakların suratlarına geçirdikleri maskedir.

    şimdi efendim, bildiğiniz üzere, person kelimesi kökenini latincedeki persona'dan alır. bu da "maske" demektir özünde ve tiyatrodaki karakterlere gönderme yapar. kent toplumunun oluşmasıyla birlikte bir kamusal hayat/özel hayat ikiliği doğmuştur ki; bu konuyla hannah arendt hanımefendi insanlık durumu adlı eserinde özenle ilgilenmiştir.

    kamusal hayata karışan birey, kendine bir kişilik seçmek zorundadır; zira kamusal alan aynı zamanda yabancılaşmanın alanıdır. iktisadi ve siyasi ilişkiler üzerine bina edilip tüm kültürel üst yapı da bunun üzerinden şekillendirilir. çok kısaca, insan, kamusal olanda "kendi" olanı bulamaz; yüzüne bir maske geçirmek zorundadır ki karşılacağı olası durumlara karşı maskenin, yani kabuğun altındaki hassas ve yumuşak dokuyu; fakat aynı zamanda girift ve düzenden yoksun özü koruyabilsin.

    antik yunan felsefesinden, antik roma'ya; oradan bizans ve islam kültürüne, persona'nın ne olması gerektiği; kamusal/özel ikiliğinin nerede başlayıp nerede biteceği hep konuşuldu, tartışıldı. devlet kapitalizmlerinin uygulandığı fordist dönemde de, süreç pek farklı değildi açıkçası. lakin ne zamanki uluslararası şirket kapitalizmleri* gemi azıya aldı; işler o noktada değişmeye başladı. kamusal ve özel alan arasındaki sınırlar müphemleşti, hatta birbirine karıştı. birey, persona'nın ardındakini koruma noktasında daha güvencesiz hale geldi. bu noktada geriye yapılacak tek bir şey kalıyordu;

    ya herro ya merro

    "özgüven" dediğimiz şey, işte yukarıdaki deyişteki herro'dur. merro olup kamusal hayatta incitilmek istenmeyen birey, herro olup, başkaları onu yargılamadan ve ezmeden önce önlemini almak zorundadır. tabi bu zorunluluk, devasa bir uzmanlar sektörüne de yolu açmıştır; psikologlar, kişisel gelişim uzmanları, yazarlar, youtuberlar vs. herkes bireye nasıl özgüvenli olacağını ve kendisini nasıl koruyacağını anlatmaya başlamıştır. hayatta karşılaşılabilecek tüm koşullara karşı tek bir "özgüven tipolojisi" geliştirilmiştir, ve beklentiye göre bu tipoloji bireyi koruyacaktır. lakin yaşamdaki belirsizliklerin sayısı sınırsızken, maskenin kapsam alanı kısıtlıdır. birey, kapsam alanı dışına çıkıp belirsizlik ve yenilgiler ile karşılaştığında; bilgisizliğinden ötürü maskenin amacını değil, niteliğini sorgulamaya başlar. "şöyle yapsaydım" der, "burada böyle davranmak lazım" der; tüm olasılıkları kapsayacak bir meta maske geliştirmeye çabalar, fakat bunu yaparken psikolojik anlamda kendini tükettiğinin farkında değildir.

    bu noktada şu soruyu soruyorum kendime. nedir bu özgüven? kişinin özüne güvenmesi mi? eğer öyleyse hangi özden bahsediyoruz peki, insan karakteri bu derece girift ve tabakalıyken? olmakta olan şu; neoliberal dünyaya adım atan insan, kişiliğini mümkün mertebe yontup tek tipleştiriyor ve diyor ki işte bu benim özüm ve ben buna güveniyorum. buradaki sıkıntı ise, sadece kişiliğin tep tipleşmesi değil; her koşulda, yaratılan bu tek tip öze güven duyacak olmak. böyle bir şey mümkün değil. kendime neden her koşulda güven duyayım ki? bu çok yorucu değil mi? insanın bildiği ve bilmediği şeyler vardır. bildiğim şeyler hakkında konuşma hakkımı kullanırım. bilmediğim şeyler hakkında ise ya izleyip nasıl yapıldığını öğrenir, ya da susarım. bunun aksi, insanın psikolojik manada yıpranmasına ve karakterin derinlik algısının yoksunlaşmasına yol açar. ki zannediyorum ki, günümüz insanının bu derece yüzeysel ve bomboş olmasının sebeplerinden biri de budur.

    bir korkak değilseniz eğer, suratınıza özgüven maskesini geçirmeye ihtiyacınız yok. kontrol altına almaya çalışan insan, kendi kurduğu sistem tarafından kontrol altına alınacaktır; o artık özgür değildir. yaşamın tüm olasılık ve belirsizliklerine açık olan insan ise gerçek anlamda özgürlüğü tadabilecek olandır. burada, kamusal/özel alan kaynaşmasına karşı alınabilecek önlemler de söz konusu tabi ki. mümkün mertebe, neoliberal kitle sosyolojisinin beklenti ve şiddete varan baskısından uzakta kalmayı seçebilir birey. bunu yapmak için de, özgün bir etik anlayışı geliştirip o felsefe ile hayata karışabilir. elbette tek bir doğru felsefeden bahsedilemeyeceği için, bu herkes için farklı olacaktır.