hesabın var mı? giriş yap

  • bayılırım.

    öncelikle bir konuda anlaşalım. sinema neden birileriyle gitmek zorunda olduğunuz bir aktivite olsun ki? kim demiş bunu? sinema, ne birileriyle gitmek ne de tek başına gitmek zorunda olunan bir aktivitedir. kimi o şekil sever, kimi bu şekil sever. ben tek başına gitmeyi daha çok severim, etrafımda bıdır bıdır konuşan, hışır hışır paket karıştıran, cart curt fermuar çeken tiplerden de pek hazzetmem. bu konularda tam bir emekli öğretmen huysuzluğundayımdır. dolayısıyla ilk kez seyredeceğim bir filmi, özellikle de sevdiğim bir yönetmenin merakla beklediğim bir filmiyse, tek başına izlemeyi başkalarıyla izlemeye daima tercih ederim.

    yanımda bir şeyler konuşan, anlamadığı yeri soran, dikkatimi dağıtan birini istemem. daha önce izleyip beğendiğim bir filmi yeniden izlemek istersem, o vakit biriyle gitmeyi -özellikle de filmi görmesini istediğim birini- tercih edebilirim.

    hiç tanımadığım şehirlerde tek başıma sinemaya gitmeyi de severim, tanıdığım şehirlerde sinemaya gitmeyi de severim.

    sinemaya gitmeyi severim bir kere. biriyle ya da yalnız, hiç fark etmez.

  • anlatıda bir sanatçıyla bir üreticiyi ayıran çok temel bir fark vardır. bu; tekniğin, kullanılan ekipmanların, deneyimin ve bütçenin ötesinde bir ayrımdır. bir üretici projeye başlar ancak ortada üretmeye çalışmaktan başka bir amaç yoktur. bir yazıya başladığında önemli olan anlatılan şey değil o yazının sonunu getirebilmektir, bir filme başlandığında amaç filmin izleyici üzerinde etkisi değil post prodüksiyondan çıkabilmesidir. bir sanatçı ise elinde daha kötü koşullar olsa da bu tür girdaplarda kaybolmaz ve derdi neyse onu anlatmaya çalışır.

    bir sanatçıyı fark etmenizi sağlayacak en kolay unsurlardan biri budur. sanatçı ortaya bir ürün çıkarmak için işe başlamaz. bir işe başlar çünkü anlatması gereken bir derdi vardır. bu yüzden üreticiler ilham beklerken ya da writer’s block’la uğraşırken sanatçılar tutkuyla çalışmaya devam eder.

    ancak bir derdinizin olması ve onu bir şekilde anlatılabilir bir formata getirmeniz ortaya çıkardığınız filmin izleyici tarafından beğenileceği anlamına gelmez. burada “ama filmin bir mesajı var.” gibi bahanelere de sığınamazsınız çünkü filmi yapan kişi olarak fikri izleyiciye ulaştırma konusunda büyük sorumluluk size ait. bir de bu filmin yönetmeni spike lee gibi derdiniz güncel politika ise işiniz daha da zor. çünkü derdinizi anlatmaya çalışırken atacağınız yanlış adımlar sizi bir çığırtkana dönüştürebilir.

    bu nedenle şimdi bahsedeğimiz blackkklansman çok özel bir film. çünkü derdini didaktik olmadan, izleyiciyi manipüle etmeye çalışmadan müthiş bir teknikle aktarmış. ayrıca spike lee burada derdini anlatırken hem bunun bir film olduğunu unutmamış hem de çok derin sosyal konulara işaret etmiş. şimdi filmimiz önemli bir konuyu işlerken sanatsal yönden güçlü olmayı nasıl başarmış bir bakalım.

    --- spoiler ---

    1 ) ılımlı ana karakter: sinemada yapılması gereken en temel işlerden biri izleyiciyle ana karakter arasında bağ kurdurmak olduğu için yönetmenler ana karakter üzerinden görüşlerini izleyicilere kolaylıkla aktarabilirler. ancak yapılan şey bir miting değil film olduğundan fikirleri direkt olarak aktarmak ve izleyicinin bunları kabul etmesini beklemek “sigara içmek kötüdür.” gibi çok temel bir fikirde bile alıcının direnç göstermesine neden olur.

    çünkü izleyici yönlendirildiğini hissetmekten hoşlanmaz. bu yüzden böyle bir filmde tek bir yöne bakan bir ana karakteri kullanamazsınız. mesela malcolm x filminde bile merkezde bir fikir adamı olmasına rağmen spike lee, malcolm'u fikirleri değişen ve gelişen bir insan olarak resmederek izleyicinin kaçmasına engel olur.

    bu nedenle yönetmenimiz derdini anlatırken kwame ture gibi bir adamı değil de ron stallworth’u ana karakter olarak seçmiş. çünkü kwame’nin fikirleri çok keskin ve her diyaloğunda bunu görebiliyorsunuz. ancak bir fikri sinemada sadece diyaloglarla ve aşırı uçlu karakterlerle anlatmaya çalışırsanız ne yapmaya çalıştığınız kısa sürede fark edilir ve fikrin değerinden bağımsız olarak izleyiciler filmden sıkılır.

    ron ise kwame’den oldukça farklı. çünkü ana karakterimiz konuşmaktan ziyade fikirlerini yaptığı işlerle gösteren bir insan. mesela siyahiler ile beyazların uyumlu bir şekilde yaşamasını istiyor. ancak bunu bir salon dolusu insana anlatmak yerine gidip polis oluyor. çünkü sistemin ancak içeriden düzeltilebileceğine inanıyor. ırkçılarla mücadeleyi de yine harekete geçerek başlatıyor. çünkü bir eyleme katılıp bin yerine bin birinci insan olmak yerine, gerçekten bir soruşturma yürütüp gerekli tutuklamaları yapmayı tercih ediyor.

    2 ) güçlü anlar: eğer ırkçılık gibi bir konu hakkındaki görüşlerinizi geniş kitlelere aktarmak istiyorsanız, mantık çok işinize yarayacak bir şey değildir. isterseniz şemalar kullanın, polis şiddeti vakalarının istatistiklerini tutun, bunların eyaletlere göre dağılımlarını gösterin. elinizdeki materyal ne kadar gerçek olursa olsun bir rakam izleyici için bir rakamdır. 532 ile 523 sayısı kolaylıkla karıştırılabilir. ancak aradaki 9 fark, 9 farklı insanın hayatı demek.

    bu yüzden ayrımcılık gibi bir konuyu işlerken mantığa değil duygulara hitap etmek zorundasınız. o aradaki 9 rakamı önce 9 isme daha sonra 9 hayata ve sonunda da toplumu etkileyen 9 insana dönüşmelidir. spike lee de bunu filmde jesse washington’ın linç edilmesini anlattırarak yapıyor. spike lee zaten monolog çekmek konusunda çok başarılı. filmlerinde de konuşmacılara sıklıkla yer veriyor. ancak bu sahne diğerlerinden farklı. çünkü bu filmdeki kwame ture ya da malcolm x gibi karakterler, insanları harekete geçirmek için konuşuyorlardı. bir talepleri vardı ve ateşli bir şekilde bunun nedenlerini aktarıyorlardı.

    jesse washington’ın başına gelenlerin anlatıldığı sahne ise bundan farklı. birincisi bu sahnede monoloğa başlayan karakter sizden bir talepte bulunmuyor. ikincisi de toplumun başına gelen sistematik bir olaydan bahsetmiyor. çünkü toplum çeşit çeşit insandan oluşur ve onların tümüyle bağ kurmak zordur. ancak anlatılan kişi sayısını bire indirirseniz ister norveç’te ormancı olun ister kazakistan’da at yetiştiricisi, bir insan olarak yaşanan acıyı karşınızdakine hissettirebilirsiniz. bu his de rakamlardan daha kalıcı olur.

    3 ) karikatürize kötü adamlar: genel olarak filme bakarsanız klan üyelerinin kafası pek çalışmayan insanlar olarak resmedildiklerini görürsünüz. ilk başta bu klan üyeleriyle dalga geçmek için yapılmış bir şey gibi görünür. ancak bunun anlatım olarak farklı bir amacı var sanırım. çünkü belli bir grubu kötü göstermek istiyorsanız bunun onlarca farklı ve ciddi yolu var, onları karikatürize tipler olarak göstermek bunların en sonuncusu. bir de her ne olursa olsun hiçbir yönetmen filmlerindeki karakterlerin böyle basit görünmesini istemez.

    benim fikrime göre spike lee’nin bunu yapma amacı filmi daha izlenebilir kılmak. çünkü eminim ırkçılığın içine doğup büyümesi nedeniyle spike lee amerika’daki gerçek bir ırkçı nasıl biridir biliyordur. istese bundan çok daha gerçekçi karakterler üretebilir. ancak bunu yapmadı çünkü ortalama bir izleyicinin bir ırkçıyı sinir krizi geçirmeden izlemesi çok zor. eğer american history x’deki gibi amacınız izleyiciyi rahatsız etmek ve böylece konuya dikkat çekmekse o zaman başka. ancak spike lee’nin amacı bu değil. o, ron’un hikayesini anlatmaya çalışıyor. bu yüzden klan üyelerinin gerçek yüzünü gösterip seyircisine mide krampı yaşatmaktansa bu karakterleri dalga geçilesi bir hale getirip hikayenin önüne geçmelerini engelliyor.

    mesela filmdeki connie karakteri nefret edilesi bir insan. ancak klan toplantısına kraker getirdiğini görüyoruz çünkü nefret izleyiciyi bir kere ele geçirirse bakış açısını bulandırır. bu da hikayenin düzgün bir şekilde anlatılmasına engel olur. bu nedenle dalga geçilesi kötü karakterler gerçekçi kötü karakterlerden daha işlevsel bu hikaye için.

    4 ) mizah: bu konu benim spike lee filmlerinde en sevdiğim noktalardan biridir. çünkü yönetmenimiz burada öyle bir teknik kullanır ki normalde çok ciddi meselelerin konuşulduğu bir diyaloğu izlerken sürekli gülersiniz. bu teknik de görüntü yönetmenliğiyle kurgunun birleşimiyle yapılır. öncelikle kamera konuşacak oyuncuyu tam orta portreden alır. çoğu filmde diyalog esnasında oyuncu karşısındaki insanın konumuna göre hafif sağda ya da solda yer aldığı için tam karşıdan görmek izleyicide bir şeylerin garip olduğu hissini yaratır.

    tekniğin ikinci aşaması da kesmelerle alakalı. o1 ve o2 diye iki tane oyuncumuz olsun. normal bir diyalog sırasında o1 repliğini söyler. susar kamera hala onu çekerken o2 konuşmaya başlar ve ilk kelimenin bittiği yerde kesme yapılarak ekran o2'ye geçer. bu da kesmelerin doğal görünmesi için yapılır. çünkü normal hayatta da karşınızdaki insan siz yüzüne bakmaya başladığında konuşmaz. bir kelime söylemeye başladığı anda siz bakışlarınızı ona yöneltirsiniz. bu teknik de insandaki bu huyun bir taklididir.

    peki spike lee bu doğallığı neden bozuyor? çünkü eğer ciddi bir diyaloğu teknik anlamda doğru çekerseniz onu ağır bir hale getirirsiniz. ancak tekniği bozarsanız garip bir durum oluşur. bu da hem o diyaloglardaki meseleleri aktarmak hem de filmi ağırlaştırmamak için kullanılan bir yöntemdir.

    5 ) minik zaferler: insan zihni başlanan bir işin tamamlanmasını ister. böylece dosyayı kaldırıp arşive atabilir. ancak bir yönetmen anlattığı meselenin film biter bitmez unutulmasını istemez. bu nedenle spike lee de ron’un ve ekibin başarısını minimum düzeyde tutmuş. tabi bu gerçek olaylardan uyarlanmış bir hikaye ancak spike lee seyirci mutlu olsun diye karakterlerine madalya bile verdirebilirdi isterse. ancak onun yerine dosyayı olabilecek minimum kazanç ile kapatıp izleyicinin gerçeklerden uzaklaşmasını engellemiş.

    çünkü zaferin tonu tutturulamazsa seyirci sahte bir tatmin duygusuna kapılabilir. böyle bir durumun önüne geçmek için de klan üyelerinin planladığı saldırının başarısız olduğunu görüyoruz daha sonra bombayı yerleştiren connie’nin tutuklandığını öğreniyoruz. bu da en azından hikayeyi toparlamak için yeterli oluyor. bir de sanırım polis şiddetini es geçmemek adına hikayenin başlamasından önce siyahi bir çocuğu vurmuş olan polisi de tutuklatıyor ama kazanılan şeyler bundan ibaret.

    ayrıca siz finalde daha büyük bir zafer beklerken, film bu kadarı yeter şimdi gerçeklere dönelim diyerek önce soruşturmanın sonlandırıldığını haber veriyor. daha sonra ron’un david duke ile son bir kez dalga geçmesini gösterip önce ortamı yumuşatıyor sonra da yanan haç sahnesi ve gerçek haberlerden derleme görüntüler ile ana fikrin altını kalın kalın çizerek finalini yapıyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak bir film çok önemli bir meseleye dikkat çekmek istiyor olabilir. ancak meselenin önemi ya da bu çabanın değeri bir filmi iyi yapmaya yetmiyor. çünkü sinemada bulunan fikri uygulayabilmek o fikri bulmaktan çok daha önemli. spike lee de bu filmde gerçekte çok ağır olan bir konuyu izleyicisini yormadan aktarmanın yollarını aramış ve mizah, gerçekler ve sert konular arasında müthiş bir ton tutturmuş. ki bu da başarması gerçekten zor bir iş çünkü ırkçılık gibi bir konunun işlendiği bir filme mizahi kısımlar eklemek işin elinizde patlamasına yol açabilirdi. ancak spike lee nerede mizaha yer vereceğini nerede ciddileşeceğini çok iyi bildiği için iki uç arasında rahatlıkla gezebilen ve bunu yaparken ana fikrini seyirciye kolaylıkla aktarabilen bir film çıkarmış ortaya.

  • brezilya'nın alamanya karşısıdaki tarihi çaresizliğini gördükten sonra, sanıyorum iki takım da sahaya mutlak mağlubiyet için çıkacaktır.

  • geçen haftalarda yaşadığım, saniyelik olmasa da, 30 saniyelik bir salaklığımın, başlıkta zirveye oynayacağından eminim ve yazıyorum:

    evimin yanında bir 'metro market' var *. sabahladığım ve de yoğun şekilde çalıştığım bir gecenin sabah 8'inde bu marketten kahvaltılık alışveriş yapmak için buraya gittim, park ettim ve de kapıya doğru yönlendim. tabii sabahlamanın verdiği 'neredeyim lan ben?' tadındaki his ile henüz çevreme adapte olamamış bir haldeyim.

    neyse, içeri girdim, karşılama standındaki 2 genç kıza 'günaydın' dedim ve de onların hemen karşısında, benim ise sağımda bulunan alışveriş arabası sırasının başına yönelip bir alışveriş arabasını çıkarmaya çalıştım fakat market henüz yeni açıldığı ve de arabaların geceki düzeni ile durmasından dolayı arabayı çıkaramadım. ardından çıkarabilmek için biraz daha sert çektim, yine çıkmadı. böyle olunca da pozisyon alıp baya sert bir şekilde çektim ve de bu sefer çıktı.

    arabayı düzleyip tam gidecekken baktım ki en az 30 tane alışveriş arabası bana doğru gelmeye başladı, arabaların öbür ucu bile gözükmüyor, o kadar fazla araba yani. 'ulan sabah sabah işe bak, tutmak gibi bi adanmışlığa hazır mıyım?
    tutmazsam da karşı reyona çarpacak, yer de eğimli değil ki nasıl kayıyor bunlar?' diye düşünürken araçlar da gelmeye devam ediyor. o an kararımı tutma yönünde verip hafifçe tuttum arabaları, durmadılar, bu sefer yine biraz daha itmeye çalıştım, yine durmadılar. en son 'yeter lan' diyip bütün kuvvetimle, yerden destek alarak ittirdim ve de araçlar durdu ama bıraksam, tutmasam tekrar yürüyecek arabalar, karşı kuvveti hissediyorum yani. bu sebeple hemen girişteki kızlardan birine 'bunları tutmamız lazım, geliyorlar, çarpacaklar!' diye seslendim, tabii bu sırada tamamen kendimi adamış şekilde arabaları tutuyorum. pozisyon da şu: basketbolda pas atarken göğüs hizasından atarsın da, dirseklerin yanlara açılır ya, heh işte, onun sabah 8de alışveriş arabası tutan ve de dizler hafif kırılmış versiyonu. zaten içeri girdiğimden beri tek yaptığım hasan şaş tadında pozisyon alıp durmak iken, bir yandan da 'ulan ben ne ara bu olayın içinde kaldım?' diye de düşünüyorum fakat görev adamıyım, 'yapılacak' işi yaparım yani kafamdaki inanmışlık seviyesi o en azından. seslendiğim kız bana baya şaşkın gözlerle 'ne yapıyor bu?' dercesine baktı. ardından kafasını arabaların öbür ucuna çevirdi. saniyelik olarak 'allah allah ya, burada böyle büyük bir olay yaşanıyor, ilgilenmedi bile' diye düşünürken, arabaların öbür ucundan bir ses geldi: yav bıraksana kardeşim!!

    ulan meğersem oranın çalışanı adam, arabaları yerinden çıkarıp düzenlemek için öbür taraftan ittiriyormuş.. düşünsene, saat sabah 8, işini yapmak için arabaları yerinden çıkarmak istiyorsun, ittiriyorsun, manyağın biri geliyor ve karşı taraftan bütün kuvvetiyle, kendini adamış bir şekilde geri ittiriyor. bir de yerden falan destek alıyor pozisyon alıp. tabii olayı farkettikten sonra hemen 'aa siz mi ittiriyordunuz ya hehe' diyip uzadım oradan.

    muhtemelen arkamdan 'çattık ya sabah sabah' demişlerdir, hala da birilerine anlatıyorlardır...

  • tamamiyle gramer kurallarına uygun olan soru cümlesidir. ingiliz ingilizcesinde read, study yerine kullanılabilir.

    zoge: oxford advanced learner's dictionary'den örnek iki cümle:

    she's reading for a law degree.

    i read english at oxford.

    akıllı olun.

  • anlamadığım nokta hangi ırktan olduklarını öğrendiklerinde neden duygusallaşıp gözyaşı döktükleri. şimdi ben %60 alman olduğumu falan öğrensem, sadece vay babayn kemiğine der şaşırırım.