hesabın var mı? giriş yap

  • sanıyorum sıkça düşülen bir yanılgı yurtdışında gezmeye gidildiğinde hissedilenle yurt dışına yaşamaya gidildiğinde hissedilenenin aynı şey olacağı beklentisi. karışık kurdum cümleyi, şunu demeye çalışıyorum, "yurtdışı gezmesi eğlenceli = yurtdışında yaşamak eğlenceli" değil.

    yurtdışına çıktığımda nefes aldım, türkiye'ye ait olmadığımı hissettim vs gibi şeyler duyuyorum bazen insanlardan, buraya da yazılıyor. belki kimisi için doğrudur. ama şunu unutmayın, yurtdışına geçici süre gitmekle kalıcı olarak gitmek arasında çok büyük fark var.

    geçici olduğunu bildiğin her şey keyifli. garsonluk da keyifli, çiftlikte çalışmak da keyifli, soğukta kanalizasyonsuz çadırda kalmak bile keyifli, çünkü yeni deneyim. "ben danimarkada 5 ay inek sağdım hacı, kırda bayırda, kendimi buldum" diyen kişi o 5 ay, geri döneceğini bilmenin keyfiyle yaşıyor. 5 ay sonra döner yine mesleği neyse o alanda bi iş bulur, olmadı tükkanın başına geçer.

    yurtdışında yaşamak böyle bir şey değil. yurtdışında yaşamak yine ev-iş-kira-fatura-aidat-maaş-gelir-gider zincirine başka bir ülkede girmek demek. gezmeye gittiğinizde sadece gittiğiniz yerin güzelliğinden değil, sıradan gündelik hayatınızdan uzaklaştığınız için de yurtdışı fikri hoşunuza gidiyor hepinizin. yurtdışında yaşamak demek ise aynı sıradan gündelik hayatı başka ülkede yaşamak demek. işe git eve gel, akşam ne pişirelim mevzusunun başka dilde olması demek.

    türkiye çok kötü bir dönemden geçiyor, daha da kötüye mi gider, bir yerde patlak verir irinini akıtır mı ne olur bilemiyorum. ama türkiye'nin mevcut durumunu hepiniz biliyorsunuz, tek tek şusu kötü busu kötü diye yazmayayım.

    ama bütün kötülükleriyle birlikte türkiye kötü bir ülke olmak zorunda değil. yaşanamaz olmak zorunda değil. devran döner, bugünler geçmiş olur. türkiye'de doğan insanın türk kültürü yine baki kalır. dolayısıyla da yurtdışına yaşamaya gittiğinde hissedeceğin özlem ve tam da ait olmama duygusu hep yanında olur.

    bak ait olamamak o kadar tuhaf bir duygu ki. anlatılmaz yaşanır. senin için en sıradan, en doğal en normal olan şeyler var ya, birden etrafında hiç kimse bunları duymamış görmemiş olacak. sen yeni ülkeye alışmaya başladıkça bazı konularda kafan ikiye bölünecek. biri o paragrafın başında bahsettiğim şeyi normal bulan kafan, diğeri de "oha o garip şeymiş hakkaten be" diyen kafan olacak. daha önceden çok deli saçması diyeceğin şeyleri çok mantıklı bulduğun anla aynı an içerisinde deli saçması olduğunu da düşüneceksin. algın, değer yargıların, hayata bakışın filan bir anlamda çeşitlilik ve zenginlik kazanırken, bir yandan da bulamaç olacak.

    yurtdışında yaşamak iyidir ya da kötüdür demiyorum ama en azından pek farkedilmeyen, üstünde düşünülmeyen yanlarını söylemek istedim sadece.

    bir uykusuz, leman, penguen alıp yabancı bir arkadaşınıza karikatürleri anlatmaya çalışın. bir deneyin bunu. politik karikatürleri filan da değil, mesela şunu. adem'le havva'yı da bilirler nasılsa.

    mesele üç kelimeyi yabancı dile çevirmekte değil. özellikle de mizahtan örnek verdim çünkü çok düz ve net konular dışında iletişim kurmanın zorluğunu en güzel mizah alanında görüyor insan. o karikatürü çevirebilmek için aynı sosyo kültürel geçmişi paylaşmak, aynı tipleri bilmek, aynı adetleri, gelenekleri tanımak gerekiyor. yoksa "peel it" diye çevirmenin hiç bir esprisi yok. hayatınız hep şu karikatürün "peel it" diye çevrilmiş versiyonu gibi olacak. altında derinliğin var, kültürünü paylaşan kişi için çok açık ve net, ama kimse seni anlamıyor olacak. sen de aynı şekilde karşındakini derinlemesine anlamakta zorlanacaksın. nüanstan, detaydan, derinlikten yoksun iletişim kurabileceksin anca.

    insanlar o yüzden yurtdışında memleketlisini kucaklıyor. o tam tanımlanamaz bir otomatik dostluk o yüzden oluşuyor yurtdışında karşılaşılan bir türkle.

    yurtdışında yaşayan bir türk olarak ben şunu söylemek istiyorum o yüzden yazdım bu kadar lafı; yaşadığım ülkede mutluyum. daha önce yurtdışına çıktığımda hissettiğim o heyecan, o mutluluk çoktandır yok, çünkü benim de burada aynen türkiye'de olduğu gibi bir monoton rutinim var. çünkü burada "geziyor" değilim, yaşıyorum. siz de "yaşıyor" olacaksınız. ama güvendeyim, türkiye'de beni korkutan, geren, huzursuz eden bir çok konudan uzağım.

    yine de türkiye'de mi yaşamak isterdin burada mı deseler, türkiye'yi temizleyip türkiye'de yaşamayı tercih ederim. temizlemeye, iyileştirmeye gücüm yetmeyeceği için, ve bunun benim hayatım süresi içerisinde gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm için gittim türkiye'den ama türkiye biraz daha güvenli, biraz daha eli yüzü düzgün olsa anında türkiye'yi tercih ederim.

    türkiye bok gibi, şöyle kötü, böyle dayanılmaz diye konuşan insan çok duyuyorum. hayır abi, türkiye o kadar da bok gibi değil. tamam en şahane ülke değil ama türkiye'de doğan büyüyen insan için en şahane ülke. bazı yönleri kötü diye her şeysiyle kötülenmeyi de hak etmiyor.

    gezmeye değil de bi yaşamaya çıkın yurtdışına, bir geri gelemeyin bir türlü, o zaman çok daha iyi anlayacaksınız ne demek istediğimi. istediğin kadar iyi konuş gittiğin yerin dilini, istediğin kadar girişken ol, uyumlu ol, hızlı asimile ol, yeni fikirlere ve deneyimlere açık ol, ülkenden ayrı yaşamak bambaşka bir duygu. aslında ne kadar çok şeyi önemsiz sandığını, ama ne kadar önemli olduğunu fark ediyor insan.

  • kendi ayakkabısını yiyen yönetmen.
    buna az sonra geleceğiz.

    1942 yılında 2. dünya savaşı devam ederken münih'te doğdu. gençliğinde savaş sonrası ekonomik sıkıntıların baş gösterdiği ülkesinde basmakalıplaşan, tekdüze sinemayı değiştirmek, yeni bir şey üretmek, ve yeni bir şey söylemek adına 28 şubat 1962'da bir grup genç yönetmenle birlikte oberhausen manifestosu'nu yayımlanmasında başı çekti.

    bu manifesto, yeni alman sineması*'nın başlangıcı kabul edilen bir manifesto oldu. "papa's kino ist tot!" yani "babaların sineması öldü!" sloganıyla yayınlanan bu devrimsel manifestonun kapanış cümlesi tamamının özeti niteliğindedir.
    "der alte film ist tot. wir glauben an den neuen." yani "eski sinema öldü. biz yeni sinemaya inanıyoruz."

    manifestonun orjinalini okumak için: almancası ve ingilizcesi.

    daha sonraları herzog, bu akımın ve yeni çevresinin verdiği gazla beraber bir dizi yenilikçi işler yapmaya başladı. filmlerini kendi deyimiyle, 'genellikle farklı ve tanıdık olmayan manzaralarda yer alan, mistisizm ile dolu' ve 'deneysel' olarak nitelendiren herzog özellikle deneysel belgeselcilik ve fransız yeni dalgadan epey etkilendi.
    buna rağmen, sansasyonlu kişiliği ile her zaman dikkat çeken herzog bazı ilginç anılara ve demeçlere da sahiptir.

    bunlardan belki de en ilginç olanı, o zamanlar genç bir yönetmen adayı ve sinema öğrencisi olan errol morris ile girdiği iddiadır.

    uc berkeley kampüsünde tanıştığı, o zamanlar 29 yaşında olan errol morris, sürekli olarak çevresine bir projeden bahsediyor ama zaman, imkan ve sabır ile bir türlü projesini hayata geçiremiyordu. morris'in kafasındaki proje, sonradan gates of heaven ismi ile çıkacak, kaliforniya'da bir evcil hayvan mezarlığını konu alan ilginç bir hikayeye sahip ve son derece deneysel bir yapım olacaktı. hatta daha sonraları, ünlü eleştirmen roger ebert, bu belgeseli 'tüm zamanların en iyi 10 filminden biri' ilan edecekti.

    herzog, errol morris'in bu filmi asla çekemeyeceğini, eğer bunu başarırsa kendi ayakkabısını yiyeceğini söyleyerek bir iddaya girdi.

    1979 yılında bi başka belgeselci, les blank bu olayı filme almak istediğini herzog'a anlattı ve bir kısa film üzerinde çalışmak için kolları sıyırdı.

    kaliforna'ya bulunan ünlü restoran chez panisse'nin efsane şefi alice waters ile anlaştı ve alice'den bir ayakkabı pişirmesini rica etti. tabi ki waters bu teklife karşı koyamadı ve kendi ifadeleri ile “kekik, biberiye, tuz, karabiber vedefne yaprakları ile” herzog'un botunu tencerede uzunca haşladı.

    ardından errol morris filmini başarıyla tamamladı ve galasına werner herzog'u davet etti. herzog burada kalabalığa doğru dönerek, 'bu, film yapmak isteyen ve başlamaktan korkan, cesaretleri olmayan herkes için bir cesaret örneği olsun." mealinde bir cümle ile les blank'in werner herzog eats his shoe isimli kısa belgeselindeki sahnelerde görüleceği üzere, kalabalık önünde ve kameralar karşısında sözünü tuttu.

    belgeseli izlemek isteyenler için link

    olayın kahramanları,

    werner herzog, 80 yaşında, bir sinema efsanesi, sayısız ödül ve adaylık kazandı ve hala ömrünü adadığı filmciliğe devam ediyor.

    errol morris, 66 yaşında. 2004 yılında en iyi belgesel kategorisinden bir oscar kazandı ve film çekmeye devam ediyor.

    les blank, 2013'te hayatını kaybedene kadar 44 filme yönetmen, yapımcı ve kurgucu olarak imzasını attı.

    alice waters, 78 yaşında, dünyanın en ünlü şeflerinden biri. sahibi olduğu chez panisse restoranıyla michelin yıldızı kazandı ve bir çok kitap yazdı. olayın 40. yılında herzog'un ayakkabısı şeklinde bir yemek yaparak menüsüne kısa süreliğine ekledi. buradan görülebilir.

  • ceplerinde çok fazla paralarının olmamasıdır.
    özellikle anneleri için yapmak istedikleri çok şey vardır, ama yapamazlar.

    gökyüzünün mavisinden çok, eskimiş ayakkabılarına bakarlar.

  • rutubeti alsın diye değildir. telefonu pirince yatırırsınız ve gece pirincin kokusuna gelen minik japonlar telefonunuzu tamir eder.

  • maalesef "toplumsal histeri" yaratıp ciddi anlamda saçmalıyor artık. şurda anlatmaya çalıştım:

    ortada "milliyetçi hezeyana" veya "bir şeyi de beğenin" isyanına sebep olacak bir durum yok.

    insanlar şu farkı bir anlasın :

    -hastalığa karşı kotuyan ilaç. (aşı vb.)
    -virüsü öldürmek için kullanılan ilaç. (remdesivir)
    -virüs yüzünden hasta olanların semptomlarını gidermek için kullanılan ilaç.

    bu ilaç işte bu son gruba giriyor. şu ana kadar denenen başka bir çok ilaç gibi "hastalığı engelleme veya yok etme" gibi bir özelliği olmayan ama hastalığın yarattığı semptomları azaltması amacıyla "kullanılması önerilebilir".

    covid-19 hastaların bağışıklık sistemi karşı koymaya başladığında ciğerleri iltihaplanıyor ve orada biriken sümüksü/balgamsı yapı ciğerleri doldurduğu için nefes darlığı sıkıntısı başlıyor. eğer bu ilaç o iltihap sorununu çözebilecekse bir doktorun yapması gereken bunun için "deneme izni almak" ve bunu "akademik kurallara uyarak" yapmasıdır.

    şu anda bu tartışmaları çıkartan doktorların hepsi ercüment ovalı gibi "onkoloji uzmanı". yüksek miktarda c vitamini takviyesini tavsiye eden prof dr mutlu demiray'da onkoloji uzmanı.

    bu insanlar kanser tedavisi üzerine çalışan uzmanlar. yani hayatları "bütün bilinen tedavi yöntemlerinin işe yaramadığı ve müdahale edilmezse ölüme gidecek" hastalarla geçiyor. bu nedenle bu uzmanlar belli protokolleri takip ederek "deneysel" veya "etkinliği kanıtlanmamış" tedavi yöntemleri deniyorlar hastalığın son evresindeki hastalara.

    diğer uzmanlar ile onkologlar arasında bugünlerde alevlenen tartışma da bu nedenle. onkologlar "artık çaresi kalmamış hastalarda" denenebilecek fikirler öne sürüyorlar.

    farmakologlar ve diğer uzmanlar ise bir sürü cahil insanın "hah bu ilaç covid-19 hastalığına kesin! çözüm buluyormuş" şeklinde yanlış bir inanca kapılmasını engellemek için itiraz ediyorlar.

    yaşı yeter hatırlar, bir zamanlar bir doktor çıkıp zakkum ektresinden kanser ilacı elde ettiğin iddia etmişti. zehirli bir bitki olan zakkumu kaynatıp içen vs bir sürü insan boş yere ölmüştü bu ülkede.

    şu anda bir sürü insan "madem çözümü bulunmuş, bari bir an önce covid-19 olayım da bağışıklık kazanayım" veya "artık ilacı olduğuna göre korunma kurallarına uymasak da olur!" gibi salakça fikirlere kapılıyor bu açıklamalar yüzünden.

    toplum sağlığı "bu tarz kanıtlanmamış fikirlerle" tehlikeye atılmayacak kadar önemli bir konu. ercüment ovalı'nın sürekli yaptığı kişisel reklam ve kanıtlanmamış umut pompalama kampanyalarının yaratacağı sonuçlar da çok tehlikeli. özellikle "bir kere de türk doktoruna güvenin", "bu sorunu da bizimkiler çözsün" tarzı iyi niyetli olan ama çok saçma sonuçlara yol açabilecek yaklaşımlar da bu nedenle çok tehlikeli.

    artık aradaki şu farkı anlayın. ercüment ovalı eğer gerçekten bir "buluş" yapsa bile bunu twitter kampanyaları ile yapması saçmalığın daniskası. elindeki bulgularla gerekli yerlere başvuruyu yapar, izinleri alır, başka uzmanların fikirleri alınır, bilimsel kurallara uygun olarak klinik denemeler yapılır, sonuçlar tıp camiasına sunulur, herkes bu konuda fikrini belirtir vs.

    modern tıp dünyası bu şekilde ilerliyor. bunu yapmayıp da insanlara yanlış umut verenlere "üfürükçü" diyoruz biz. kimse de hayatında hiç görmediği bir adama sırf profesör diye güvenip de "gönüllü taraftarlık" ile onun hatasına ortak olma hatasına düşmemeli.