hesabın var mı? giriş yap

  • doğrusu, çorum'da yandaşa 160 milyon lira aktarmak için yapılan stadyum olmalı.

  • öncelikle tdk, " orta çağ " şeklinde yazılması gerektiğini söylemiştir bu kelimenin. bu kurumdakiler acınası hâldedirler. dilerim bir an önce hepsi görevlerinden alınırlar.
    gelelim asıl konumuza,

    tatil dolayısıyla evdeyim ve kahvaltı yaparken müge anlı'ya bakındım. aman ya rabb'im!
    türkiye değil, 12. yüzyıl buhara'sı sanki.
    millet güpegündüz cinayet işlemiş ve hâlâ cinayeti işleyenlerin çoğu yakalanamamış.
    işte biraz geçmişe, hatta şöyle yaklaşık on asır geçmişe gidelim.

    ortaçağ dediğimiz dönem, çok mitolojik bir dönemdir. bu dönemle ilgili ne bulursanız okuyun derim.
    sanki mısır'daki, mezopotamya'daki, kuzey amerika'daki o medeniyetler hiç var olmamış gibi geçen karanlık bir dönem.
    bu dönemde devletlerin en iyi yaptıkları şeyler savaş ve ticarettir.
    hançer, kılıç ve ok ise en yaygın savaş ve cinayet aletleridir.
    kara ulaşımının atlar ve develerle sağlandığı bu dönemde can güvenliği konusu ise henüz tam olarak keşfedilmemiştir.
    sözüm ona bir haşhaşî, konya ovası'nda siz eşeğinizin üzerinde sakin sakin giderken bir anda önünüzü kesip hançeri boğazınıza dayayabilirdi.
    yahut londra'nın barnes köyüne gelen bir yabancı, kılıcıyla sizi lime lime doğrar ve köyden çekip giderdi.
    siz, robot resim çizdirebilmek için gönüllü olsanız da maalesef uzun bir süre bekleyip 1959 yılında, los angeled emniyetinden şerif peter pitchess'i bulmak zorundasınız.

    ortaçağ avrupa'sında faili meçhul cinayetlerde çoğu kez kedilerin katil sıfatıyla mahkemelerde yargılandıkları olurdu. " o bir kedi değil, bir cadıdır " cümlesi yeterliydi infaz için. böylece, esas katiller her daim hayatlarına özgürce devam edebilmişlerdir.
    yine bu dönemde avrupa'da kölesini öldüren kişiler cinayet ile yargılanmaz, kendi malına zarar vermiş sayılırdı.

    doğu'da ise ebu hanife'ye dayanan usûlle köle öldürmek kısas hakkı doğururdu ve kölesini öldüren kişi de öldürülürdü.
    tabii kölesini öldürdüğü kanıtlanır ise!

    ortaçağ türk devletlerinde ise islâmiyet öncesinde sadece örfî kanunlar yani töre hukuku geçerli idi.
    kısas yine bu dönemde de mevcut idi.
    öc alma hakkı da meşru idi ancak cinayeti işleyen kişinin bu cinayeti gerçekleştirdiği kesinlikle kanıtlanmak zorundaydı.

    türklerde, mete han döneminde başlayan bir uygulama da söz konusu idi. mete han, askerlerinden bazılarını günümüzde toplum polisi diyebileceğimiz şekilde görevlendirmişti. bu askerler bir nevi sivil polis gibi halkın içerisinde bulunmuşlar, gerek istihbarat gerekse olay önleme ve çözümleme aşamalarında yer almışlardır. nitekim buradan yola çıkarak türklerde faili meçhul cinayetlerin bu dönemde dahi araştırıldığını söyleyebiliriz. tabii göçebe kültürde yerleşik hayata göre çok daha zor olmuştur bu güvenliği sağlama çabaları.

    faili meçhul cinayet dediğimizde aklımıza ilk gelenlerden biri de ortaçağ'ın ünlü suikastçileri haşhaşîler ve liderleri hasan sabbah'tır.
    öyle ki bir dönem halk, sokağa çıkamaz hâle gelmiştir. haşhaşîler, bazen de güç gösterisi olarak öldürdükleri adamın başında bekleyip kaçmamışlardır. müthiş bir propaganda!

    tabii bu sebeple özellikle nizâmülmülk, müthiş bir istihbarat ağı kurmuş, bu istihbarat ağı gelişerek sadece haşhaşî tehlikesi ile değil, toplumdaki her türlü cinayet vs. gibi olaylarla da mücadele etmeye başlamıştır.

    çin ise belki de faili meçhul cinayetler konusunda dönemin en ileri gelen ülkesidir.
    dünyada adı sanı duyulmamış çeşitli zehirler, çok iyi yetiştirilmiş suikastçiler ve döneme nazaran güzel kadınları ile hem siyasî hem de sosyal hayatta birçok faili meçhul cinayetin müsebbibi olmuştur. öyle ki özellikle hunlar, ticaret yolları üzerindeki hemen hemen her kervana kimliğini gizleyen askerler yani bir nevi ajanlar yerleştirmek zorunda kalmışlardır.

    valar dohaeris ağalar.

  • işim sebebiyle bir devlet kurumuna iletilmiş evrakın akıbetini sormak için kurumu aramak zorunda kaldım. başka işler sebebiyle gidemedim zaten telefondan bilgi almak yeterliydi. tam 5 gün çeşitli saatlerde aradım. santral açıyor yönlendirdiği kişi açmıyor ve telefon kapanıyor. sonraki hafta işlerimi ayarladım ve kuruma bizzat gittim. haliyle genel evrak bölümüne uğradım. içerde bir kadın az sonra ilgili gelecek dedi bekledim. kadın yanında bir çocukla geldi. oturdu. çay koydu çayını yudumladı. evrakı sordum falanca hanıma git bak yukarda dedi eyvallah dedim. falanca hanım diğer hanımlarla sohbet halindeydi. ben bilmiyorum yanda filanca bey var dedi gittim. filanca bey çay içiyordu o da bilmiyormuş evrak bulunamadı. hepsine diyorum ki telefon ettim kaç kere. cevap aynı ayy çok yoğunuz!!!

    evraktaki hanıma tekrar gittim. işi zaten gelen evrakları bilgisayara girmek. yani kimde nerde bulunması “ara” sekmesine iki kelime yazmasında bitiyor. offf puff dedi monitörü açtı(!) tam o sırada yanındaki çocuk kadına sordu: yaptığın iş zor mu diye. kadın da evet çok zor dedi. çocuk bir kaç saniye baktı ne var bunda ben de yaparım dedi. ben güldüm. kadın göz ucuyla bana baktı mahçup mahçup güldü. sonra bulamadı evrakı. siz şurayı arayın bi dedi. aradım. orası da yardımcı olmadı. bakın dedim fazla zamanım yok çok oyalandım. bu evrak burda biliyorum. çıkmam lazım telefon ediyorum açılmıyor buna bir çözüm bulalım. kadın tamam dedi dahili numara veriyorum. bir kağıda yazdı verdi. tam çıkarken bir baktım falanca hanımla filanca beyin dahili numarası. eee dedim buranın yok mu? offlaya pufflaya iliştiriverdi. çünkü ya onu ararsam?!

    bu abla ve diğerleri memur. akşam 5e kadar çalışıyorlar. pandemi kısıtlamaları vardı hatta muhtemelen erken çıkıyorlardır o dönemde. yaptığı işin zor olduğunu düşünüyor. hani angarya falan değil dümdüz zor olduğunu düşünüyor yani gelen evrakı bilgisayara girmeyi. birçok özel sektör çalışanından fazla maaş alıyor ve işveren faktörü yok çünkü devlet çalışanı. oradan ayrılsa bu performansla özelde iş bulması imkansız. oraya girip çalışmak için deliler gibi uğraşanlar var ama o abla mutsuz. çünkü zormuş:( gerçi uğraşıp başkası gelse o da belki ablamıza benzeyecek. mevzu sadece işverende bitmiyor yani. öyle olsa devlet kurumlarımız falan en azından canavar gibi çalışırdı.

    işini layıkıyla severek yapan herkesi tenzih ediyorum. öyle insanlar da varlar. keşke fazla olsalar. kimse kendisinin işini ne kadar iyi yaptığına bakmadan hep karşıya gömüyor. bu sebeple doğru önerme ve nasıl çözülür bilinmez.

  • var böyle bir şey. sanırım ben de yazılımcıyım diye sürekli önüme düşüyor, önüme geleni engelliyorum ama bitmiyor. tiplerin hepsi aynı, ben başarılıyım, ben zenginim diye bağıran sonradan görme çiğ paylaşımlar. gerçekten mesleğim adına ben utanıyorum. yahu bu ne görmemişliktir, satın aldıkları iphone'ların macbook'ların faturasını paylaşan mı ararsın, bilmem kaç bin liraya aldığı kahve makinasını çeken mi, geneli pahalı oyuncak paylaşma derdinde. bir de eli biraz para gördü diye, hasbelkader mesleğe ilgi var diye kendisinin nirvanaya ulaştığını zanneden millete hayat hakkında saçma sapan tavsiyeler vermeye çalışan ama iki cümleyi bir araya getiremeyen tipler var. arkadaşlar yazılımcı olmanız sizi otomatik olarak entelektüel yapmıyor. hatta tam tersi, zamanının büyük bölümünü yazılım ekranları karşısında harcamak zorunda olan birisinin tarihten, sanattan, felsefeden üst perdeden konuşabilecek kadar birikiminin olması zaten akla mantığa uymuyor. kendinize gelin.

    debe editi: arkadaşlar elbirliğiyle girdiyi debeye sokmuşsunuz, teşekkür ediyorum. ekşiye girince mesajlardan bir cumartesi sürprizi yaşadım. belli ki birçok kişi aynı dertten muzdarip. yazıyı tekrar okuyunca eğer yazılımcıysanız sizler için değilseniz yazılımcı çevreniz için şu mesajı ekleme ihtiyacı hissettim: hepimiz üç aşağı beş yukarı eğer türkiyedeysek birkaç bin, avrupadaysak 3-5 bin euro bandında çalışan beyaz yakalı işçileriz. bu para bizi zengin yapmaz, sadece gelişmiş bir ülkedeki sıradan bir insan gibi insanca yaşamamızı sağlar. yani 'o para o para değil'. fakir bir ülkede yaşamanız ve fakir arkadaşlara/akrabalara sahip olmanız bu gerçeği değiştirmiyor. meslek hakkındaki daha önceki yorumum için de şu girdiye göz atabilirsiniz #140622037.

  • turkiye'den yunan adalarindan birine gelen kacak motordan inerken sirilsiklam olan bir aileyi calistigimiz odaya aldilar dun. birisi yasli bir anne, uc genc kadin, iki cocuk, ve bir genc adam, sonradan anlattilar, o da evin tek oglu, cocuklar buyuk ablasinin. adam uyusturucu bagimlisi oldugu icin bosanmislar.

    coculklar 5 ve 6 yaslarinda, bir kiz bir oglan, tir tir titriyorlar. hepsine ic camasirina kadar giysi bulmamiz gerekiyor. cocuklar coraplarini ayakkabilarimi cikariyorlar, cocuklara giysi ve ayakkabi hemen buluyoruz, sorun kadinlarda ozellikle yasli annede. elbise gonderenlerin arasinda onlarin giyinme stilini dusunen olmamis. yasli kadina pembe pelus bir palto buluyoruz. evet cirkin ama en azindan biraz uzun ve bol. onlari giydirmemiz cok uzun suruyor, ama sonunda eski islak elbiserini odanin artasina birakip gidiyorlar.

    ama daha sonra teker teker gelip eski islak elbiseri geri istiyorlar, elbiselerin birinin cebinde kalan bir seye ihtiyaclari var ve onu bulmalari gerekiyor. bizler bu arada nijerjali bir gurup kadin ve erkegi giydirmege calisiyoruz, oda kucuk, gelen gurup buyuk, erkeklerin ayaklarina ayakkabi bulamiyoruz, elimizdeki erkek ceketleri de onlara gore kucuk. afganistanli kadinlar aglamakli, kocaman nijerjalilarin arasindan suzuluyor, odanin arkasindaki elbiselini biraktiklari bolgeye girmeye calisiyorlar. fransiz gonullu franchie onlara kiziyor, onlari bagirarak disariya cikariyor. boyunlarini bukup geri gidiyorlar, ama bir muddet sonra gene geliyorlar. dillerini bildigim icin olmali benimle konusmak istiyorlar. yok, bulamiyoruz eski elbiselerinizi, atmis olmalilar burada degil, diyorum ama, sesim tiz mi cikiyor yoksa? kadinin yuzundeki ifade icime kaziniyor, ama yapacak birsey yok, odada bir suru islak nijeryali var, onlara kuru elbise bulmak lazim.

    herkes giydirilip gittikten sonra gene stoklama isimize donuyoruz, gelen kutulari acmak ve elbiseleri kadin, erkek, cocuk ve beden olarak ayirmak bizim isimiz. kutulardan birinden islak bir naylon torba cikiyor. ufacik. ıcinde birkac madeni para, yesil plastik bir tespih, siilerin namaz kilarken alinlarini dayadigi, kerbaladan geldigine inanilan kirmizimsi toprakla yapilan ufak, kenari kirik bir namaz tasi (muhur). arkadasim bu ne diyor. hemen anliyorum, o kadinlarin aradiklari bu olsa gerek diyorum. kadin herhalde giyinirken sonra alirim diye onu oraya koydu, veya baska birisi islak elbiseleri toplarken onu oraya dusurdu. aile hala disarda bekliyor, endiseli. islak plastik torbayi kapiyorum onlara gosteriyorum. bu mu kaybettiginiz? diyorum. baslarini salliyorlar, gozleri doluyor, bana sariliyorlar, sanki onlara amerika vizesi vermisim gibi mutlular. ama anliyorum, yaban ellerinde bir daha kimbilir ne zaman ellerine gececek namaz tasi ve tesbih onlari birakip gittikleri topraklara baglayan seylerin su anda en onemlisi. ve o kucucuk torbanin ne oldugunu bildigimiz, onlari anladigimiz, ve hatirladigimiz icin minnetarlar.

    bazen birilerinin seni dinlemis olmasi hayattaki en onemli sey olabiliyor.

    debe'ye girdigimi sayesinde ogrendigim yardim kampanyasina cagri.
    (bkz: güvendik ilk-orta okulu yardım kampanyası)

  • satın almak istemeyenlerin araması için yazılmıştır.

    - iyi günler, numaranızı "satılık değildir" ilanınızda gördüm.
    + haa anladım. satılık olmadığı için fiyat veremiyorum.
    - tamam. ben de almak istemediğimi söyleyecektim zaten.
    + peki, anlaştık o zaman.
    - almamak için ne zaman gelmeyeyim? bugün uygun mu?
    + yok, bugün müsait değilim. yarın öğleden sonra gelmeyin.
    - oldu, görüşmeyiz.