hesabın var mı? giriş yap

  • "formamız bayrağımızdır !" diyenlerin kulübü, athletic bilbao'nun kısa hikayesi

    1898 yılında kurulan athletic bilbao, bir asırdan uzun bir süredir sadece bask kökenli futbolcular ile yeşil sahalarda.

    real madrid ve barcelona ile birlikte, la liga'da hiç küme düşmeyen 3 takımdan biri olan bilbao'nun bask kökenli futbolcular ile oynama geleneğinin arkasında ise beklenmedik bir hikaye yatıyor.

    kulüp, kurulduğu ilk yıllarda sadece ingiliz futbolcular ile sahada yer alıyordu. takvimler 1911 yılını gösterdiğinde bilbao, oynadığı bir copa del reymücadelesinde kural dışı yabancı futbolcu oynatmak ile suçlandı. bunun üzerine kulüp, suçlamaya bir tepki olarak, daha sonraki maçlarına sadece bask kökenli futbolcular ile çıkmaya karar verdi.
    bu yaklaşıma sahip tek kulüp yalnız bilbao değildi. bilbao'nun ezeli rakibi real sociedad da bir süredir sadece bask kökenli futbolcuları oynatıyordu ancak ilerleyen yıllarda bu şekilde yeterince rekabetçi olamayacağını düşünen kulüp zaman içerisinde bu politikayı terk etti.

    1898'den beri forma sponsoru kullanmayan ve "formamız bayrağımızdır." mottosuyla hareket eden bilbao, 2008 yılında bir ilke imza atarak petronor adlı bask kökenli bir petrol şirketi ile göğüs sponsorluğu için anlaştı. ancak bu anlaşma da ancak 2011 yılına kadar devam etti ve taraftarlarının da baskısıyla athletic tekrar sponsorsuz formalarına geri döndü.

    125 yıllık tarihinde yalnızca 3 kez yabancı oyunculara kapılarını açan kulüp, yine de bu oyuncuların yabancı olmalarına rağmen bask bölgesi doğumlu olmalarına dikkat etti. (bkz: bixente lizarazu), (bkz: aymeric laporte) ve (bkz: inaki williams).

    modern futbolun gereklilikleri doğrultusunda her ne kadar eskisi kadar benimsenmesi söz konusu olmasa da başlangıç noktasında athletic bilbao’nun oyun stili fiziki mücadelenin teknik mücadelenin önüne geçtiği ingiliz sunderland takımından gelmekte.

    bunun hikayesi ise; ingiltere’ye eğitim için giden basklı bir öğrencinin memleketine gönderdiği sunderland forması, aynı zamanda athletic bilbao’nun da renklerini oluşturmasıyla başlıyor. aynı renkleri sahiplenen iki kulüp arasında ise herhangi bir bağ bulunmuyor.

  • konulara - tek bir konuya odaklanmazdı- bir gözlemci edasıyla yaklaşması ve bu şekilde belgelemesi en büyük özelliğiydi bence. bunu da bresson'un ortaya attığı decisive moment kavramını reddetmesiyle sağladı diyebiliriz. esas kullandığı kamera bir leica'ydı, fakat o değişik formatlarla deneyler de yaptı. örneğin cape code fotoğrafları large format ile kaydedilirken, 9/11'de ground zero'da çektiği fotoğraflar hem büyük format hem de orta format dijital kareler içeriyor.

    bana sorarsanız, kendisi fotoğraflarında estetikten çok içerik, anlam ve gözleme önem vermişti. farklı bir mizah anlayışı var, ne ingiliz fotorğafçıalr gibi direkt ve belirgin, daha çok detaylarda gizli. fotoğraflarını detaylı incelersiniz ve oz aman farkedersiniz bu mizahı, misal; pariste çektiği yere düşmüş adam , burdaki mizah bir insanın yere düşmesi değil, burdaki miza, o düşen adamın çevresinde olanlar, kimsenin aldırmayışı ve hatta üzerinden atlayıp günlük hayatlarına devam etmeleri, ya da vitrindeki kaplan fotoğrafındaki vitrindeki kaplan, sırtında levha olan evsiz adam ve hemen yanında duran arkası dönük iyi giyimli köpek... görsel katmanlar kadar anlamsal katmanlar üzerine de çalışması bence en önemli özelliği.

    genel fotoğraflarını incelediğinizde belki görsel olarak diğer fotoğrafçıların gerisinde kalabiliyor ilk bakışta, ama anlatmak istediği şeyi yakaladığınız noktada ne kadar büyük bir fotoğrafçı olduğunu anlayacaksınız. bu bağlamda bütün incelediğim fotoğrafçılar arasında en iyi gözlemci diyebilirim kendisi için.

    fotoğrafı, özellikle de sokak fotoğrafçılığını anlatması, o şirrsel ses tonu ve sözcükleri. bu nedenle de modern fotoğrafçılığı anlatan her belgeselde kendisi geçiyor, kendisi anlatıyor fotoğrafın anlamını. ve onun kadar da iyi anlatan başka birisi yok diyebilirim. kendisi için fotoğraf filozofu tanımı yapsam çok da abartmış olmam.

    kendisiyle tanıştıktan sonra fotoğrafa bakışım büyük ölçüde değişmişti. o güne kadar "if your pictures are not good enough, you're not close enough" yaklaşımını benimsemişken, aslında güzel karelerin yaklaşmadan da hatta daha da geriye giderek bile çekilebileceğini anladım.

    kendisi eki bir grafik ta sarımcısı, hatta işini gücünü bırakıp fotoğrafı seçmesi enteresan ve bana sorucak olursanız abartılmış bir hikaye, fakat grafik tasarım altyapsını, bir çok büyük format fotoğrafında görebiliyorsunuz. açıkçası bu fotoğraflar bana çok bir şey ifade etmiyorlar ama gene de bakış açısını daha net algılamam konusunda net bir tablo koyuyorlar ortaya.

    sokak, belgesel ve portre fotoğrafçılığı ile ilgilenen herkesin kesinlikle takip etmesi gereken bir isim. fotoğrafa gerçek anlamda büyük katkıları olmuş...

  • bir sözlü sınav: cumhuriyetle demokrasi aynı şey midir?
    - yok hocam diildir, mesela adında cumhuriyet olduğu halde çin halk cumhuriyetinin yönetimi demokrasi diildir
    -aferin, nasıldır peki yönetim orda?
    -bilindiği gibi çin, imparatorlukla yönetilmektedir
    (o sıralar son imparator filmi oynamaktadır)

  • arayüz nedeniyle satılan ürünü bulmanın zorluğu.

    ürünü google'da filanca ürün amazon şeklinde aratarak bulabiliyorum.

  • 2 üst katımda komşular var. çocuklar o kadar çok koşuyor ki bina komple sallanıyor. bir üst kat komşum, köpek aldı ve ev ahalisinden birisinin temizlik takıntısı var. günde 3 defa süpürge açılıyor. köpek sabaha karşı havlıyor. tüm apartmanda yankılanıyor. 2 alt komşum, havlama sizden mi geliyor diye geldi üst kata yönlendirdim. kaç defa dedim. saldırmamak için kendimi zor tutuyorum. sinir stres hastası yaptılar. elim ayağım titriyor artık. günlük hayat gürültüsü bile evde büyüyor. çünkü ben gürültü yapmıyorum. evden çalışıyorum. şu anda ev de değiştiremiyorum ki değiştirsem ne kadar fayda edecek. taharet musluğu sesi duyuyorum ya taharet musluğu! be hayvan oğlu havyan lan bu evi 3 cm perde betonla mı yaptın be itin evladı!? evde yürürsen davulun içindeymiş gibi ev sallanıyor. yeni bina. ne yapacağım bilmiyorum. kafayı yiyeceğim. bunun bir yönetmeliği, bir şeyi yok mu? tüm türkiye'yi adamlar bu şekilde inşa etti. kaçış yok. müstakil evi olan semtler ya çok fakir ya çok zengin. nasıl olacak?

    ya kardeşim normal ülkelerde, eğitimli insanlar sınıf atlıyor, kendi sınıflarındaki insanlarla mutlu mesut yaşıyor. parayı bu mağara itleri buldu. şimdi paraları ile kafamızı s*kiyorlar. bize kakaladıkları leş evlerde bizi yaşamaya mahkum ediyorlar. aynı kendi inşa ettikleri bu ucubeler ülkesindeki gibi. her alanda gerileme yaşanır mı be her alanda!! bu işler yurt dışında nasıl oluyor kardeşim? insanlar bir arada nasıl yaşıyor. en rahat olması gereken yer, senin cehennemin oluyor. daha da çok evlere kapanmak durumunda kaldığımız şu günler katlanılmaz halde.

    edit: imla