hesabın var mı? giriş yap

  • doğrusu "dünyanın güneşe her sene 5 milyon km yakınlaşıp uzaklaşması" olan başlıktır. dünyanın güneşe uzaklığının her sene 147 milyon km ile 152 milyon km arasında değişmesi olayıdır. "dünya güneşten 1 metre uzakta olsa donardık, 1 metre yakında olsa yanardık" diyen pilavlı sohbet adamlarının içine dert olan olaydır ayrıca.

  • sevgili bulmak zor değil. zor olan aşık olmak. daha zor olan aşık olunan kişinin de size aşık olması. bu kombinasyonla bir ilişki kurulması daha da zor. artık en en en zor olan ise öyle bir ilişkinin yürümesi. tutku kaldırabilen koşullarda yaşamıyoruz malesef.
    (bkz: hayırlı forumlar)

  • ulan 'bir alkış alabilir miyim?' dediğinde bilgisayar başında alkışladım. yazık günah. akşamüzeri akşamüzeri üzmüş adamdır.

  • komple hiç fire vermeden bir sonraki nesle aktarılan, baskın gen tanımını yeniden yapan, karşısındakinin genlerine asla şans tanımayan, ibrahim tatlıses'in fenotipini olduğu gibi yavruya geçiren başarılı genlerdir. gerek ido olsun gerek yeni bebeği olsun ibrahim tatlıses'in bu genlerinden nasibini fazlasıyla almıştır.

    kök hücrelerle uğraşan bilim insanlarını ibrahim tatlıses'in gen dizilimini incelemeye davet ediyorum. çünkü eğer insanlık geleceğini arıyorsa o gelecek ibrahim tatlıses'in genlerinde gizli.

    çekinik gen nedir bilmiyorlar, ezip, silip süpürüp geçiyorlar. ibrahim tatlıses angelina jolie ile çocuk yapsa çocuk ido'nun biraz daha uzunu olur, hepsi o!

  • söyleyeceği şeyi dolandırmada usta, ima yapmada işinin ehlidir:

    - seni buraya hangi rüzgar attı nina? yoksa "ağır" ve "pirinçten" bir rüzgar mı? ha?
    - nicholas'ı pirinç mumlukla benim mi bayılttığımı ima ediyorsun?
    - bilmiyorum nina, sen ne dersin, ha?

    hep böyle bir alaycı hava, abuk subuk imalar... hep böyle bir küçük dağları ben yarattım, siz de şans eseri oradan geçiyormuşsunculuk... "bilmem, sence de öyle mi?" 'ler, lafı şakacıktan bir tarafından anlıyormuşçuklar... cukcuklar, cikcikler...

    - bir içki hazırlamamı ister miydin richard? hah hah... ister misin?
    - evet, lütfen. sert olsun.
    - sert diyorsun... pirinçten bir mumluk gibi sert...
    - nicholas'ı benim bayılttığımı mı ima ediyorsun?
    - senin bayılttığını ima ettiğimi de nerden çıkarıyorsun?
    - ya kafasına ben vurmuşum gibi sürekli imalar bakışlar filan atıyosun...
    - nicholas'ın sadece bayıldığını biliyorduk richard... kafasına vurulduğunu değil! hah ha! kendin söyledin!

    sanki totoşuna vurulsa bayılacak nicholas, heralde kafasına vuruldu. bunu bilmiyor mu? tabi biliyor. ama tehditkar, alaycı, karşısındakini tiye alan, her an patlamaya hazır bir bomba imajını sarsacak bir hata yapmaması lazım.

    - sana bir şey itiraf edeceğim daniel. nicholas'ı ben bayılttım.
    - ne? sen mi? o zaman kaç bölümdür ne diye ima üstüne ima yapıyorsun? hasta mısın kuzum?
    - kuzun? kuzu mu? hah... pirinçten ve ağır bir kuzu heykeli mi ha? kuzu şeklinde bir mumluk mu?
    - rahatsızsın olm sen.

  • sinemada da brecht epiği yapılabileceğini gösteren film. tiyatro oyunu gibi akar. anlatıcımız mahkemeye çıkarılmış olan feyzo'dur. anlatır anlatır... bütün bu anlatının arasında ekrandan sloganlar izleriz. "işçiler kardeş patron kalleş", "kahrolsun faşizm" gibi. sonunda da feyzo ağalık düzenini hakime şikayet eder. son bölümde "sen devletsin, sen bilirsin, sen söyle babam, suç kimde?" dediği anda, hakimin biz olduğumuzu, bir yargıya varmamız gerektiğini, bu yargı ışığında kendi hayatımızda bu tür sorunlar gördüğümüzde müdahale etmemiz gerektiğini anlarız. brecht mumla arasa kendi teoremini özetleyebilecek ancak bu kadar güzel bir film bulabilirdi.

    bu film 88'lere kadar yasaklıydı. o tarihlere kadar aynen şimdiki gibi kemal sunal'ın filmlerine ezber olan bizler, 88 senesinde (yanılmıyosam) bu filmin yasağının kaldırılmasıyla, yepyeni bir film gibi izlemiştik. ancak filmin yasağının kaldırılması benim hep canımı sıkmıştı. çünkü 80'lerden beri süren apolitikleştirme sürecinin tamamlandığını, artık tam anlamıyla apolitikleştiğimizi, bu filmin artık "zararsız" hale gelmesi suratlarımıza çarpmıştı. sonuç? filmin zamanında yasaklanmasına neden olan tüm bu göndermeleri ve laf sokmaları, dürtmeleri "gülerek" izlemiş, ağzımızın kenarından sızan "apolitik" salyaları silmiş, yaşantımıza aynen devam etmiştik. zararsızdık artık. ne güzeldi...

  • boşluğun uzun süre boyunca görünür oluşunun ortaya çıkardığı can sıkıntısı halinin karşı kutbunda hiç boş vakite/alana sahip olmayışın yol açtığı boğulma ya da kıstırılmışlık hislerinin olduğunu farkedebildiğimiz noktada can sıkıntısını da kaçıp kurtulmanın elzem olmadığı ruh hallerinden biri olarak düşünmeye başlayabiliriz.

    canı sıkılmaya vakti olmayan kişinin yaşamı işgal altındadır ve sağlık bozucu bir baskıya yol açar bu sıkışıklık. can sıkıntısının genliği ya da frekansının yaşamlarımızdaki boşluklara dair işaret ettiği şeyler vardır ve hiç ama hiç negatif değildir böylesi işaretler. boşluk varsa doldurabilir, boşlukla oyalanabilir, başka bir can sıkıntısı anında oyalanma nesnesini değiştirebilir ya da boşluktan faydalanarak düşünebilir, meditasyona dalabilir, uyumadan da dinlenebiliriz. can sıkıntısı dönüşmeyi bekleyen potansiyellik halidir ve ona yoğunluğunu veren de hareketin, eylemin henüz ortaya çıkmamasıdır. yağmur öncesi havanın sıkışıklığıdır can sıkıntısı. söz konusu gökyüzüyse havaya bakar ve "yağmur yağacak" deriz. söz konusu can sıkıntısı olduğundaysa ortaya neyin çıkacağının bilinmezliği insan doğasının zenginliğidir. bazen de bu bilinmezliktir insanı "bir an önce ortaya bir şey çıksın" sabırsızlığına iterek eyleme geçmeye zorlayan. boşluğa karşı nasıl tavır aldığımız yaşamımızdaki pek çok eylemin gidişatı üzerinde de belirleyici olacaktır.

    can sıkıntısına karşı aceleci çareler arayışımız ya da yaşam boşluklarımızı doldurarak sıkıntıya geçit vermemek konusundaki ısrarımız hakkında bir daha düşünmeliyiz belki de. çünkü yaşamımızdaki son boşluğu da o ya da bu şekilde doldurduğumuzda belki can sıkıntısına karşı tümüyle korunaklı oluruz da, can sıkıntısının işgale karşı koruyuculuğundan, tekilliğimizin bu gündelik işaretinden gönüllü olarak vazgeçmiş oluruz.

  • oğuz adında yeni tanıştığım bir arkadaşımla galatasaray-fenerbahçe derbisini izlemek üzere maçı yayınlayan bir mekana gitmiştik. maç başlamadan bir fotoğraf çekip, derbiyi unutmadığımızı facebook'ta ilan edelim dedik.

    neyse çektim fotoğrafı yükleyeceğim, oğuz "ne yazacaksın?" dedi, ben de şöyle bir etrafa baktım, kimse bağırmıyor etmiyor diye, "bağırmayan taraftar gelsin" yazdım yükledim.

    akabinde maç başladı, 10-15 dakika geçti.

    oğuz; abi bir arkadaşın yorum yaptı galiba.
    ben; yapsın?
    oğuz; pek hoşuma gitmedi ama.
    ben; ne yazmış?
    oğuz; ben söylemeyeyim sen bak. ben pek sevmem bu tarz konuşanları.

    dipnot arası; yorum yapan annem. gurbetteyiz falan diye annemin facebook profil fotoğrafında, benim şimdiki halime hiç benzemeyen eski bir fotoğrafım var. arkadaşımda fotoğrafa bakıp, ismi okumadığı için gördüğü erkeği* benim arkadaşlarımdan biri sanıyor.

    gelelim annemin kısa süreli bir gerilim yaşatan yorumuna;

    "annen de gelsin mi?"