hesabın var mı? giriş yap

  • öldürme oranı yüksek salgınlar pek yayılamıyor.(enfekte olanlar sosyalleşemiyorlar, daha rahat tespit ediliyorlar örneğin sars/ebola) öldürme oranı düşük olanlar (domuz gribi) yayılıyorlar ama gündelik hayata zarar vermiyorlar. covid-19 tam bunun ortasında o yüzden yakın zamanda gördüğümüz en ağır salgın oldu.

  • dokuz yıl önce soğuk bir bayram tatiliydi. her fırsatta kaçtığım yer olan köye, dedemin yanına gitmiştim. tatilimin son günü, evde yalnız kaldığımız bir anda dedem bana seslendi. koştum gittim, "gel dedi, yanıma otur" oturdum. kolunu attı, sarıldı, iki damla yaş düştü gözlerinden. şaşırmıştım. çerkes ihtiyarları sert olur. sert adamdı benim dedem de. neredeyse altmış yıl aynı yastığa baş koyduğu babaannem öldüğü gün bile tek damla gözyaşı görmedim ben bu adamın gözlerinde. bana yakında öleceğini, bir daha görüşemeyeceğimizi söyleyerek vedalaştı ve helalleşti benimle. o an tek düşündüğüm şey dedemin bunamaya başladığıydı ama çok geçmeden ölüm haberini aldım. ölürken bile kendini bozmadan öldü. durup dururken " oğluma (babama) haber verin, ben ölüyorum" demiş, yatmış ve ölmüş. bir daha asla ne bir bayramın tadı oldu eskisi gibi, ne de köyün. evin direği yok o öldüğünden beri ve kimse yıl 1934, ağustosunun 26'sı diye başlayan hikayeler anlatmadı bir daha. ve eminim ki dünyada bir kez daha bu kadar saygı duyacağım bir insan olmayacak.

  • osmanlı imparatorluğu'ndaki geçmişi tımar sisteminin bozulması, toprak mülkiyetinde devlet otoritesinin zayıflaması ve büyük toprakların, şahısların mülkiyetinde toplanmasıyla birlikte ortaya çıkan "köylü-ağa, köylü-bey" atışmalarına uzanmaktadır. bu gelişmeler kırsal kesimdeki nüfusun şehirlere akın etmesine, şehir nüfuslarının 16.yüzyılda %100 artmasına ve yeni gelen nüfusun şehrin içine kadar gecekondular inşa etmesine sebep olmuştu. öyle ki o dönem yayınlanan fermanlarda devlet toprağından kaçak inşaat yapımı, baraka yapımı gibi durumların yasaklanması yer almaktaydı.

    türkiye cumhuriyeti'ndeki kökeni ise 1950li yıllara uzanmaktadır. türkiye, demokrat parti iktidarıyla birlikte ithalatın serbestleştirilip arttırıldığı ve tarıma dayalı bir büyüme dönemine girmiştir. 1948'de 1750 adet olan ülkedeki traktör sayısı, 1960'ta 40.000'e yükselmiş, yani tarımda makineleşme dönemi ortaya çıkmıştır. ancak bu makineleşme beraberinde kırsal kesimde işsizlik ve şehirlere göçü tetiklemiştir. işte türkiye'de gecekondulaşmanın temelleri bu noktada atılmaktadır.

    27 mayıs ihtilali ve beraberinde gelen "planlı ekonomi" yılları türkiye'de 1962'den 80'li yıllara kadar ithal ikameci sanayileşmeye dayalı ekonomi politiğini hayata sokmuştur. yani kısaca tanımlarsak; dışarıdan ithal ettiğin ürünü artık etme, içeriden temin et politikası. bu ekonomi politiği o dönem ülke için büyük umuttu. temelleri menderes'in son dönemlerinde tıkanma sebebiyle zorunlu olarak atılmıştı. darbeden sonra ise kurumsal anlamda, iç talebi karşılamaya yönelik, korumacı ve kökleri 1930'lu yıllarda atılan devlet destekli sanayi mirasıyla bütünleşen bir ekonomik gelişim planı oluşturuldu.

    işte bu iç talebe yönelik sanayi girişimi için adı üstünde bir "iç talep" gerekliydi. bunun için de en ideal kesim kentlere göç eden ve edecek olan kırsal kesimdi. kırsaldan gelen bu kesim önce kurulan fabrikalarda istihdam edilmeye başlandı. ardından artan gelirleriyle birlikte "tüketim" ekonomisine katkıda bulunup paranın şehirlerde dönmesine katkı sağladılar. ayrıca bu insanlar aynı zamanda köylerdeki topraklarını satmamış kişilerdi. bu da gelir durumlarının görece daha iyi olmasına veya en azından kendilerine şehirlerde teklif edilen işlerde fiyatlar açısından pazarlık yapabilmelerine olanak sağlıyordu. bu sayede o dönem ücretlerde de artış söz konusu olmuştu. gelir durumu artan, çalışan ve tüketen bu kesim, 50'li yıllarda oluşturdukları gecekondularda iyileştirme, kat çıkma gibi eklentiler yaptılar.

    60'lı ve 70'li yıllarda çok partili sistemin getirdiği popülist söylemler ve oy kaygısı hükümetleri bu gecekondulara tapular verme yani bu yapıları kalıcı hale getirme politikalarına sürükledi. örneğin 1966'da 775 sayılı yasa ile gecekondunun varlığı resmen kabul edilmiş, kentte yerleşebilmesine yönelik resmi imkanlar ve kurallar getirilmiş olup 1950’lerde derme çatma, tek çatıdan oluşan ve altyapısı bulunmayan bu gecekondular kanun ve aflarla hem altyapısına kavuşmuş hem de meşruiyet kazanarak rant kazanma aracına dönüşmüştü. böylece gecekondu sahipleri ise her açıdan devletle pazarlık yapabilme kuvvetine erişmişti. çünkü sistemin can damarı devlet dairelerindeki nispeten daha eğitimli ve kültürlü memur/bürokrat kesim değil sanayide çalışan bu kişilerle gurbetçilerden gelen dövizlerdi (bu başka girdinin konusu).

    özetle türkiye cumhuriyeti'nde sanayileşmiş büyük kentler, 50li yılların ikinci yarısından itibaren başlayan gecekondulaşma sürecini 60'lı ve 70'li yıllarda o dönem kalıcı halde benimsemek zorunda kalmışlardır. zamanla genişleyen kent sınırlarıyla birlikte bu yapılar şehir içlerinde kalmış hatta apartmanlaşmalar başlamıştır. bu da zaten pek de başarılı olmadığımız şehir planlama ve kentleşme serüvenimizin acı bir tecrübesi olarak tarihe yazılmıştır.

    türkiye'nin yine bu yıllarda kendisine benzer diğer ükelere nazaran işçi ücretleri, sosyal güvenlik sistemi ve güvenceler açısından daha iyi seviyelerde olması da direkt olarak ithal ikameci ekonomi politiği ve 61 anayasasının getirdiği düzenlemelerle ilişkilidir. bu da bizlere sosyal devlet anlayışı ve sendikal hakların türkiye tarihinde gecekondulaşma ile yaşadığı ilginç paralelliği göstermektedir.

    edit: anayasa 61 olarak düzeltildi.

  • miami de 300.000$ parayla bir villa alınıp, peşinden düşük kilometreli bir lamborghini huracan (200.000$) alınıp, miami beach civarında dondurmacı ya da küçük bir kafe işletmesini de 200.000$ paraya devir alınıp cebinde de 600.000$ para kalarak hayat kurabilirsin.

    tercih sizin tabi tarsus da güzel yerdir.

  • annemin, yahu bunun hamuru kalın oluyor sırf hamur yiyoruz diyerek ince hamurlu pizzayı icat ederek yapmaya başlamasıyla bizim evde yükselme dönemi şeklinde geçen dönemdir.

  • bugün itibariyle resmi olarak başlattığım kampanyadır. madem her gün ne kadar denyo, ne kadar öküz bir millet olduğumuzdan dem vurup duruyoruz, bugün ben kendi adıma üzerime düşeni yapmaya başlıyorum daha "insan" gibi bir toplum için. yapacağım şeyler şunlar;

    öncelikle, özellikle sosyal alanlarda - metro, otobüs, bilet gişesi vs - çalışan insanlara mutlaka selam verip kısaca hal hatır soracağım.

    yolda yolakta bekleşen, oturan, bir işle meşgul olmayan insanlara gülümseyerek "merhaba" diyeceğim.

    toplu taşıma araçlarında veya bekleşilen yerlerde dertli gibi görünen insanların yanlarına sokulup "merhaba, iyi misiniz?" diyeceğim.

    gün sonunda aldığım cevapları ve tepkileri paylaşacağım.

    bakarsın destek veren çok olur, "sen de merhaba de!" kampanyası falan başlatır genşler.

  • bu kadın yıllar önce çok talihsiz bir olay yaşadı ve yıllarca onu unutmaya çalıştı belkide hala unutmaya çalışıyor.
    bir zamanlar yaşadığı kötü bir olayı sürekli buraya servis etmek espiriler kasmak...

    bakın beyler bayanlar hayat her zaman size güzel anılar vermez herşey elinizde değildir çünkü.bir gün süslenip dışarıya çıkıyorsunuz ve yolda yürürken bir araba çarpıyor o kazada ayağınızı ve elinizi kaybediyorsunuz olur mu olur.
    aradan yıllar geçiyor ve siz bu kazayı unutuyorsunuz ama düşmanınız ( düşman bile yapmaz) o kazayla ilgili sürekli espiri yapmaya çalışıyor sizce nasıl hissedersiniz?
    biraz empati yapın .

  • selam, bence çok yanlış bir şey bu yapılan kendinize yapılsada hoş olmazki bence insan biraz objektif olmalı böyle hsuuslarda tabi bu sadece benim fikrim saygılar

  • şunu anlayamıyorum.

    manchester united 5 atar dedi bazıları, olmadı.
    2 maçta gol atamadık. sıfır çeker dedi bazıları, olmadı.
    cluj'dan braga'dan umutlandı bazıları, olmadı.
    manu'yu yendik, "çoluk çocukla geldiler" dedi bazıları.
    drogba'ya, sneijder'e "hepsi birden oynamaz" dedi bazıları, olmadı.
    schalke çakar dedi bazıları, olmadı.
    1-0 oldu, fark olur dedi bazıları, olmadı.

    malaga'yı çekip elesek ballı, psg'yi çekip elesek "e ibrahimovic" yok denilecekti.

    bu takım, şampiyonlar ligi çeyrek finalinde real madrid ile oynayacak arkadaş. real orada 4 tane atsa ne farkeder? sen dün adı sanı duyulmayan takıma karşı, (maalesef o teknik direktörünün sayesinde) son dakikalarda 8 defans, 1 salih, 1 kuyt taktiğiyle kıçından solurken, biz bugün "real madrid'i eleyebiliriz lan belki" gibi bir histeyiz.

    işte bu hisleri, alışkanlıkları, insana kazandıran şeydir "galatasaray"..

  • kullananların neyi kanıtlamaya çalıştığını anlamadığım browser.

    hayır biliyorum türk milletinde böyle bir hastalık var galiba da genetik. birşeyi babamızın malıymış gibi sahiplenip fanatikliğin dibine bulabiliyoruz bütün mantıksal süreçleri devre dışı bırakıp.

    en belirgini yine burda ortaya çıkmış. bir kullanıcı bir problemden dolayı iki videoyu açamadığından bahsetmiş, yazılımdan zerre anladığına şüphelendiğim başka birisi "kişisel bugdır o yok öyle birşey" diye savurmuş başkası da "kardeşim ben açıyorum gel buna konuş" minvalinde başka aptalca şeyler yazmış.

    peki bu yazıların hiçbirinde ne yok?
    sürüm farklılıklarını incelemek yok mesela operating system farklılıkları, kurulu plug-inler, antivirüsu. bu değişkenlerin hiçbirini incelemek yok

    neymiş "ben açtım 7 tane çalışıyor"

    ya gidin bi kumda oynayın ya.