hesabın var mı? giriş yap

  • kendi havalimanından kalkan uçağı düşman zannedip vurmuş aq salakları. ww3 olacakmış da bunlar amerikayı yenecekmiş. abd bunları sikinde oynatır.

  • pek farkında olmasak da dünya tarihini değiştiren etkenler arasında başa oynayan bitkilerden birisidir. ispanyol fatihlerin taşıdığı tonlarca altın ve gümüş bir asırda hızla erirken getirdikleri bir kaç sandık patates avrupa ve asya'da hızla çoğalarak artmış ve tarihin akışını değiştirmiştir.

    öyle enteresandır ki güney amerika'dan kuzey amerika'ya gidişi avrupa üzerinden olmuş, kolonileri beslemek amacıyla kendi kıtasına geri dönmüştür. sinema severlerin elizabeth the golden age filminden hatırlayacağı walter raleigh adlı tarihi karakter ingiltere ve irlanda'ya patatesi ilk getiren adam olmakla kalmamış, kurulan ilk ingiliz kolonisine de patates vererek bu ürünü kuzey amerika'ya taşımıştır. (bkz: virginia) 1995 yılında ise patata, yaşadığımız yer kürenin sınırlarını aşarak uzayda yetiştirilen ilk sebze olmuştur. gelecek yıllarda başka gezegenlerde kurulacak kolonilerde astronotları besleyecek en temel gıda kaynağı olacak olması da ayrı bir ironi. umarım ilk uzay kolonilerimizin kaderi de geçmiştekiyle aynı olmaz.

    eski dünyada belirli bir coğrafyada yetişen ürünlerin dünyanın geri kalanına yayılması lojistik, depolama, dayanıklılık gibi çeşitli faktörlerden ötürü her daim mümkün olmuyordu. ayrıca bir ürünün binlerce kilometre taşınmaya değmesi için sadece lezzeti yeterli değildi. yetiştirme ve depolama kolaylığı, her türlü coğrafyaya ayak uydurabilmesi gibi bir çok yan unsur da büyük önem arz ediyordu. bugün mısır, pirinç ve buğdaydan sonra patates gelir. yeni dünyanın keşfinden önce buğday ve pirinç çok önemliydi. sonrasında ise mısır ve patates geleceğe yön verdi.

    ispanyollar bu bitkiyi kendileri keşfetmedi. bizzat yerlilerden bütün yetiştirme tekniklerini öğrenerek taşıdılar. hatta bunun için yanlarında çiftçiler dahi getirdiler. çünkü bu bilgi aktarımı öyle kolay değildi. amerikan yerlilerinin bu bitkileri ehlileştirmesi de hiç kolay olmamıştı. konuya dair çeşitli hikayeler okudum ve tekrar insan zekasının kıvraklığına hayran kaldım. bu tür hikayeler bana, insan zekasının altında yatan sırrın büyük kısmının merak ve gözlem ilişkisi olduğunu düşündürür.

    şöyle tahayyül edin; binlerce yıl önce and dağları civarında bir inka kabilesi yaşıyor. bazı savaşlar sonucunda bereketli topraklarını bırakıp daha yüksek rakımlara çıkıyorlar. ulaştıkları noktada kıtlık gibi ağır sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar çünkü tohumları bu iklimde yetişemiyor. bu esnada dağın eteklerinde yetişen çiçekli bir kök bitkisini fark ediyorlar. bu bitki o kadar hızlı yetişiyor ki daha önce gördükleri hiç bir şeye benzemiyor. ayrıca bir sürü hayvan bunları yiyebiliyor. yalnız insanlar çiğ yedikleri zaman zehirleniyorlar o yüzden pişirerek yemeyi deniyorlar ama onun da sonuçları ölümcül oluyor.

    bir çok bitki kaynatıldığında insana zararlı toksinlerden arınır fakat bu bitkinin içerdiği toksinler ısıdan da etkilenmiyor. yüzlerce deneme yanılmadan sonra bazı vahşi lama türlerinin bu bitkileri sorunsuzca nasıl yedikleri kafalarına takılıyor. yeni bir gözlem süreci başlıyor ve lamaların bu bitkiyi yemeden önce kil toprak yaladıklarını keşfediyorlar. haliyle onlar da aynı yöntemi taklit ediyorlar. kil topraktaki bazı minerallerin bu zararlı toksinleri absorbe ederek etkisizleştirdiğini tam olarak açıklayamasalar da işe yaradığı için bu konunun üzerine gidiyorlar.

    önceleri yabani patatesleri yenilebilir kil türleriyle beraber tüketiyorlar. sonraki yıllarda karmaşık pişirme yöntemleriyle toksinleri azaltmayı başarıyorlar. bugün hala bazı dağ köylerinde eski usüller kullanılmaya devam ediliyor. mahsül çıktığı gibi taş fırınlara atılıp gübreyle birlikte pişirilirken üzerine kil toprak döküyorlar. bu yöntemle hem çiğ stoklama derdinden hem de zehirli toksinlerden kurtuluyorlar.

    tabi ki öncelik olarak daha az toksik olan patatesleri yetiştiriyorlar, ancak bazı eski ve zehirli türleri tüketmeyi de hiç bırakmıyorlar çünkü bu türler soğuk bölgelerde sorunsuzca yetiştirilebiliyor. bu açıdan japon fugu balıklarına benzer bir durum söz konusu. fugu çok zehirli bir balık türü. emin olun sırf lezzetinden ötürü kimse ölüm riski olan bir balığı tüketmeye çalışmaz. bir dönem mecburiyetten başlayan fugu yemekleri daha sonra adete dönüşüyor. bugün fugu temizlemek için özel eğitim kurumları var. bu kurumlardan mezun olan personeliniz olmadan restoranınıza bu balığı satamıyorsunuz. japonlar tarihte bu balığın ne kadar zehirli olduğunu bizzat test ettiler. belli bir standartı yakalayana kadar binlerce insan öldü. bugün japonya'da hala senede belli bir oranda doğru hazırlanmamış fugudan zehirlenerek ölen insanlar var. şuradan tarihçesini ve fugu nedir ne değildir öğrenebilirsiniz.

    neyse patatese geri dönelim. inkalar yüksek rakım ve soğuk iklimde bu patatesleri yetiştirebiliyorlardı. orduları için vazgeçilmez bir besin kaynağıydı. o yüzden chuno icat edildi. yüksek rakımda ıslanmış mahsülü gece dona bırakıp sabah güneşte kurutup suyunu sıkarak yıllarca dayanabilecek bir ürün elde ettiler. bizim göçebe atalarımızın kurut veya basturması gibi düşünün. suyu olmadığı için uzun süre dayanan, yanınızda kolayca taşıyabileceğiniz, besin değeri yüksek bir ürün.

    yeni dünyanın kefşi ile ispanyollar altından sonra bu bitkinin değerini görür görmez idrak ederek kendi kıtalarına taşımışlar ki yine olayların baş rolünde francisco pizarro var. şu ahir dünyada yerinde olmak istediğim biri varsa o da bu adamdır. neyse i, patates pizzaro'nun ilk getirdiği vakitler pek kabul görmemiş. hatta bir çok salgının bu lanetli bitkiden geldiğine dair dedikodular türemiş. değeri zamanla anlaşılmaya başlanmış. özellikle orduları beslemek için müthiş verimli bir bitki olduğunu fransızlar çok çabuk farketmişler. daha doğrusu fransız yönetimi diyelim zira halk, kafirlerin gıdalarını bir sürü sebepten ötürü üretmek istememiş.

    louis xvi patatesi halka kabul ettirebilmek için özel bir bahçe yaptırmış. ilgi çekmesi için dışına nöbetçiler koyup tellerle çevirmiş. halk doğal olarak neymiş lan bu kadar değerli olan patates diyerek merak etmiş ve sarayın desteğiyle üretime başlamış. bu arada çeşitli patates yemekleri saray sofrasında baş göstermiş. enteresan fakat başarılı bir pr çalışması. hatta marie antoinette bazı önemli günlerde saçına, elbisesine vs. patates çiçeği koyarak tanıtıma katkıda bulunmuş. patates diyerek geçmeyin. çok güzel bir çiçeği vardır.

    kraliyet için ise önemi tamamen stratejik. doğru iklimde senede dört kez mahsül alabildiğiniz, aşırı titiz tarım teknikleri gerektirmeyen, doğru şartlar altında uzunca süre depolanabilen bir besin kaynağının halka kabul ettirilmesi her açıdan önemli. arta kalan çiğ patatesi at ve eşeklerin katır kutur yemesi de cabası.

    diğer avrupa ülkeleri de tabi ki ilk başta ordularını beslemek için kullandılar. daha kaliteli patatesler yetiştirmek için çeşitli yöntemler geliştirdiler ama fransa hep bir adım önde oldu. kendi özel türlerini ürettiler. o nedenledir ki güney amerika'dan sonra en geniş patates yemekleri çeşitliliğine sahip olan mutfak fransızlara aittir. bu sürecin devamında bütün avrupa'da bir patates furyası başladı. guano yani kuş dışkısı ve chincha adalarının meşhur olması da bu döneme rastlar. yüksek kaliteli gübreli tarımın verimini keşfeden insan oğlu hunharca kendisine gübre aramaya başlar.

    işte bu noktada devreye patatesin ana vatanı olan peru devreye girer. patatesin verimi de bu ülkeye bağlıdır çünkü kuş bokundan mamül koca koca adaları vardır. chincha adaları uzun zamandır kuşlar için bir geçiş bölgesidir. okyanus tabanındaki lav bacalarından yükselen bu adalar zaten hali hazırda mineral açısından birer cennet iken kuşlar tarafından istila edilmiş olması değerini katlar. çünkü insan elinin değmediği bu adalarda biriken tezek adanın doğal mineral deposu topraklarıyla buluştuğunda ortaya dünyanın en verimli doğal gübresi çıkmaktadır. guano bugün dahi inanılmaz yüksek verim sağlayan doğal bir gübre türüdür.

    guano'nun patatesin verimini arttırdığı gerçeği justus von liebig adlı bir organik kimyacının çalışmaları sonucu meşhur olmuştur. peru kuş boku sayesinde çok zengin olmuş, bu adalara binlerce çinli köle getirerek canları çıkana kadar çalıştırmış, bok bittiğinde ise ülke iflas etmiştir. ekonomiyi kuş bokuna bağlayıp karşılığında fransız parfümü alırsan olacağı o zaten. insan bazen tarihte devletlerin nasıl bu kadar aptalca yönetildiğine hayret ediyor. bu arada chincha adaları başlığında çok aydınlatıcı bir entry var. yazar sağolsun bu konuyu uzun uzadıya benim anlatmama gerek bırakmadan çok güzel özetlemiş. ellerine sağlık.

    entryde değinilmeyen husus ise altı üstü kuş boku yüzünden koca ülkelerin birbirine girmesidir. 40 yıl içinde peru, yaklaşık 13 milyon ton ihracat yaptı. tekel olduğu için fiyatı kendisi belirliyordu. bu hem avrupa hem kuzey amerika'da sorunlara yol açtı. ingilizler adaları istila etmeye niyetlendi. abd kongresi, 1856'da guano adaları yasası'nı geçerek amerikalılara keşfettikleri herhangi bir guano adasını istila etme hakkı verdi. milletlerin gübreye bağlılığı da yine aynı döneme denk gelir. sonrasında ise günümüze kadar bu bağ hiç kesilmedi. insanlık bu dönemde bildiğiniz bok yüzünden birbirine düştü.

    bu guano savaşının sonucu olarak yapay gübre ve modern tarımın ilk adımları atıldı. çok değil üç asır önce avrupalı bir insanın yaşam kalitesi bugünün gelişmemiş afrika ülkelerinden farklı değildi. sıradan halk doğru miktar ve çeşitlilikte beslenemiyordu. hatta afrika ve asya'daki bazı köylüler daha zengin besleniyorlardı. modern tarım sayesinde mısır ve patates yükselişe geçerek avrupa'yı yeni bir çağa taşıdı. 1700'li yıllarda bir milyardan daha az olan insan nüfusu yetersiz beslenirken bugün yedi milyardan fazla insan o dönemde yaşamış bir insandan üç kat fazla beslenebiliyor. bu da haliyle yaşam standartlarının yükselmesine ve nüfus patlamalarına yol açtı.

    yalnız bu dönem bununla kapanmadı. insanlar patatese bağlandıkça karşılarına başka sorunlar çıktı. adanın her yerine patates eken irlandalılar 200 sene içerisinde 1 milyondan 8 milyon nüfusa eriştiler. gel gelelim tek bir kaynağa bu kadar yatırım yaparken yokluğunda ne olacağını hiç hesaba katmadıkları için büyük acılar çektiler. 1845-1852 yılları arasında irlanda patates kıtlığı başladı. nereden geldiğine dair çeşitli savlar bulunan bir tür mantar türünün bütün patates hasatlarını kurutmasıyla irlanda başta olmak üzere patates yetiştiren bütün ülkeler kıtlık çekmeye başladı. süre gelen yıllarda patates bitkisine zarar veren sadece mantar da olmadı. patates yanığı dışında böceğiydi mikrobuydu derken büyük kıtlıklar yaşanmaya devam etti. özellikle kuzey avrupada yaşanan kıtlıklar insanların ölmesine, kalanların göç etmesine yol açarak sanayi devrimini hızlandırdı. irlanda'da 1 milyondan fazla insan öldü, 2 milyondan fazlası ise göç etti. devamında tabi ki patates avrupadan silinmedi fakat bu kıtlık insanlara ders oldu. patatesi korumayı, tarımda tek ürüne bağlı kalmamayı, farklı patates türleri geliştirmeyi öğretti.

    aynı dönemde hem insanlar alternatifler aramaya başladı hem de tarım daha az kişiyle daha fazla verim alınabilen yöntemler geliştirdi. boşta kalan insanlar daha çok fabrikalara yöneldi. bu kımıl zararlılarıyla mücadele ederken tarım ilaçları sanayisi gelişti. son yüzyılda patatesi kurtaracağız derken insanları içten içten yiyen kanser vakalarını arttı. türkiye'de de uzunca süre kullanılan ddt ve öncülü tarımsal zehirler de ilk başta patatesi kurtarmak için icat edilmiştir. bitkilere zerk edilen bu zehirlerin besin zinciri yoluyla insanlara, hayvanlara ve gelecek nesillere zarar verdiğini ise çok geç keşfettik.

    anlayacağınız sadece patates diyerek geçtiğimiz bu bitki son beş asırda dünyanın kaderine etki etti. yeri geldi ülkelerin savaşlar kazanmasına yol açtı, yeri geldi kıtlıklara sürükledi. ülkemizde patatesin ilk defa 1876 yılında adapazarı ovasında yetiştirildiğini bilinmektedir. patatesin, adapazarı bölgesinde yetiştirilmesinde hüdevandigar valisi ahmet vefik paşa'nın büyük rolü olmuştur. patates, toprak kokan bir ürün olduğu için köylüler tarafından fazla ilgi görmemiş, ancak daha sonra 15 yıl süreyle öşürden muaf tutulmak suretiyle bölgeye yayılmasına çalışılmış ve 15 yıl sonra ancak, tarla ziraatı halinde yetiştirilmeye başlanmıştır. 1908 -1910 yıllarında marsilya'dan sağlam ve hastalıksız patates tohumlarının getirilmesiyle verimde önemli artışlar elde edilmiş, kazançlı ve faydalı bir bitki olduğu anlaşılmıştır.

    edit- bir kaç ekleme ve typo. bir de çok uzun yeeae diyenler için mama kıvamında bir özet videosunu şuradan izleyebilirsiniz: https://youtu.be/xromdsulcle

    hatta video sonunda çok beğendiğim kısmı metin olarak şuraya ekleyeyim;

    irlandalıların göç dalgasıyla avrupa, sanayi devrimi aracılığıyla modern dünyayı meydana getirecek, gelişmekte olan fabrikalara iş gücü olabilecek, büyük, sürdürülebilir ve iyi beslenmiş bir nüfus kazandı. bu yüzden patatessiz bir dünya düşünmek neredeyse imkansız. sizce patates olmadan sanayi devrimi gerçekleşir miydi? ya da askerleri besleyen ve kolay yetiştirilen bu ürün olmasaydı ittifak devletleri 2. dünya savaşını kazabilir miydi? böyle düşünürseniz dünya tarihindeki bir çok kilometre taşı peru dağlarından gelen basit bir bitkiye bağlanabilir...

  • nikah memuru: "... 'yı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"
    gelin : "evet!"
    nikah memuru: "peki siz damat bey ... 'yı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"
    damat : "evet!"
    nikah memuru: "ben de evet diyorum ve 3 evetle uğurluyoruz''

  • ya bir cumhurbaşkanı neden dandik bir tv dizisini korumaya geçer, hadi geçti neden bir komedyenle atışır? bir tek bana mı bu kadar saçma geliyor rte'nin her şeye yorum yapması, herkesle kapışması?

    ben türkiye'nin muhtarıyım dediğinde gülmüştük de, bu kadarını boş boş kahvede oturan muhtarlar bile yapmaz.

  • hangisinin benzediğini anlamadığım polis memuru.
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    .
    ek: esas komik olanı, şenol güneş sağdan ikincisine daha çok benziyor. bak, sağdan ikincisi şenol güneş'e benziyor demiyorum, nüans var.

  • inanılmaz. halk pazarı bile yok henüz ortada. sen türkiye’nin en güzel yerisin beşiktaş. biraz yaşlandın ve sağın solun kalabalığı sana aktı. umarım metro da geldiğinde iyice çökmezsin.

  • hakkını alamayan insanların sinirini neden hakkını alan insanlar bozuyor? hakkını vermeyenler bozsa ya sinirlerini? belki o zaman bir şeyler değişir.

  • bundan yakınan insanın ciddi bir sorunu olduğunu düşünüyorum.

    yurtdışına çıkmanın bir numarası, insanı özel bir statüye getirmesi gibi bir şey yok. dolayısıyla yurtdışına çıkmakla hava atmak, bunu herkese duyurmak istemek gibi bir şey de yok. sadece bazı garip insanların kulakları seçici geçirgenlik yapıyor. yurtdışından bir şehir / ülke ismi duyulduğu anda kulaklar dikiliyor, nefes alma sıklaşıyor, dişler bileniyor, salyalar akıyor, yumruklar sıkılıyor, "bir tane ağzına çarpacam o olacak" diye düşünceler geçmeye başlıyor.

    bu ne lan?

    adam gezmiş görmüş, bir şeyler tecrübe etmiş. bunu da paylaşıyor. sırf anlatılan şey yurtdışında geçiyor diye garip garip tepkiler veriliyor. şu iki diyalog arasında (-) tarafından verilen saçma sapan cevaplar dışında bir fark yok mesela:

    - abi saraçoğlu'ndaki atmosfer başka bir yerde yok.
    + ya bırak allah'ını seversen, inönü'ye gel de öyle konuş.
    - hadi len ordan.

    vs.

    - abi saraçoğlu'ndaki atmosfer başka bir yerde yok.
    + abi öyle deme, anfield'da gol oldu mu tribünler kendinden geçiyor.
    - hıamnısktmn.

    veya:

    - olm bu kahve çok iyiymiş ya. hayatımda içtiğim en iyisi olabilir.
    + valla baya iyi evet. ama yine de bence en iyisi bizim evin iki sokak aşağısındaki kafedeki.
    - aa, deneyeyim bi ara.

    vs.

    - olm bu kahve çok iyiymiş ya. hayatımda içtiğim en iyisi olabilir.
    + valla baya iyi evet. ama yine de roma'da bizim otelin oradaki meydanda içtiğim gerçekten bambaşkaydı.
    - hıamnısktmn.

    gibi. bu ne şiddet bu ne celal arkadaş?

    muhabbet dönüyor, konuyla alakalı insanlar başından geçmiş şeyler anlatıyor. herkes konuyla alakalı birşeyler anlatıyor, bir şey yok. birisi konuyla alakalı yurtışında geçen bir şey anlatıyor, auuuvvv.

    anlatmasın o zaman insanlar. bu olaya kıl olan insanlar da mutlu mesut yaşamaya devam etsin, sanki dünya türkiye'den ibaretmiş gibi.

    - ee sen ne yaptın tatilde, nasıl geçti?
    + yoktum ben tatilde falan. hiç var olmadım. aynı seninki gibi çok sıkıcı geçti. haydi benim zamanım keyifli geçmediği için mutlu ol.

  • demografi, dünya'da veya bir ülkede bulunan nüfusun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen bilim dalıdır. yunanca demos (halk) ve graphein (yazmak) kelimelerinden meydana gelmiştir.

    demografi, dünyada veya bir ülkede bulunan nüfusun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen bilim dalı. yunanca demos (halk) ve graphein (yazmak) kelimelerinden meydana gelmiştir. nüfusun coğrafyası veya nüfusbilim olarak da tanımlanır.

    demografi kısaca mevcut nüfusun; yaş, cinsiyet, evlilik durumu, geçim durumu, tahsil durumu gibi çeşitli sosyal ve ekonomik yönlerini inceleyen demografi; ülkelere ve bölgelere göre nüfus dağılımını ve doğum, ölüm, göç hareketi gibi gelişmeleri inceler