hesabın var mı? giriş yap

  • biraz geç de olsa amerikan versiyonunu da bitirdim ve size laflar hazırladım. yer yer spoiler da çıkabilir karşınıza, sonra bana kızmayın.

    evvela, ingiliz versiyonunun basit bir önermesi vardı: "insanlar bilinçsizce tuhaftır." bu tuhaflığın en büyük sebebi, çoğu insanın kendine ayna tutma becerisi olmamasıydı. başka insanların gözünde nasıl göründükleri hakkında en ufak bir self-reflektif düşünceye sahip olmayan insanları her gün kameraya alırsanız ne olur? tam ne olduğunu bilmedikleri bir güç tarafından kapana kıstırılmış gibi hissederler.

    ricky gervais'in yazdığı hikâye, klasik ingiliz taşra mizahı bir anlamda. burada insanlar genelde kısıtlı zekaya sahiptir ve bunun farkında değillerdir, çünkü daha zekisini pek görmemişlerdir. david brent karakteri bu yönüyle, taşra (şark) kurnazı olmaya çabalayan bir adamdır. kasıtlı ya da değil kötücüldür. bencilliğini, şehirliler gibi ince imaların arkasına gizlemeyi beceremez. nihayetinde ofis ortamında bir şekilde elde ettiği makam sayesinde daha da haylazlaşır ve kimse de ona karşı çıkamaz çünkü ondan çekinirler.

    gelelim amerikan versiyonuna. ilk sezon zaten ingiliz versiyonu ile neredeyse aynı senaryoya sahip olduğu için, hikâye karakterlere tam oturmuyor. ayrıca ingiliz mizahı ile amerikan sit-com kalıpları pek uyuşmuyor. nitekim ilk 3-4 sezon filan dizi, orijinale sadık kalarak, "insanlar tuhaftır" önermesinin peşinden koşuyor ve bir hikâye anlatmaya çalışıyor ama karakterler kendilerini bulup ortam da ısınınca, 5, 6 ve 7. sezonda klasik amerikan sit-comuna yaklaşıyorlar. bence dizinin en keyifli sezonları da bunlar. herkes oyunun içinde ve o başlangıçtaki "tuhaflık" artık karakterlerin farkında olmadan dışarı verdikleri bir izlenim değil, doğrudan kucakladıkları bir özellik.

    gelgelelim, burada dizinin kendine ihaneti diyebileceğim bir durum da ortaya çıkıyor. gerek david brent, gerekse michael scott, olağanüstü bencillikleri ve yetersizliklerine rağmen elde ettikleri gücü her durumda kötüye kullanmaları sebebiyle, şarlo'nun diktatör filmindekine benzer bir "persona"ya sahipler. evet ofis ortamı olduğundan biraz daha ehlileşmiş diyebiliriz ama özünde narsist, aşağılık adamlar. bu sebeple ingiliz versiyonunda david brent finalde kaybedene dönüşüyor ve kimse ona sahip çıkmıyor. ama amerikan versiyonunda, karakterler kendi iç tuhaflıklarıyla barışıp "yaa aslında hepimiz iyi insanlarız" sit-com'culuğuna düşünce, dizi iyiden iyiye bir sevgi kumkumalığına girişiyor.

    yani amerikan versiyonunu seyrederken, ofiste kimsenin michael scott'a itiraz edememesini, bir beyaz yakalının hayat-kariyer endeksine bağlanmış hayatından vazgeçememe kaygısı etrafında okumaya hazırlanıyorsunuz. hatta bir bölümde stanley'in itiraz etmesini, bu bağlamda yerli yerine koyuyorsunuz. sonra bütün yapım ekibi karakterlere kıyamayarak, "yaa michael scott da bizi seviyordu" noktasında yeniden o absürt ve klişe "hepimiz kardeşiz" bataklığına giriyor.

    nihayet 7. sezonda michael scott ayrılınca, ofis bence daha da amerikanize oluyor. tam bir sit-com tadı yakalıyorlar 8. ve 9. sezonda. elbette 9'un son bölümleri iyiden iyiye vedaya hazırlık olduğundan yapış yapış sünmüş ama 8'de ve 9'da, bu yeni formata çok uygun baya iyi sahneler var. yani izlemek tamamen vakit kaybı değil. ama dediğim gibi bence dizi orijinalliğinden ("tuhaflıklarının farkında olmayan insanların günlük yaşamı") 5. sezondan itibaren ödün vererek, "komik karakterlerin maceraları" kıvamına geçti. bu bence amerikan seyircisi için doğru tercihti.

    velhasıl, the office de hayatımızda bir yer edinmiş oldu. arada bazı bölümleri açıp izlerim.

  • camilerden bile para kazanmak için altına dükkan yapan din bezirganlarının yersiz şikayeti. evet bazı şeylerden para kazanılmıyor. ne acaip değil mi?

    e:ben açmadım başlığı.

  • bazı serseri ruhlu futbolcular vardır ki iyi oynarlar, yetenekleri yüksektir, değişik kabiliyetleri vardır, stardırlar, piçlik yaparlar, taraftar bu adamları çok sever ama böyle adamlar genelde sorunlu olurlar, kırmızı kart görürler, hocaya posta koyarlar, rakiple dalaşırlar, takım arkadaşlarıyla kavga ederler, özel hayatları yüzünden formlarında iniş çıkışları çok olur, iki güldürür, bir ağlatırlar taraftarı. her şeyin güzel gittiği bir maçta gider kırmızı kart görürler. günün sonunda kârda mıyız zararda mıyız anlamazsın. misal quaresma böyle bir adamdı.
    drogba'yı hatırlayın. büyüklüğü ve katkısı tartışılmaz bir figürdü. ama ucl de chelsea maçlarında frikikte 45 metreden kaleye şut atacak kadar kendine oynardı. egosunu tatmin ederdi.

    icardi, pic mi, evet pic. ırz düşmanı mı, ırz düşmanı.

    ama adama bakıyorsun adam tepeden tırnağa safi efendi takım oyuncusu. sanırsın ergün penbe amk. takım arkadaşlarına çok saygılı, rakibe ve hakemlere karşı zarif, ince. takım şampiyon olmuş, bu gitmiş ankaragucu oyuncularını tek tek tebrik ediyor. okan'ı, okan'ın oğlunu sırtlıyor. bunun çeyreği kadar kariyeri olmayan adamların havasından yanına yaklaşılmaz. en küçük bir kibrini görmedim, sıfır efo, adam dogru dürüst sarı kart bile görmedi. kral top oynadı, örnek sporcu gibi davrandı. güzel izler bıraktı. büyük yetenek, devasa bir karaktermiş hakikaten, üstelik bu adam kiralık olarak bizde, sanırsın metin oktay. öylesine bir aidiyet. dünkü kutlamalara bakın, koca koca adamlar "aşkın olayıım" diye bağırıyor.

    açın maç videolarını durdura durdura futbol uzmanlarına izletin, adam her pozisyonda en doğru kararı veriyor. yüzdeye vursan, 100 pozisyonun 98 inde doğru olanı yapmıştır, o derece rasyonel. pas verilecekse pas verir, şut cekilecekse şut çeker, doğru tercihi hep yapabilen birisi. bu kadar efektif oynayan adam görmedim ben. her hareketi buram buram kalite kokuyor. adamı karısı seviyor, çocukları seviyor, sevgilileri seviyor, milyonlarca taraftar seviyor, rakipler bile seviyor. bir messi sevmiyor. o da karısını kapar diyor korkuyor zahir. neyse dağıtmayalım. buralara gelir, iki gol atar, 3 maç sakatlanır, 5 maç kırmızı görür, rakiple dalaşır, arkadaşlarıyla kavga eder sonra çeker gider diye düşünüyordum, adam korkunç disiplinli ve tutarlı oynadı. bir penaltıda laubalilik yaptı diye hemen yanlışını anladı ve sonraki penaltılarda ağları yırttı.

    neticeten 120 yıllık kulüpte, kusursuz bir performans sergileyip, güzel hatıralar bırakan ender futbolculardan biri oldu.

    abartmıyorum, bugün bile takımdan ayrılsa kendisinin ismini gs tarihinin ilk 10 ismi arasına tereddütsüz yazarım.

    edit: aa debe olmuş aşk adam.
    her şeyin yeterince kötü olduğu ülkede yüz güldüren ender kişi ya da şeylerden biri.
    tekrar edeyim;

    "aşk adam"

  • ozellikle kis soguklarinda nasil bunu nasil becerebildiklerini dusunemedim cocuk tipidir, davranisidir. kimseler uyanmadan kalkip pijamasiyla koltuğa oturur, minicik parmaklariyla uzaktan kumandanin dugmelerine basip sevdigi cizgi filmi izlemeye koyulur. salona bir baskasinin gelmesi onun icin hic bir sey ifade etmez. cunku bambaska bir hayal aleminin dehlizlerinde kulac atmaktadir. cocuk iste...

    yıllar sonra gelen edit: benim çocuğumdur.*

  • bi donem tum ford sahiplerini hirsiz yapmisti.

    ya arkadas resmen zincirleme hirsizlik dalgasiydi bu. ipnenin biri zamaninda nasi kaybettiyse anteni kaybetmis. sonra gidip baska bi forddan calmis. o anteni calinan da baska forddan caliyor. o oburunden o oburunden çala çala bitmeyen bi döngü oluyor. arada biri gidip yedek parcacidan alsa zincir kirilcak ama olmuyor. tum turkiyeyi ebe misali dönen toplu ve sirali bi hirsizlik akimi.

    neyseki yeni modellerde kaldirdi ford da sanirim bu sacmaligi.

  • kimsenin allah lafından rahatsız olduğu yok arkadaşım. sizin bu en ufak olayda da mağdur müslümanı oynamanız gerçekten de komikleşmeye başladı.

    kurumsal bir hesabın, bir üniversite hesabının bu tarz cümlelerle yaptığı bu paylaşımı doğru bulmuyorum. birilerine yaranmaya çalışıyorlar, ötesi yok.