hesabın var mı? giriş yap

  • hahhahahahaa diyerek karşılaştığım olaydır

    "berat ağbi, doçentlik sınavından yine kaldım ağbi"
    "bizim senden başka kimimiz var berat ağbi"

    aynı zamanda tezlerinin de çalıntı olduğu ortaya çıkmıştır. oğlum selman, tv'de atatürk'e dil uzattığın zaman sinirimden uyuyamamıştım, işte adalet böyle tecelli eder.

  • devletin yapılan yollardan ve köprülerden kullanım ücreti alması şu mantığa dayanır.

    devlet vatandaşın kullanması için yol yapar ve bu yolun yapılmasının ardından bu yolun yapım maliyetini çıkarana kadar kullanım ücreti alır.

    ancak bizim ülkemizde bu şekilde olmuyor. 30 sene önce yapılan yoldan köprüden hala para kesilmeye devam ediliyor ki benim şahsi görüşüme göre bu vatandasa atilan arsizca bir kaziktir.

  • misal:

    - dış cephede genellikle tek renk kullanılır; biri açık, biri koyu tonda.
    - dışa doğru genişleyen merdivenler vardır
    - bu merdivenlerin hemen yanında (sağ veya sol) atatürk büstü, onun yanında türk bayrağı bulunur.
    - kapının hemen üzerinde iğrenç bir mavi tonunda ilkokul adı ve t.c. milli eğitim bakanlığı vs yazar.
    - boyası çıkmış, eski bir pota bulunur bahçede.
    - çoluk çocuk koştursun diye beton bir geniş alan vardır okulun tam önünde, arkası da öğretmenler için park alanıdır. pek gidilmez.
    - okul binası kutuplardan basık ekvatordan şişkince bir şekilde genelde 2-3 katı geçmeyip, enlemesine uzundur.

    kısacası hapishane, hastane, devlet dairesi bunlar hep aynı kafanın mimarisidir. şuradan biraz örnek almak lazım.

  • 21 eylül 1986 ankaragücü beşiktaş maçında top hakeme çarpıp gol olmuş ve beşiktaş mağlup olmuştu ve o sezon beşiktaş 1 puan farkla şampiyonluğu kaçırmıştı. yani o gol olmasa şampiyondu. maçın hakemi ahmet akçay o maçtan sonra yaşadığı bir anıyı anlattı az önce bir programda.
    süleyman seba, maçtan sonra ahmet akçay'ı arıyor ve "hocam biz seni biliyoruz. bu senin ve bizim yaşadığımız bir talihsizlik oldu. bu aralar canını sıkarlar, bir kaç gün gazete falan okuma. kendini de üzme" diyor.
    hani şu "beşiktaşlı duruşu diyip duruyorsunuz. nedir lan bu duruş?" diye soranlar var ya. onlara bir örnek olsun isterim.

    edit: yıllar sonra videosunu buldum. buyrunuz efendim. https://youtu.be/bvyzaieabxm

  • zamanın ötesinden gelen edit: arkadaşlar ilk entry uçmuş ilgili kaza şudur: kaza
    motorcunun haklı tavırları, masrafımı karşıla git saçmalıkları irrite edebilir...

    motorların trafik kuralları farklı mı bilmiyorum ama sağdan araç geçilmez. bu durumda motor suçlu oluyor.

    edit:
    kanun numarası: 2918 (karayolları trafik kanunu)
    madde 54/3
    geçme, geçilecek aracın solundaki şeritten yapılır. geçilecek aracın sürücüsü ses ve ışık cihazları ile uyarılarak, geçerken kullanılan şeritte güvenli mesafe gidildikten sonra işaret verilip izlenecek şeride girmekle tamamlanır.
    araçların sağından veya banketlerden yararlanmak suretiyle geçmek yasaktır.
    ancak, herhangi bir araç, başka bir yola, karayoluna bitişik bir mülke girmek veya sola yanaşıp durmak için bu niyetini sola dönüş işareti ile belirtmiş ise bunların sağındaki şeritten geçilebilir.

    motorun herhangi bir özel mülke girme veya durma gibi bir derdi olmadığı için suçludur ve polis suser'in dediği de yanlıştır. işine daha fazla saygı duyup öğrenmesi dileği ile.

  • office'in en öngörülemez karakteri. tam bir wild card. ve bence göründüğünden daha derin bir karakter.

    diziye ilk başladığında bugüne kadar gördüğün hiçbir karaktere benzememesi ile ve belki biraz da diğer karakterlerin tepkilerinden etkilenerek en nefret ettiğin karakter oluyor. iğrenç espriler yapan, inanılmaz cahil biri gibi geliyor insana önce. o konuşurken duvarlar üzerine geliyor. yeter be adam diyorsun.

    biraz daha iyi tanıyınca özünde kötülük olmadığını anlıyorsun. aslında kullandığı kelimeleri kötü niyetle kullanmadığını, yaptığı şakaların çoğunlukla herhangi bir gizli anlam içermediğini anlıyorsun. tek istediği yaptığı şakalara gülünmesi olan dışlanmış bir adam görüp üzülüyorsun.

    ve sonra insanların michael scott'a biraz haksızlık ettiğini düşünmeye başlıyorsun. şakaları sosyal açıdan uygunsuz olsa da daha iyisini bilmediği için böyle şakalar yaptığını anlıyorsun, ve onları göz ardı etmeye alışıyorsun.

    sonra, michael scott'ın çocukluğuna ve kişisel yaşamına biraz daha eğildiklerinde taşlar yerine oturuyor ve onu sevmeye başlıyorsun.

    benim için michael scott'ın karakter gelişiminde ve izleyici üzerinde uyandırdığı hislerin belirlenmesinde birkaç kırılma anı var.

    --- spoiler ---

    en önemlisi bence çocukların işe geldiği bölümde onlara izlettiği kaset. michael'ın bu garip kişiliğinin çocukluktan beri devam ettiğini ve sebebinin de akranları tarafından dışlanması olduğunu anlıyoruz.

    çocukların acımasızlığı ile başlayan bir süreç sonunda 40lı yaşlarda bile iletişim kuramayan, tek istediği şakalaşıp eğlenebileceği arkadaşlara sahip olmak olan bir çocuk adam olmuş michael.

    belki de hep dışlanıp hor görüldüğü için sosyal ortamlarda nasıl davranması gerektiğini kavrayamamış. işinde başarılı olup terfi alması bile insanların saygısını kazanmaya yetmemiş.

    kafamda kaldığı kadarıyla, sanırım ilk kez bu bölümle michael için üzülüyor ve onu anlayıp ona sempati beslemeye başlıyoruz.

    kronolojik olarak doğru olmayabilir ama sanırım bu sıralarda, belediye ile işi bağlamak için jan ve michael belediyeden bir adamı yemeğe çıkarıyorlar. bu bölümde ilk kez michael'ın satış elemanı olduğu yıllardaki performansı hakkında ipucu ediniyoruz. ve iyi bir satış elemanı olmasının şans veya rastlantı olmadığını, michael'ın satış yaptığı insanları iyi tanıyarak başarılı olduğunu görüyoruz. aslında göründüğü kadar aptal biri olmadığını jan ile birlikte fark ediyoruz.

    daha sonra, kampa davet edilmediği için kendi kendine kampa gitme kararı aldığı bölümde de ilk kez michael scott'ın aslında gerçekten de iyi bir patron olduğunu anlıyoruz.

    ofisi idare etsin diye bıraktığı jim, her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor ve michael scott'ı michael scott yapan sahnelerden biri bence geri döndüğünde konferans odasında jim ile yaptıkları konuşmadır.

    o konuşma sonunda fark ediyoruz ki michael aslında kafasına göre hareket eden boş beleş biri değil. birlikte çalıştığı insanları da öyle ya da böyle tanımış, deneyimli bir yönetici. insanlar için sağlamaya çalıştığı bir iş ortamı var. orası gerçekten de onun ailesi gibi.

    sonra, jan'in dava sürecinde yaşadığı şeyler ile de, o güne dek yaptığı işi çok gördüğümüz (veya daha fazlası olamaz zaten dediğimiz) michael'ın aslında çok daha iyi yerleri hak eden bir karakteri olduğunu görüyoruz. bütün hayatını ona hiç saygı duymayan bir şirkete adamış ve hiç karşılığını alamamış bir çalışan.

    ve son olarak holly'nin gönderilmesini telafi etmek için yolladıkları kanada gezisi dönüşünde david wallace ile telefonda yaptığı konuşma çok önemli.

    bütün sadakatini sunup karşılığında bir tutam saygı beklediği şirketin ona karşı olan düşmancıl tutumunu fark ettiği o andan sonra daha başka bir michael var.

    o ana dek hep insanlara değerini anlatmaya ve kendini kabul ettirmeye çalışan biriyken o andan sonra kendi değerinin farkına varıyor michael.

    çünkü gerçekten de dunder mifflin michael scott'ın ne kadar yüksekten uçabileceğini bilmiyor.

    kendi şirketini kurma macerasından sonra geri döndüğünde kendini kanıtlamış biri olarak dönüyor.

    --- spoiler ---

    biri benden michael scott'ın özetini istese bu sahneleri izletirdim.

    her şeye rağmen michael hep biraz sinir bozucu bir karakter olarak kalıyor ama michael'ın kafasının çalışma şeklini çözdükten sonra onu öyle kabul ediyor ve ona karşı bağışıklık geliştiriyorsun.

    ve michael'ın olmadığı bir ofisin ne kadar kötü olduğunu ise maalesef izleyip görüyorsun.

    michael scott ilk lokmada nefret edip sonra vazgeçemediğin bir yemek gibi. bazen onu yemekten sıkılsan da onsuz bir hayat düşünemiyorsun.

    bu arada, bazen steve carell'in mimiklerini donald trump'a benzetiyorum. neden bilmiyorum.

  • bugün, 70'inci yaşını kutlayan şair. şiirin muzaffer sarısözen'i, türkü babası...

    yozgat, yerköylüdür. onun da cemal süreya gibi, turgut uyar gibi, ece ayhan gibi, orhan veli gibi, sabahattin ali gibi memuriyete bulaşmışlığı vardır. 26 sene toprak mahsulleri ofisinde memurluk yaptıktan sonra emekli olmuş ve antalya'ya yerleşmiştir. her nedense türkiye'nin her yerinde dinletilere, kitap günlerine gider ama en az etkinliği antalya'da yapar.

    türk şiirine, "senin korkularını benim inceliğimi" gibi bir şaheseri kazandırmıştır. ahmed arif'in anılarını okurken bir bölüme rastlamıştım. oktay rifat, ahmed arif'e "sen nazım hikmet'ten başka şair bilmez misin" diye sitem eder. ahmed arif de kendisine "bilirim elbet" diyerek, "hani kurşun sıksan geçmez geceden" şiirini okur. sonrasında kendi cümleleriyle şöyle devam eder:

    "fakat oktay rifat çarpıldı. 'korkunç, korkunç güzel bir şiir,' diye söyleniyor. 'ben bu şiirle elli tane şiir yazarım,' diye sürdürdü konuşmasını, 'malzemeyi nasıl böyle hoyratça harcıyor bu yahu...' o zaman şu karşılığı verdim: 'sen elli tane yazarsın, sulandırırsın konuyu, şiiri, mısraı… bu boya ile elli resmi boyarım diyorsun. o zaman bu şiir olmaz. yani senin yaptığını sanma ki biz bilmiyoruz. sen prevert’ten yürütüyorsun, charles nodier’den yürütüyorsun, sonra da bir yenlikmiş gibi sunuyorsun bunları…'"

    acaba diyorum, "oktay rifat bu şiiri görseydi, bu şiirden kaç şiir çıkarırdı?" çok merak ediyorum. şiirde öyle dizeler var ki, şiiri satır satır bölseniz, her bir mısradan bir şiir çıkar... öyle büyüleyici. üstüne üstlük zalim gibi yazdığı yetmemiş, bir de zalim gibi okumuş...

    "şimdi anlıyor musun
    gidişinin neden ayrılık olmadığını,
    bir yaprak düşmesi kadar ancak,
    acısı ve ağırlığı olduğunu.
    bir toplama işleminin
    sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
    boşluğa bir boşluk katmadığını,
    kar yağdırmadığını yaz ortasında....

    ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından
    kalkıp ağzını yıkadığında başlamıştı.
    ben bulutları gösterirken,
    'bulmacanın beş harfli bir yemek sorusuna'
    yanıt aramanla halkalanmış,
    'aşkın şarabının ağzını açtım,
    yar yüzünden içti murt bende kaldı'
    türküsü tenimde düğümlenirken,
    odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
    dağlarda öldürülen çocukların
    fotoğraflarını kenara itip,
    'bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı?'
    dediğinde varacağı yere varmıştı çoktan."

    heyt be... dizelere bak, destur deyip dağları düz eder... ekmek teknesi'ndeki ölü berber korkut gibi "allah" çektirir adama*

    yozgatlı olduğu için, türkülere hakim olduğu kadar özellikle orta anadolu bozlaklarına bir meyli vardır. bu şiirde, teninde düğümlendiğinden bahsettiği, "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" türküsü bir çorum bozlağıdır ve şekip şahadoğru'na aittir.

    çok güzel bir bozlaktır bu eser. ve şiirdeki bu bölüm, bana göre bu bozlağın şah dizesidir. (bkz: türkülerden şah dizeler) şöyle ki; şekip şahadoğru, çok usta bir söz söyleyici. burada, "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" derken, bahsettiği şey aslında ayrılık. murt, anadolu'da yaban mersininin meyvesine verilen addır. özellikle akdeniz bölgesinde ve çukurova'da bu şekilde kullanılır, hatta bu bölgelerde, kimse yaban mersininin ne olduğunu bilmez; murttur o. yaşar kemal okuyanlar, aşinadırlar. güzel şarap yapılır murttan. "yar yüzünden içti" dediği de, "yar üst kısmından, yüzeyden içti" anlamına geliyor. yani, "şarabın yumuşak içimli, tortusuz kısmını yar gömdü, bize dibinde posası kaldı" diyor, çaktırmadan. şükrü erbaş da, türküyü o kadar güzel tahlil etmiş ki, “cuk” diye oturtmuş şiirin orta yerine. iyi de etmiştir.

    şükrü erbaş, türkiye’de belki de bir cumhurbaşkanın, bir şiirine karşılık “tenkit mesajı” yayımladığı tek şair olabilir.

    infial yaratan "köylüleri niçin öldürmeliyiz" şiiri yayımlandıktan sonra, dönemin cumhurbaşkanı süleyman demirel, şiire ilişkin bir tenkit metni kaleme alarak, şiiri yayımlayan gazeteye gönderir. metin aynen şöyledir:

    "köşenizde yayımlanan ve köylülüğü konu alan şükrü erbaş'a ait şiiri okudum. köylülüğü ağır şartlar çerçevesinde sunan söz konusu şiirin çok katmanlı bir yapıya sahip olduğu görülüyor. şiirin, köylüleri eleştirir görünürken aslında ironik bir üslupla, bizzat şartlar içerisinde değerlendiremediği köylülüğü, ona tepeden bakarak uygarlık yolunda yük gibi gören yanlış anlayışı eleştirdiği kanaatindeyim. bununla birlikte, gerektirdiği gibi derin bir anlayışla okunmayıp, sadece düz anlamı itibariyle dikkate alındığında köylümüzü zem eden bir metin olarak yorumlanabilecek ve birtakım yanlış anlayışlara yol açabilecek niteliktedir."

    şükrü erbaş’ın, “başıma bela oldu” dediği şiirle mücadelesi, böylelikle başlamış olur. şair, sonraki yıllarda bu şiir nedeniyle defalarca ölüm tehditi ve imzasız hakaret mektubu alır.

    sosyalist bir şairdir. “edip’e yanıtı bilinen sorular” sormuştur.

    "kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
    'önce vatan' yazısı bir hüzün değil midir?
    bunca kanın helalini kim kime nasıl öder
    mezar taşlarıyla barış olur mu?
    gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç
    hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur
    'kim istemez şad olmayı cihanda' edip
    viranede baykuş sesi zafer midir?"

    şiirlerinin satır aralarında çok güzel aforizmalar gizlidir.

    "geceyi seyrede seyrede öğrendim ki, ışık insanın içinde yanmıyorsa yüzüne de vurmuyor." demiştir, mesela…

    sonuç olarak güzel insandır şükrü erbaş. hayatta olan bir şairle ilgili yazacak pek bir şey yok aslında. kendisi aramızda sonuçta, canı isterse anlatır kendisine dair bir şeyler. ama dün instagram’da paylaştığı bir fotoğrafın altına, “doğum gününüz şimdiden kutlu olsan hocam” yazmıştım. çocuksu bir sevinçle cevap verdiğini görünce, buraya bir şeyler yazmak istedim.

    bizlere okuyup iç çekeceğimiz, daha nice dizeler miras bırakması ve bilmediğimiz nice türküler öğretmesi dileğiyle...

    "ben şiir yazmazsam, yitirir dilini içimdeki çocuk." demişti... hep yazar umarım...

    "canı cehenneme rahat uyuyanın,
    kapısını örtenin perdesini çekenin.
    yüreği yalnız kendiyle dolu
    duvarları ancak çarpınca görenin.
    canı cehenneme başkasının yangınıyla
    evini ısıtıp yemeğini pişirenin."

    eyvallah hocam, o kadar haklısın ki... alayının canı cehenneme. ama sen var ol. senin doğum günü kutlu olsun. iyi ki doğmuşsun, iyi ki yazmışsın...

  • sömestır tatilinde, akşam evde otururken birden telefonum çalar, ilkokul arkadaşlarım buluşmuş ve beni çağırıyorlar

    ben: ben gidiyorum, ilkokul arkadaşlarım aradı, buluşmuşlar

    babam: oğlum boşver, napacaksın küçücük çocuklarla?!