hesabın var mı? giriş yap

  • 35+ bir kadına, “beni kabul etmeyip de ne yapacak, düşürürüm ben bu yaşa gelmiş kadını,” diye yaklaşan ama reddedilen birinin hezeyanı. aksi takdirde, sizinle alakası olmayan insanların size dokunmayan tercihlerini neden kendinize dert edesiniz, değil mi?

    edizhun; arkadaşlar, ciddi soruyorum; geri zekalı mısınız? bi' insanı savunmak için onunla aynı özelliklerde olmak mı gerekiyor? afganistanlı/suriyeli de değilim; onlarla ilgili yazdım. tacize, tecavüze, kadın cinayeti girişimine de maruz kalmadım; aleyna çakır'ı savundum...

    yaşımdan size ne? 35+ değilsem bu densiz giriye cevap veremez miyim? gerçekten hastasınız, yahu, lami cimi yok; hastalıklısınız.

  • saçma sapan bir iddia daha.
    buna hâlâ inanan binlerce insan olduğu için iki kelam edelim.

    günümüzde maalesef belli bir kesim osmanlı imparatorluğu'nda şeriatın en güzel biçimde uygulandığını; osmanlı döneminde yaşayan insanların muhteşem müslümanlar olduklarını genelleyerek kabul etmişlerdir. alakası bile yok. her devirde toplumda ahlakî yozlaşmalar görülmüştür, görülecektir. osmanlı imparatorluğu'nda da durum böyledir.

    bir kere şunu artık kesinliğe kavuşturmamız lazımdır:

    osmanlı imparatorluğu'nda hâtunların kara çarşaf giymeye başlamaları tanzimat dönemi sonrasına denk gelmektedir. öncesinde böyle bir şey yoktur. bu dönemde hâtun kişiler de daha rahat hacca gidip gelmeye başlayınca araplardan ve farsîlerden alınıp istanbul'a getirilmiştir bu kıyafet usûlü.
    hatta hakkında bid'at olduğuna dair fetvalar da verilmiştir.

    1870'te ferace ve ince yaşmak yasaklanınca hâtunlar mecburen çarşaf giymeye başlamışlar; daha sonra moda olmuştur. renklileri üretilmiştir. etek kısmı neredeyse diz kapağı hizasına kadar kısaltılmış, peçesi bırakılmış ve böylece osmanlı sosyetesi tarafından giyilmeye devam etmiştir.

    ikinci abdülhamid, 1892'de çıkardığı bir kanunname ile hâtunların çarşaf giymelerini yasaklamıştır. sebebi ise bazı erkeklerin de bu şekilde giyinip suç işlemeleri ve abdülhamid han'a suikast düzenlemeleridir.

    evet, türk kadını ki özellikle anadolu'da türkî kıyafetler giymiştir her daim. her zaman söylerim; türk kültürü, türk kadını sayesinde ayakta durmuştur. erkekler yozlaşsa da anadolu kadını gelenek ve göreneklerini konuşmasından mutfağına - giyim kuşamından sohbetlerine dek her alanda muhafaza etmiştir.

    osmanlı imparatorluğu'nda hiçbir dönem hâtun kişiler bu tarz delice işlere girişip kendilerini yaşlı göstermeye falan çalışmamışlardır.
    gündelik kıyafetleri günümüzde anadolu köylerinde türk kadının giydiği kıyafetlerle hemen hemen aynıdır.
    şehirlerde ferace yaygındır.

    bu söylemlerin sebebi olarak şunu görmekteyim:

    osmanlı imparatorluğu'nun çok sert cezalarla önlemeye çalıştığı taciz ve tecavüz olaylarını günümüzde engelleyemeyenler, tecavüzcüye üç beş yıl hapis cezası verip onu da iyi hâlden silip atanlar istemekteler ki bugün türk kadını kendi önlemini kendisi alsın. çarşaf giymesi de yetmez, bir de sırtına yastık bağlasın. bu gerçekten tiksindirici bir dilek, bir itham. yani, çarşafın bile osmanlı imparatorluğu'nda hâtun kişileri bazı tehlikelerden koruyamadığını iddia etmek gibi bir şey bu ve aslında osmanlı'yı övmek değil yermek oluyor bi' nevi.

    dipçe-i hiciv:

    passenger28'den tüm gafillere gelsin:)

    değildir ahlâk sahipleri senin dengin
    her döneme göre değişip durur rengin
    ne namaz var ne oruç vaaz eder sürekli
    amma aklı fikri karıda kızda pezevengin

  • ilkel insan için mucize, yaşamın kaynağı ve doğanın işleyişinin temel yöntemiydi. faydasına ya da zararına sebep olan ateş, nehirlerin akışı, seller veya kuraklık, şimşek ve yıldırım gibi her doğa olayının arkasında akıl erdiremediği birer sır gizliydi.

    o halde bu olaylara sebep olan doğa üstü varlıklar olmalıydı. önceleri kendisinden güçlü hayvanların bu tür gizli güçleri de olabileceğine hükmetti. bugün mağara duvarlarına resmedilmiş hayvan figürleri bunu doğrular nitelikte.

    insan, bilinci geliştikçe üzerinde yaşadığı yeryüzünden daha da akıl almaz, ulaşılmaz ve dolayısı ile çok daha gizemli olan gökyüzünü keşfetti. haliyle yeryüzünde akıl erdiremediği olayların da sebebinin göklerde olabileceğini düşünmeye başladı. gizli güçlere sahip olabileceğini düşündüğü güçlü hayvanları gökyüzünde gözlemlediği yıldız kümelerine yerleştirmesi bundan kaynaklandı.

    “gökyüzünde ne oluyorsa bunun yeryüzünde bir karşılığı vardır” inancı böylece oluştu. sümer tabletleri’nin bulunması ile tarihsel anlamda ilk kez yazılı bir kaynağına ulaştığımız bu bilgi, aslında insanlığın kollektif bilincine binlerce yıl boyunca öylesine yerleşmişti ki hiç düşünmeden gerçekliğine inandığımız pek çok fikrin de temel taşını oluşturmuştu.

    bu fikirleri sistematize etmeye kalkışacak olursak temel olarak üç ana grupta toplayabiliriz:

    - bunların ilki sümer dini’nin, daha sonraki uygarlıkları da etkilemesi sonucu aynı mitlerin, yerel motiflerle yeniden anlatılmasıyla ortaya çıkan zahiri dinlerdi.

    - ikinci düşünce biçimi ise “gökte ne varsa yerde de o vardır” özdeyişinin zahiri dinlerin bile ortaya koyamadığı gizemli tanrısal gerçeklerin anahtarı olduğunu ve bu gizemlerin ancak seçilmişlere açılacağını düşünen batini inançları (kabala, ezoterizm, gizemcilik, hermetizm, mistisizm, astroloji) şekilendirdi.

    - son olarak gökteki olayların yerdekilerle ilişkisini, aklın süzgecine koymayı akıl edenlerin ortaya çıkmasıyla, mitolojiden felsefeye evrilen düşünce ve astrolojiden astronomiye evrilen bilim ortaya çıktı.

    böylece birbiri ile farklı kulvarlardan ilerleyen ve tamamen birbirine zıt yaşam biçimleri ortaya çıkaran iki felsefe ortaya çıktı:

    - evrenin tanrının iradesi ile oluştuğunu düşünenler, uzun süre bunun tamamen tanrının hiç bir kuralla sınırlanmamış iradesi ile oluştuğunda ısrar etseler de zamanla doğanın kurallarına ilişkin bilgimiz arttıkça ve ardı ardına olayların birer neden sonuç ilişkisine bağlı oldukları kanıtlandıkça bu iddialarını terk ettiler. bunlar zaman içerisinde, tanrının ilk hareketi belli bir tasavvura uygun olarak veren güç olmakla yetindiğini ve geri kalan kuralları da en baştan belirlediği için, olacak olanları da baştan bildiği fikri etrafında mevzilendiler. bunlara, fikrin ağababalarından biri olan platon’un koyduğu isimle idealistler dendi.

    - karşıt görüşte olanlar ise tanrısal bir iradenin varlığını baştan reddedip, evreni harekete geçiren gücün evrenin kendisinden başka bir kaynağı olamayacağını savundular. dolayısı ile şu an evrende bir irade, (insan iradesi) mevcutsa bu, ancak evrendeki malzemenin evrim yoluyla işlenmesi ile ortaya çıkabilirdi. bunlar da maddeyi evrenin başlangıcına koyup herşeyin maddesel olduğunu ileri sürdüklerinden “materyalist” olarak adlandırıldılar.

    ancak birbiri ile farklı kulvarlardan ilerlese ve tamamen birbirine zıt yaşam biçimleri ortaya çıkarsa da bu üç çerçevenin hepsinde ortak bir sav bulunmaktaydı:

    bu nokta ise evrenin bir varoluş anından başlayarak dizgesel bir süreçte gelişmekte olduğu fikri idi. buna “zaman” diyorduk ve sabit aralıklarla işleyen bir düzene sahipti. ve böylece, “evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların belirli yasalarla belirlenmiş ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu” öne süren bir öğreti ortaya çıkmış oldu. bugün buna “determinizm” (belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik) diyoruz.

    bu inanç (artık bunun bir inançtan öte olmadığına eminiz) nerdeyse 20nci yy’in başına kadar varlığını korudu. 19ncu yy’da yaşamış ve materyalizmi şahikasına çıkaran das kapital’i kaleme almış büyük düşünür karl marx şöyle demekteydi:

    “tarihte ne olduysa, öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur."

    ama biraz yakından bakınca bunun idealizmi doruğa çıkaran büyük düşünür georg wilhelm friedrich hegel’in determinist söyleminden pek de farkı yoktu. hegel'e göre “us dünyaya egemendi, dünya-tarihinde ussal olan ilerlemekteydi. ilerleyen dünya-tarihi sürecinin bir amacı bir son ereği vardı.”

    yani ister metafizik-teolojik olup tanrı’nın iradesinden, ister mekanik ve biyolojik olup doğanın yasalarından hareket etsinler, her iki düşünce yönteminin ortak noktaları, tarih yorumlarında determinist olmalarıydı. hegel'in de marks'ın da “tarihin belirli yasalarla yönetildiği”ne ilişkin belirlenimci savları ortaktı. hatta denilebilir ki marks söz konusu tavrı zaten hegel'den edinmişti.

    marks'ın hegel'in determinist yaklaşımına katkısı şuydu:

    - hegel, tarihi başlatan ilk hareketin tanrısal olduğuna ve tüm maddi evrenin bir usun şekil vermesi ile ortaya çıktığına ilişkin idealist savı yinelemekteydi.

    - marks buna karşı yönden taarruz ederek, tersine, önce maddenin varolduğunu ve usun o maddenin evrimleşmesinin eseri, zorunlu olarak meydana geldiğini savundu. zaten kendisi de “hegel'in diyalektiği baş aşağı duruyordu; ters çevirdim ki, ayakları üstünde dursun" derken kastettiği budur.

    yani uzun lafın kısası, insanlık, tarihinin başından bu yana bu iki zıt görünen düşünce arasında gidip gelmekteydi ve bu fikirlerin en güçlü savunucuları olan hegel ve marx’ın da bu ikiliği çözmek konusunda getirebildiği temel bir yaklaşım bulunmuyordu.

    derken 20nci yy’ın ortalarına doğru ani bir gelişme oldu. yeni yetme bilim insanları filozofların gözü önünde, binlerce yıllık determinist geleneği yerle yeksan eylediler:

    önce, einstein’ın “genel görelilik kuramı” mutlak zaman düsüncesine son verdi. derken planck’in “kuantum teorisi” ve heisenberg’in “belirsizlik ilkesi” ile güçlenen indeterminizm, laplace’ın “evrendeki tüm nesnelerin belli bir andaki konum ve hızları verildiği takdirde gelecekte veya geçmişte herhangi bir andaki durumlarının kestirilebileceği” yolundaki determinist anlayışını yıkıverdi.

    bense bütün bunları aslında çok güncel bir gözlemimden dolayı kaleme aldım:

    günümüzde olayın temelini kavrayamayan ister caner taslaman gibi dinci, ister muhtelif mistik (spritüel, gizemci, ezoterik, falcı, reikici, budist, taoist, sufi) düşüncedeki çevreler, bunda materyalist felsefenin çöküşünü görmektedirler. onlara göre evrenin, materyalistlerin sandığı gibi birbirine bilardo topları gibi çarpan atomlardan değil varlığı ve yokluğundan emin olamadığımız atom altı parçacıklardan oluşan indeterminist bir yer olduğunu anladığımıza göre artık tanrısal mucizelerden de yeniden konuşmaya başlayabiliriz.

    oysa farkında olmadıkları husus, aynı indeterminist altyapının, en fazla tanrı inancının (ya da o güce verdikleri ad her neyse) mutlakiyetçi yapısına zarar vermekte olduğudur. çünkü evrende tesadüflerle yer bulunması, her şeyden önce "tanrı iradesi" kavramı ile çelişir. zira bu durumda tanrı varsa bile kendisinin bile tahmin edemeyeceği sonuçlar üretebilen bir evren yaratmış olmalıdır.

    söz konusu çelişki einstein'ı da çok şaşırmıştı. öyle ki idealist - determinist yaklaşımla yeni kuramlar arasındaki çelişkinin farkına varınca, rastlantısallığın evrenin oluşumunda anahtar önemde olabileceğini savunanlara karşı tarihe malolmuş özdeyişi ile:

    “tanrı zar atmaz!” demişti.

    dipnot: yazıda aradığınız tadı bulamayıp başlığı aldatıcı bulanlarınız olmuştur. evet itiraf ediyorum ki biraz hile yaptım. çünkü özellikle evrene gönderecek enerji arayan siz sevgili ablalarıma gerçek felsefe tarihi okutmanın başka çaresini bulamadım.

    @sanal gezgin:
    << keşke şunu da ekleseydin; meselenin özünün kuantum yani mikro evren ile makro evren arasındaki farkın gizeminde yattığını... hoş onu da çözsek yine de sorular milyonlarca olacak. ne bilim ne hayat ne ikilemler duracak. pardon, hayat biraz durabilir, evrenin sonuna doğru. başka bir 'simetrisizlik' hali yeni bir evrenin başlangıcını tetikleyene ve yeni yaşam koşulları oluşana kadar. bunu bana zaman öğretti. bu tahayyül ötesi evrenin bir başlangıcı ve sonu olması, yani zaman, 'son'un sadece bir mola olduğunu da düşündürüyor.
    içinden doğduğu enerji okyanusu yeniden köpürünceye kadar... >>

  • trabzonlu ali sait yılmaz, yaklaşık 20 yıldır yenimahalle incirlik camii yaşatma derneği başkanlığı yapıyor.

    her milli bayramda camiye türk bayrağı astıklarını söyleyen yılmaz, 29 ağustos akşamı zafer bayramı için cami duvarına atatürk posteri de astı. ama 30 ağustos sabahı yılmaz'a müftülükten “o resmi kaldırın” telefonu geldi.

    iki kez arandığını anlatan yılmaz, “indirmiyorum” dedi, 30 ağustos boyunca bayrak ve atatürk posteri cami duvarında asılı kaldı. yılmaz, olayı şöyle aktardı:

    “atatürk bayrağımız bugüne kadar yoktu. bir arkadaşımdan 30 ağustos için ödünç aldım. 30 ağustos'ta önce cami imamını aramışlar. sonra ben il müftülüğü'nün telefonundan arandım. müdür olduğunu söyleyen kişi ‘o resmi kaldır' dedi. ‘hangi resmi?' diye sordum. atatürk denilmedi, ismini dahi söylemediler. ben de ‘kaldırmam' dedim. saat 19.00 gibi trabzon müftü yardımcısı olduğunu söyleyen bir kişi, özel cep telefonundan aradı. ‘o resmi kaldırın. bayrak dursun orada. yola asın o resmi de' dedi. ‘neden?' diye sordum. ‘bayrak bizim simgemiz' dedi. ‘atatürk bizim kurtarıcımız, cumhuriyet'in kurtarıcısı' dedim. bana ‘terbiyesizlik yapma' dedi.”

    kaynak~

  • hanımın gallinari'ye;

    "aaa ne güzel yüzlü çocukmuş, türk mü bu?"

    demesinden sonra evde küçük çaplı bir kriz yaşandığını söyleyebilirim.

    tribimi yaptım hemen, şeftali soymuş getirmiş, yemiyorum.

    öyle bir maç.

  • gözlerinin içine bakarak konuşmanıza rağmen; duvara laf anlatmaya çalışıyormuşsunuz hissine kapılmak. işte o, eşiktir.

  • **aa sormuş lan sormuş vallahide sormuş billahide sormuş**

    (cevabı yaz 10 saniyede kağıdı ver sınıftan gururla çık)
    - arkadaşlar sınavları okudum hepiniz değişik şeyler yazmışsınız çok ilginç gerçekten
    - hocam ben kaç almışım ben eheheh
    - 45 verdim sana fikret
    - haydaaa neden ?
    - "risk burdur" yazmışsın ama gidiş yoluna verdim puan işte ahahahahahaha
    - ühühühüh
    - ulan fikret aahahahahaha

  • 'millennial'lar (80 ve 90larda doğanlar) hayatını kurma yaşına geldi ama ekonomik olarak önceki nesillere (örneğin 50-60larda doğan 'boomer'lara) göre çok daha zor şartlarda bulunduklarından bunda zorlanıyorlar. bir önceki nesil ise yeni neslin içinde bulunduğu şartları göremiyor ve bu zorlanmayı genç neslin tembelliğine, aptallığına, ciddiyetsizliğine bağlıyor. artık iş bulmanın, ev-araba sahibi olmanın eskisi gibi kolay olmadığını, ekonomi başta olmak üzere toplum şartlarının -önceki nesillerin de katkısıyla- çok daha kötü durumda olduğunu anlatmaktan yorulmuş yeni nesil, yaşlıların suçlama ve kendini övmeyle karışık tavsiyelerine artık "ok boomer" diye cevap veriyor.

    türkiye'de bir önceki nesil için de işler pek o kadar kolay olmadığından abd'deki dinamikleri buraya genellemek doğru değil. yine de örneğin bir 20 sene öncesine kıyasla ev-araba sahibi olmak burada da çok zor. şu an üniversiteden mezun olanlar, 5-10 sene önce mezun olanlara göre çok daha fazla zorlanıyor iş sahibi olmakta. ancak bu, özellikle önceki nesiller tarafından çok anlaşılamıyor. "kafanı telefondan kaldır da iş bul artık!" uyarısı yapılırken iş bulmanın artık o kadar da kolay olmadığı göz önüne alınamıyor. dahası telefondan, bilgisayardan, internetten çalışabileceği hiç kabul edilemiyor.

    iyice açıklayıcı olmak adına şu örneği vereyim: ortaokuldayken öfke problemleri olan yaşlıca bir hocamız olur olmadık zamanlarda sınıfa sinirlenir ve ne zaman sinirlense "ben sizin yaşınızda ev aldım!!" diye bağırırdı. bizim ortaokulda ev sahibi olamamamız bizim tembelliğimizdi, yetersizliğimizdi. işte yeni nesil "zaman değişti. şu zamanda nasıl ev alayım ben bu yaşta" demekten yoruldu. "ben sizin yaşınızda ev aldım!" azarına bu cevabı veriyor: ok boomer.

    tabii kalıp sadece ekonomik mevzularda da kullanılmıyor şu anda. hızla başka bir boyuta evrildi. özellikle abd'de ırkçılık ve cinsiyetçiliğin korkunç düzeylerde olduğu önceki nesiller, dünyanın bu konularda gelişme göstermeye başlamasına alışmakta zorlanıyor. özellikle internette, bu konularda yapılan tartışmalarda da aynı kalıp kullanılabiliyor.

    genel olarak dünyanın yeni halini değil de eski dinamikleri baz alan, öfkeli ve "geri kafalı" beyanlara "ok boomer" cevabı veriliyor.

  • balon şişirmek, çamaşır suyuyla ev temizlemek, üst üste bir kutu kadar kibrit yakıp ilk çıkan kokuyu içe çekmek, kollarını iki yana açıp birkaç dakika boyunca dönmek, pencereden sarkmak, sabah gözü açar açmaz yataktan fırlamak, altı saat ve üzeri süre boyunca yerinden hiç kalkmadan ders çalışmak, uyumamak (ikinci günden sonra yaşanan kafa muazzam, dört günden sonrakini anlatmaya dilim varmaz), yastığa suratı gömüp nefes yettiğince çığlık atmak, yarım metre yükseklikten atlamak (min. x5 tekrar), salıncakta kafayı geri atarak sallanmak, kaydıraktan ters kaymak, yine parktaki o ellerle tutularak ilerlenen demir çubuklu şeyde dizlerini sıkıştırarak baş üstü durmak, uhu koklamak, çıkan yürüyen merdivende iniyormuş gibi durmak, hareket halindeki arabadan kafayı çıkarıp gözleri kapatmak, aşık olmak, iş makinası izlemek, taraftar kavgası olan ortamda bulunmak, otobüste çılgınlar gibi ağlayan üç yaşlarındaki çocuğun yanında oturmak, yeni doğan bir buzağının ve annesinin hareketlerini izlemek, üst üste iki demlik çayı tek başına içmek, aldatılmak, uzun zamandır görmediğin ve çok özlediğin birisine koşup hızla sarılmak, yanından geçen seçim otobüsünün şarkısına maruz kalmak... hepsinin sonunu garanti ediyorum. benden bu kadar. narkotik peşimde.

  • biz ayasofya'nın açılmasından değil, ekonomisi bitik olan ülkede gündemin sürekli başka şeylerle değiştirilmesinden rahatsızız. önce menderes'in idamını iptal ettiniz, o yemedi, şimdi ayasofya'yı açıyorsunuz. bu da yemeyecek. çünkü insanlar yiyemiyor artık. ceplerinde para kalmadı.