hesabın var mı? giriş yap

  • girizgâh
    insanlık tarihi boyunca yazılmış bütün romanlar bir yana, victor hugo’nun 17 yılda tamamladığı, bir sefalet destanı, bir fedakarlık ve çürümüşlük hikayesi olan sefiller diğer yana. bir roman ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi, ne kadar sarsıcı olabilirse o kadar sarsıcı, ne kadar öğretici olabilirse o kadar öğretici ve ne kadar acımasız olabilirse o kadar acımasız.

    dünya edebiyat tarihinin en büyük eserinin incelemesi ve özeti burada

    bir insan olarak victor hugo
    victor hugo yaşamı boyunca toplumun içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalışmış, adalet terazisini dengeye getirmenin yollarını aramıştı. ölüm cezasının insan onuruna yakışmadığı dile getirmiş, siyaset arenasında bu onursuzluğu ortadan kaldırmak için savaşmıştı.

    yapıtlarıyla dostoyevski, tolstoy, camus, zola, flaubert gibi dünyanın en büyük yazarlarına ilham kaynağı olan hugo, asıl ününü yoksulların ve emekçilerin gönlüne girerek kazanmıştı. o yazar olarak çağının devrimci ruhunu yakalamayı başarmış, gelecek nesillere ilham kaynağı olmuştu.

    bir sanatçının, bir yazarın veya bir toplumcunun gelmek isteyeceği tek yer de bu olsa gerek. yaşarken bunu başarabilen nadir insanlardan biri olan hugo, ölümünden yüzyıllar sonra bile aynı duygu ve hislerle anılacak ve ölümsüz eserleri, dünyanın dört bir yanında okurlarına ulaşmaya devam edecek.

    victor hugo 1885 yılında hayata veda ettiğinde cenazesine iki milyondan fazla insan katılmıştı. paris’in nüfusundan oldukça fazla olan bu cenaze kalabalığı, onun insani olarak ortaya koyduğu fikirlerin değerini, gözler önüne seriyordu.

    yazarın son dileklerinden biri basit bir cenaze töreniyle birlikte yoksul tabutunda gömülmekti. dönemin hükümeti onun şanına yaraşır bir cenaze merasimi hazırladı ve büyük yazarın dileğini yerine getirip yoksullar için hazırlanan bir tabutta gömülmesine izin verdi.

    görkemli törene ve ölümcül kalabalığa rağmen, işçiler, yoksullar, sömürülenler ve sesini duyuramayan insanlar, bu büyük insan için son görevlerini yerine getiriyor, çalışmalarını onurlandırmak ve onun adaletli ruhuna dokunmak için hep birlikte dua ediyordu. çünkü yaşamı boyunca bu insanların sesi olan büyük yazar artık yoktu.
    cenaze aracı ilerlerken ona seslenen insanların ağzından tek bir isim yükseliyordu, o victor hugo değildi, jean valjean’dı…

    --- spoiler ---

    romanın felsefesi
    sefiller romanı yoksulluğa karşı bir protestonun, bir aşkın, dini inançların ve ahlaki seçimlerin hikayesi olduğu kadar suç ve ceza ile adalet sisteminin insanlık onurunu ayaklar altına alışının sert ve güçlü bir eleştirisidir.

    hiç kimse dünyaya iyi veya kötü damgasıyla gelmemiştir. onu iyi veya kötü yapan şey toplumun ta kendisidir. suçlular ceza sisteminin tekil bir ürünüdür ve asıl suçun yükü topluma aittir. bundan dolayı kurumların rasyonel reformu, bireylerin cezalandırılmasından önce gelmelidir.

    şüphesiz ki adalet ve adaletsizlik roman içindeki en önemli temayı oluşturmaktadır. victor hugo belirli bir felsefi kuram benimsediğini dile getirmemiş olsa da, ahlak felsefesi ve sosyal felsefenin izlerini sürmek oldukça kolay bir iştir.

    yazar sevgi ve şefkatin bir insanın başka bir insana verebileceği en önemli armağan olduğunu ve bu nitelikleri her daim tekrar etmenin bir insanın hayattaki en önemli hedefi olması gerektiğini belirtmiştir. jean valjean'ın da hayatını değiştiren en büyük kırılma anı piskoposun ona gösterdiği sevgi ve merhamettir.

    jean valjean bir mahkum gibi muamele görmeye ve yargılanmaya alışmıştır. bu nedenle, piskoposun gümüş şamdanlarını çalmaya teşebbüs ettikten sonra adamın ona merhamet göstermesi onu şaşkına döndürmüştü. jean valjean'ın tövbe etmesi ve piskopos'un kendisine gösterdiği merhameti kucaklaması için neredeyse bir refleks olarak son bir suç daha işlemesi gerekti. zira merhameti kabul etmek dayanılmaz bir şeydi ve derin bir irade ve metanet gerektiriyordu.

    işte, küçük gerves adındaki bir çocuğun parasını çaldıktan sonra kafasında merhamet ve vicdan gibi değerleri yeniden değerlendirdi ve yaptığının ne kadar iğrenç olduğunu fark edip hayatını değiştirmeye kesinkes karar vermiş oldu.

    nefret dolu, öfkeli ve yaşama karşı iğrenç duygular besleyen bir suçludan saygın bir hayırsevere, sevgi dolu bir babaya ve merhametli bir ihtiyara dönüşmesi, hugo'nun sevgiye yaptığı vurgunun en somut örneğidir, çünkü jean valjean ancak başkalarını sevmeyi öğrendiğinde kendisini geliştirmiş ve başka insanların sevgisine layık olmuştur.

    sevgi ve fedakârlık birbirine eş değerdir. jean valjean'ın başkaları için yaptığı fedakarlıklar, kaçınılmaz olarak eski mahkûmda büyük sorunlara neden olurken, aynı zamanda ona daha önce hiç hissetmediği bir mutluluk ve tatmin duygusu kazandırmaktadır. başkalarına, özellikle de cosette'e olan sevgisi, onu umutsuz zamanlarında bile ayakta tutan en önemli güçtü.

    jean valjean yaptığı fedakarlıkların hiçbir zaman karşılıksız olmadığını zamanla görecekti. bunlardan biri fauchelevent adında bir adamla bağlantılıdır. jean valjean bir gün bu adamın at arabasının altında kalmasına şahit olur. çevredeki kalabalık adamın ölmesine kesin gözle bakarken jean valjean sıradan bir insanın yapamayacağı bir fedakarlıkla adamı kurtarmayı başarır. bir zaman sonra bu fedakarlığın karşılığı olarak jean valjean’ın ve cosette’in hayatı da düzene girmiş olur.

    jean valjean mösyö madeleine isminin arkasına sığınarak belediye başkanı olduğu sıralarda bir adam jean valjean olduğu gerekçesiyle yargılanmaya başlamıştı. madeleine baba vicdanının sesini dinlemeyip mahkemeye gitmeseydi ve o adamı büyük fedakarlıkla kurtarmasaydı, gölge bir ismin arkasında huzurla yaşayabilirdi. ama o bunu yapmadı.

    cosette’i çok sevdiği ve kendisinden başka kimseyle olmasını istemediği halde, ayaklanma sırasında neredeyse öleceği kesin olan marius’u barikattan kurtarıp kızının sevdiği adama ulaşması için ölümle burun buruna mücadele etmiş, kendisini yine feda etmişti.

    sürekli peşinde olup onu zindana atmak için var gücüyle çalışan javert’i öldürüp ömrü boyunca kurtuluşa erebilecek şansı eline geçirmişken o, javert’i bağışlamıştı. üstelik bu adamın daha sonra kendisini yakalamak için yine karşısına çıkacağını bile bile bunu yapmış, bir kere daha kendisini feda etmişti.

    cosette ile marius evlendikten sonra marius’u karşısına alıp kendisinin eski bir forsa olduğunu ve geçmişinde yaptığı hataların onların hayatını mahvetmemesini istediği için, son kez kendisini feda etmişti. jean valjean bir forsa, bir suçlu, bir mahkûm, bir serseri olarak başladığı hayatı işte böyle fedakarlıklar zinciriyle bağlamış ve yüce gönüllü bir adama dönüşmüştü.

    toplumun onu itip kabullenmediği bir noktada, bir piskoposun ona el uzatmasıyla değişen hayat ancak sevginin gücüyle olgunluğa erişmiş, vicdanın insanın adalet terazisi olduğunu, nasıl kullanması gerektiğini ancak kendisinin bilebileceğini göstermişti.

    iyiler, kötüler ve fedakarlar… romandaki iyi şüphesiz ki cosette, fedakâr ise jean valjean’dır. kötüsü ise romanın en önemli karakterleri olan, insanın nasıl onursuz bir yaşam sürebileceğini, nasıl bir parazit gibi kan emici olabileceğini, vicdansızlığın ne menem bir musibet olduğunu gösteren thenardies’lerdir.

    cosette’in annesi fantine bu insanlara çocuğunu bırakmak zorunda kaldığında thenardies’ler hem cosette’i bir köle gibi kullanmıştı hem de fantine’i soyup soğana çevirmiş, kadını kendi bedenini satmak zorunda bırakmışlardı.

    salt kötülüğün en büyük göstergesi olan bu açgözlü, bencil, aşağılık, rezil insanlar kolay yoldan servet kazanmak için kendi çocuklarını satıp sokağa terk edecek kadar merhametsiz ve acımasızdır. bundan dolayı onların kötülüğü javert ile karşılaştırılamaz çünkü javert bir kanun adamıdır ve o merhametini ve vicdanını cebinde saklı tutup sadece jean valjean’a odaklıdır.

    fakir bir taşralı aileden gelen bir mahkûmdur jean valjean. ahlaki olarak iyi ve kötü arasında kalıp en nihayetinde iyinin izini sürmeye karar verir ve onun uzun ve sancılı dönüşümü, romanın en önemli anlatı örgüsüne tekabül eder.

    jean valjean'ın kadırgalarda geçirdiği 19 yıl, başta onu çaresiz bir çocuktan sert bir suçluya dönüştürüyor- ki bunun sorumlusu hugo'ya göre hapishane sisteminin sosyal kötülükleri yaratıp sokağa salmasıdır.

    tolstoy’a göre insanın içindeki tanrı vicdandır. roman boyunca sürekli jean valjean’ın vicdanıyla mücadele içinde olduğuna tanık oluyoruz. bildiğimiz bir şey var ki, tolstoy, victor hugo’dan çok etkilenmiştir. kim bilir ona bu sözü söyleten belki de bu roman olmuştur.

    jean valjean’ın vicdanı fantine’in, fauchelevent’ın, marius’un, belediye başkanı olduğu koca bir kasabanın, cosette’in ve javert’in yaşamını kökünden değiştirmişti. bütün bunların sebebi ise bir piskopos ve romanın çok küçük bir yerinde gördüğümüz küçük gerves sayesinde olmuştu. biri inançtı diğeri masumiyet.

    jean valjean marius’u kanalizasyonda sırtlanıp kurtarmaya çalışırken boğazına kadar pisliğe batmıştı ama yine de dimdik ayakta durmayı başarmıştı. aslında o küçük sahne onun bütün hayatının temsiliydi. ömrü boyunca hep boğazına kadar doluydu ama o dimdik durmayı bilmiş, doğrunun ve adaletin peşinden gitmeye ant içmişti.
    sonuç olarak yaşam gerçeklerin bir gün ortaya çıkma huyuyla sona erdi ve jean valjean’ın yüce gönüllü bir insan olduğu ancak ölüm döşeğindeyken fark edildi.
    --- spoiler ---

  • eski takımına gol atmak. bunu yapan oyuncular umumiyetle sevinç gösterilerinden uzak duruyor.

    batistuta gibi gözleri dolanı yahut adebayor gibi rakip takım taraftarlarına depar atarak koşanı saymazsak genelde işler böyle yürüyor.

    bütün sözlüğe ve hatta bütün ülkeye malum olan golden sonra hamit'in tepkisini merak ettim. ( o an etmedim elbet, o an kardeşimle gol kutlaması yapmakla meşguldum ) doğduğu, büyüdüğü kentin takımına, eski takımına gol attıktan sonra hamit ne yapıyor?

    armayı öperek, galatasaraylı taraftarların olduğu tribüne koşuyor. hem kime bağlı olduğunu gösteriyordu hem de aslında bizzat kendi çocukluğuna koşuyordu. o tribündekilerin büyük bölümü almanya'da yaşayan türklerden oluşuyordu ve hamit bir zamanlar onlardan biriydi. bir türk takımı, bir alman takımına kaybettiği zaman ertesi gün; işe, okula başı önde gidenlerden biriydi. kimsenin başı öne eğilmesin diye vurdu ve golü attı.

    bir zamanlar neden türk milli takımını seçtin sorusuna; benim için başka bir alternatif söz konusu değildi zira kendimi türk gibi hissediyordum mealinde cevap veren oyuncu, hem buradaki galatasaraylı taraftarları hem de almanya'da yaşayan türkleri mutlu etmeyi başardı.

    prekazi; topun canı var, der. canı istemezse top, gol olmaz. topun canı var da direğin yok mu? bu sefer içeri aldı.

  • günaydın demesi. yuh! bir insan hoşlandığını bu kadar belli etmez, gülümseseydi bir de!!

  • yıllarca yüzmüş bir insanım. derya büyükuncu'yu ilk defa 1984'te tanıdım. galatasaray'da aynı takımda yüzüyorduk. ablası berna ile beraber daha o yaşta türkiye rekorlarını tek tek kırıyorlardı. 100 metreyi, aynı takımda yüzen biz yaşıtlarından 10 saniye önde dönüyordu.

    şu ana kadar aldığı ne kadar madalya, kırdığı ne kadar rekor varsa sonuna kadar hak ederek kazandı. olimpiyatlara hep onun gitmesini eleştirmek sadece ve sadece bilgisizliktir. kimse oraya torpille gitmiyor. seçmelerden kim çıkarsa olimpiyata o gidiyor. derya'yı kendisini geliştirmedi diye eleştirmek de yine cahilliktir. her sporcunun bir kapasitesi var, derya da bu ülkedeki kendi dalında en kapasiteli sporcu oldu. ülkemizde hiç üzerine gidilmemiş bir spor dalında bile geldiği yer bence hayranlık verici.

    ülkemizde başarılı olmuş, kendi dalında mesela bilişim olsun, ciro olarak en büyük bir şirketi "google, microsoft, oracle'ın cirolarına bak bir de kendine bak" diye eleştirmeyi en hafif tabirle kendini bilmezlik, biraz daha ağır tabirle bir bok bilmezlik olarak adlandırırım.

    emre yerlici'den carlos sainz olmasını beklemek, hidayet türkoğlu'ndan kevin garnett olmasını beklemek, arda turan'dan ryan giggs olmasını beklemek, ahmet ümit'ten trevanian olmasını beklemek, haluk bilginer'den al pacino olmasını beklemek; dolayısıyla derya büyükuncu'dan mark spitz olmasını beklemek tamamen kötü niyetliliktir.

    ya da sadece ekşi sözlük yazarlığıdır.

  • http://www.milliyet.com.tr/…kanuni-magazin-1896054/ adresinde hakkında ilginç bir yorum bulunan dizidir.

    'dizinin ilk bölümlerini izlerken, kanuninin yerine mustafa geçer diye tahmin etmiştik, o da ölünce beyazıt padişah olur diye düşündük ama en sonunda dizi süpriz bir şekilde selimin padişah olmasıyla bitti. ilk defa süpriz bir final yaparak izleyicileri şaşırttıkları için senaryo ekibini tebrik ederiz. umarız bundan sonraki dizilerde de izleyicinin sonunu tahmin edemediği süpriz akışlar olur ve dizilerimiz güzelleşir'

  • gece gece hüzne boğan dizi. sonunun böyle bittiğini bilmiyordum ulan ben. losttan bile daha heyecanlı ve efsanevi bir sonla bitmiş resmen. elemanlar bu diziyi alıp baştan sonra inceleyip lost'u çekselermiş bambaşka bitermiş dizi harbiden. ayrıca final boyunca leon filminin soundtrack'lerini kullanmaları da gözden kaçmıyor.

    o değilde gözümden iki damla yaş geldi, kötü oldum lan sözlük, duygusallaştım olum ben şu anda.