hesabın var mı? giriş yap

  • bizim evde spagetti pişmezdi. spagetti bir nevi zengin yemeğiydi.
    düşünün artık.

    birgün gittim spagetti aldım geldim çocuğum daha, dedim anne bunu pişirir misin. dedi o neymiş haa makarna mı iyi pişireyim dedi.
    akşam böyle nasıl sevinçliyim allah'ım spagetti yiyecem diye. bir getirdi annem 3'e mi kırmış artık kaça bilmem erişte olmuş. ulan nasıl üzülmüştüm varya o hayal kırıklığımı hala hatırlıyorum.

    anneme bunu diyince de e nasıl yencek o diğer türlü yenmiyor demişti. hey gidi günler.

  • geldiğinden beri yıldırım demirören'in pisliğini temizliyor.
    borçlarla başladı, statla devam ediyor, en son dün de liverpool meselesini halletti.

    yıllar sonra editi: ellerim kırılaydı da şunu yazmayaydım. efsane başladı, kestane bitirdi. beşiktaş tarihinde süleyman seba gibi yâd edilme şansını kendi elleri ile itti.

  • muhteşem yüzyıl başlığında, bire bir hatırlamamakla birlikte, şu mealde bir entry vardı:

    “şehzade mustafa halk tarafından o kadar seviliyordu ve vefatı halk arasında öyle üzüntüye sebep olmuştu ki, tüm yurtta uzun yıllar aileler çocuklarına mustafa ismini vermeye devam ettiler. ve bir gün o mustafalardan biri, selanikli yetim mustafa, tüm osmanlı hanedanından şehzade mustafanın ahını soracaktı”.

    filmde ali rıza efendi’yi mehmet günsür’ün canlandırdığını görünce aklıma bu entry geldi.

    tanım: yetim mustafa’nın, şehzade mustafa’nın ahını sorma ve şanlı türk milletine ata olma sürecini anlatan film.

  • bir restoran isletmecisi olarak konusmak gerekir ise; ara sira bize de 112 calisani arkadaslar geliyor yemek yemeye. ancak gelenlerin henuz yemeklerini bitirip masadan kalktiklarini gormedim. genelde oturuyorlar yemeklerini siparis veriyorlar tam yemeye baslarken ya da yedikleri sirada bir anons geliyor ve apar topar kalkip vakaya gidiyorlar. henuz bize gelip yemegini tam bitiren 112 calisanina rastlamadim desem yeridir. kimi zaman apar topar paket yapip zar zor yetistiriyoruz da alip gidiyorlar. bir debu acidan bakarak degerlendirmekte fayda var.

  • ülkemizin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan hocamızın eski ders videolarını tekrar izledim bugün. kimya dalında nobel aldığı dönemi dikkatle incelerken bir husus oldukça dikkatimi çekti. en az kimya dalında olduğu kadar çocuk yetiştirme üzerinde de başarılı olduğunu ve birçok makale yazdığını fark ettim. bu makaleler sayesinde dünya pedagoji topluluğu (wps) tarafından modern yüzyılın en iyi 10 pedagogu arasında gösteriliyor.

    çocuk yetiştirirken alışılmışın dışında yöntemler uyguladığını hemen fark ediyorsunuz makalelerde. biricik oğlu erdal ile arasındaki diyaloglar kara mizahtan hallice olsa da oğlunun koluna altın bilezik takma konusunda bir hayli etkili olmuştur. verdiği kimya derslerinde oğluna söylediği "seni yapandan daha iyi yapmışsın it oğlu" gibi teşvik edici sözler oğlunun öğrenme süresini bir hayli kısaltmış ve derslere daha da motive etmiştir.

    hocamızın üzerinde durduğu en önemli konulardan birkaçı da zürriyet ve hayvan sevgisidir. bir nebze agresif olan mr.kömürcü, oğlu erdal'ın zürriyetini çocukken almış ve ona "zürriyetsiz" demekte beis görmemiştir. hayvan sevgisi üst düzey olan hocamızın en sevdiği hayvan olan köpekten esinlenerek oğluna "it, it oğlu, sen itsin oğlum adam değilsin" gibi cümleler sarf ettiğini de görüyoruz. sevdiği hayvanlar arasında yer alan horozlar ve tavuklarla girdiği diyaloglar da zoologların gözlerini yaşartacak cinstendir. "baban da vakitsiz öterdi" diyerek bir horozu tatlı dille uyardığı anlar objektiflerden kaçmamıştır.

    ülkemizin yetiştirdiği sayılı bilim adamlarından olan hocamız maalesef oğlu erdal tarafından vahşice katledildi. hocamızın son sözleri "ben seni seviyorum lan it" olmuştur. sen gidince kimya ve pedagoji öksüz kaldı. unutulmayacaksın hocam.

  • - birşey mi var beyefendi??
    - pardon?
    - neden bakıyorsunuz sürekli??
    - pardon çok özür dilerim, birine benzettim sizi...
    - ...
    - ve ben onu çok özledim...
    - ...
    - sizin gibi renkli kocaman bakan gözleri vardı onun da... saçları sarıydı, teni beyazdı... gerçi son gördüğümde saatlerce kucağımda uyuttuğum için onu, doyamadığım için oynamaya onlarla, dağınıktı biraz saçları mesela, ama her zaman bakımlıydı...

    gülünce dişleri kocaman görünürdü, ve hiç sevmezdi bunu; çok düşkündü güzelliğine... oysa ben de tam tersine, en doğal zamanlarında, gerçekten içten güldüğü anlarda aşık olurdum ona... şimdi düşünüyorum da, hep ima etmişim, hiç söylememişim onu "çirkinken" daha çok sevdiğimi... inanmazdı muhtemelen, ama söyleseydim keşke...

    gülünce tombullaşırdı yanakları, işte tam da o anda avuçlarımın içine alırdım güzelim yüzünü; gözlerimi gözlerine dikerdim, kırpmadan bakardım ona... gözlerimiz dalarken koyu sohbete, biz susardık... sahi, ne kadar da "bir"mişiz aslında...

    gizli saklı haberleşirdik, kimselere belli etmezdik... telefonu açtığımda "naapıyosun sen bakiim" derdim çocukça, "sen yaapıyosun" derdi... havadan sudan konuşurduk, hep kaçak oynardık, ertelerdik asıl söylenmesi gerekenleri, söylemek istediklerimizi...
    bir sessizlik olurdu konuşma arasında tam yeri geldiğini belli eden... "özledim seni" derdi, "burnumda tütüyorsun" derdim... inanırdım, inanırdı...

    yanyana geldiğimizde iki yabancı gibi bakardık birbirimize... yasaktık sanki nedense... mesafeli kalırdık başka insanların yanında, heyecanla yalnız kalacağımız anı beklerdik... ilk fırsatta dokunurdu dudaklarımız... öyle ateşli öpüşmeler değil, eşsiz dokunuşlardı bizimkisi, benzeri olmayan...

    günler birktirirdim ona, anlatılması gereken hikayelerle geçen günler... hepsini anlatmaya vaktimiz olmazdı hiç, çoğunlukla onu dinlerken, onu izlerken öldürürdüm zamanı... vazgeçmek ne kolaydı, ucunda o olunca... hep anlatan ben, hep ketum oluverirdim onun yanında...
    yanıbaşında...
    ne güzeldi hep onunla olmak, yanıbaşında... nefesini kıskandıracak kadar yakınında, omuzlarımız birbirine dokunacak kadar dipdibe... parmaklarını parmaklarıma dolayabileceğim kadarlık mesafede...

    "senden de, senin sevginden de vazgeçemiyorum, ne olur sen de vazgeçme benden" demişti son defasında... vazgeçtiğimi söyleyecek cesareti toplayamamıştım ona, yapamamıştım;
    meğer ne kadar zordu sadece onun için herşeyden vazgeçmeyi göze aldığımı söyleyebilmek...
    hep yazdıklarımı, ancak yazarken anlatabildiklerimi kulağına fısıldayabilmek isterdim, yapamadım...
    "seni seviyorum" diyordu," özledim" diyordu... "eskiden olduğu gibi günün bilmemkaç saatini birlikte geçirebilmek için neler vermezdim" diyordu...
    ama sadece "geliyorum" dese yeterdi bana;
    demedi, diyemedi...

    hani siz az önce telefonla konuşurken gülümsüyordunuz, gözleriniz kısılıyordu ya, ne bileyim, ona benzettim sizi birden fena halde... ne kadar canlıymış anılarım, ne kadar tazeymiş yaralarım, ne kadar kırıkmış hayallerim meğerse...

    * * *
    - birşey mi var beyefendi??
    - pardon?
    - neden bakıyorsunuz sürekli??
    - pardon çok özür dilerim, birine benzettim de sizi, dalmışım biraz... çok özür dilerim...
    - herneyse, önemli değil...
    - tekrar özür dilerim, iyi günler...

  • dünyanın hiç bir yerinde havaalanları ile şehir içinde böyle fahiş farklar yoktur. 10 tane farklı avrupa havaalanına gittim dışarda 2'ye içerde 2,5 oluyordu. bizim ülkede turist silkmek için üstüne de uçağa binebilen zengindir diye yerliyi de silkiyorlar böyle.

  • mesaj: seni terkettigime cok pismanim. cok uzgunum. :'(((( peki ya sen nasilsin??
    cevap: her zamanki gibi uzun boylu, atletik yapili, zeki ve yakisikliyim.

  • ölüm grubu deniliyordu türkiye'nin grubuna harbiden öyleymiş. biz elendik hırvatlar elendi ispanya elendi. mükemmel bir ölüm grubu. herkes öldü amk.