hesabın var mı? giriş yap

  • izmir'de kıbrıs şehitleri caddesi'nde geçen bir öyküsünü duyduğum şair ve dobra adam.
    hikaye şöyledir: can baba, bir takım hayranları ve arkadaşlarıyla bir yerlerde içer, sohbet eder. aynı grup, sabahın 5'i 6'sı gibi pek de kimsenin bulunmadığı kıbrıs şehitleri caddesinde yürürken, şair birden durur ve yere yatar. yanındakiler de aynı şeyi yaparlar. şair, gözlerini kırpmadan gökyüzüne bakmaktadır. hayranlardan birisi dayanamayıp sorar:
    - baba, ne görüyorsun, bize de söyle...
    üstat, gözlerini gökyüzünden hiç ayırmadan, ondan ulvi ya da şairane bir cevap bekleyen vatandaşa şöyle cevap verir:
    - çok sarhoşum, .mına koyim...

  • yabana atılmaması gereken bir ölüm türüdür. biraz şöyle işler.

    arkadaşlarınızla birlikte bir ormanda kamp kurduğunuzu düşünelim. gece geç saatlere kadar ateş başında muhabbet etmenin gerçekten iyi bir fikir olacağınızı düşündünüz ve bunu hayata geçirdiniz. bir müddet sonra bu fikrin aslında yanıbaşınızdaki göle girmek kadar çılgın olmadığını düşünmeye başladınız ve bunu da hayata geçirdiniz. bir süre gölü lıkırdattıktan sonra çadırlarınıza geçiyorsunuz. uyumak üzereyken mükemmel bir geceyi, yaprak hışıltıları ve dalların kırılma sesleri bir anda huzursuz bir geceye çeviriyor. bir şeyler yaklaşıyor ve aniden yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. nefesin mi kesiliyor yoksa tutuyor musun farkında değilsin. kafanı ürkekçe dışarı uzattığında gördüğün şey bir boz ayı. amerikan korku filmleri senin için gerçek oldu. aklınız anında, aynı oranda klişe bir hayatta kalma tavsiyesi veriyor. boz ayıların savunmacı bir şekilde saldırdığını düşünüyorsunuz ve ölü numarası yapmaya karar veriyorsunuz. bu şekilde ayı için çoğunlukla bir tehdit gibi görünmeyeceksiniz ve bu ayı, tercihen ayısız bir otel bulana kadar size zaman tanıyacak.

    peki ya korkudan cenin pozisyonunda yere yatsaydınız ve ölü numarası yapmak için iyi bir oyunculuk yeteneğiniz olmasına gerek kalmasaydı? cenin pozisyonundayken kendi kendinize ölerek ayıyı bu zahmetten kurtarma ihtimaliniz nedir? mesela annelerimizin çoğu öyle düşünüyor. küçük bir çocukken isteyerek veya istemeyerek, sokakta bir anda onların görüş alanlarından kaybolduğumuzda ve ardından bizi bulduklarında; "kalbime inecekti" veya “korkudan ölecektim!” cümleleri, kendilerinden bolca duyduğumuz, ironik bir şekilde rahatlama cümlesi olarak ağızlarından çıkıyor. daha da kötüsü, “beni yarı yarıya korkuttun!” diye tepki veren annenin umudu! bu sadece yarı ölü, yarı yaşayan anneler tarafından yapılan bir suçluluk taktiği mi olurdu yoksa annelerimizi gerçekten mezara göndermek konusunda endişelenmeli miyiz?

    anneniz sizi kaybettiğinde ya da kamptaki ayıyı gördüğünüzde vücutta çok özel şeyler oluyor. bu özel şeylerden biri vücudunuzun korkuya fiziksel tepkisi olan fight or flight tepkisi. yani ya kalıp savaşacağız ya bu durumdan sıvışacağız. kaslarımızın korku anında gerilmesinin sebebi her iki duruma da hazırlanmaları.
    çoğu durumda tehdit ortadan kalktığında, vücut normale döner. ancak bazen, korku yeterince büyükse; korku anında kan dolaşımına pompalanan 30'dan fazla horman kalbinizi sarsmaya başlar ve ayının önünde, cenin posizyonundayken gerçekten ölürsünüz. yine de ölüm belgenizde korku yerine kalp krizi yazması daha yüksek bir ihtimal olur.

    baskerville etkisi
    20. yüzyılın başında, sir arthur conan doyle, "the hound of the baskervilles" (baskerville'nin köpeği)ni yazdı. romandaki baskerville ailesi, yüzlerce yıldır hayaletvari bir köpek tarafından öldürülüyordu. köpeğin en son kurbanı da bahtsız sir henry baskerville idi. bu gizemi çözebilecek tek bir kişi var: sherlock holmes! romanı anlatıp aralarındaki bağlantıyı tek cümlede kurmayı isterdim ancak spoiler vermemeyi tercih ediyorum. korku ile baskerville'nin köpeği arasındaki bağlantıya geçelim.

    isviçre'ye 8.000 kilometre mesafedeki bazı bilim adamları, bazı önemli şeyler keşfedebileceklerini umarak, baskerville'nin köpeği'nin sadece bir kurgu mu yoksa gerçek hayatta da yaşanıyor mu merak ettiler. daha sonra adını "baskerville effect" koydukları bir tespit ile bu meraklarını giderdiler. bu onlar için zahmetli ve tuhaf olmuştu çünkü "baskerville etkisi" dedikleri şeyi yani "yoğun psikolojik stresin neden olduğu kalp krizi kaynaklı ölümleri" incelemek isteyen araştırmacılar; korkunun ölüme yol açıp açmadığını görmek için yüzbinlerce ölüm belgesini inceledi. ne mi buldular? gerçek hayattan bir kesit vererek devam edelim.

    çin ve japon kültürlerinde dört sayınının son derece kötü çağrışımları var çünkü telaffuzu "ölüm" kelimesine çok benziyor. dünyanın başka yerlerinde yaşasalar bile bazı çinli ve japonlar, ayın dördüncü gününde seyahat etmekten ya da dışarı çıkmaktan kaçınmaya çalışıyorlar. öyle ki bazı yerlerde 4. katı olmayan binalar veya 4. sayfası olmayan menüler bile var. araştırmacılar, bu garip kültürü 25 yıllık periyotta; 200.000 çinli ve japonun ölüm belgelerini, bu kültürle alakası olmayan 47 milyon batılı insanların ölüm belgeleriyle karşılaştırarak araştırdılar. her şey bittiğinde sonuç şuydu: çinli ve japon ölümlerinin, ayın dördüncü gününde batılı kontrol grubuna göre gerçekten de çok daha yüksek olduğunu buldular. çinli ve japon grubunda, her ayın dördüncü gününde diğer günlere göre %13 daha fazla kalp krizi kaynaklı ölüm vardı. 47 milyonluk batılı kontrol grubunun ise uçarı kaçarı yoktu, stabil sayılacak şekilde ölüyolardı.

    baskerville etkisinin incelenmesi çok kolay olmuyor çünkü "korkudan ölüm" üzerine araştırma yapmak başlı başına riskli ve etik dışı. korkunun öldürme gücü mevcut kalp rahatsızlıkları olan insanlar üzerinde daha etkili. peki ya hiçbir kalp rahatsızlığı olmayanlar? ani ölümün en ünlü raporlarından biri 1942'de harvard fizyoloğu walter b. cannon tarafından yayımlanmış. cannon, " voodoo death " olarak adlandırdığı bir fenomenden bahsetmiş.

    ani ölümlerin vodoo ve kara büyü inançlarının olduğu yerlerde daha sık meydana geldiğini fark eden cannon, güney amerika, afrika, avustralya ve yeni zelanda gibi yerlere odaklanmış. lanetlendiği söylenen gıdalarla yüzünden ve büyülü olduğu söylenen mızraklar tarafından yaralanan sağlıklı, yabancı erkeklerin ani ölümlerini incelemiş. cannon, birçok insanın yiyecek ve suyu reddederek kendi ölümlerine neden olmuş olabileceğini belirtmiş olsa da, esasen toplumlarının yaşadığı bir korku yüzünden öldüler. bu şöyle bir şeye benziyor. bir hollandalı van'a geliyor ve buraya gelirken van gölü canavarı fenomeninden de haberi vardı. gece salla göle açılıyor ve bir su sesi eşliğinde dev bir silüet görüyor. o an, o hollandalı için o varlık van gölü canavarı. unutmayın korku anında beyniniz sizi olabilecek en muhtemel tehlikeye göre düşünmeye zorlar. low road'da alacağınız ilkel tepki budur. (korkunun işleyişi için sizi şuraya alayım.)

    korku bizi öldürebilir ve işin özü şöyle. temel olarak, sempatik sinir sistemi daha önce bahsettiğimiz fight or flight tepkisini harekete geçirir. korku geçtikten sonra bu tepkinin kapanması gerekir ancak bazen kapanmaz. kapanmadığı sürece adrenalin ve diğer hormanlar salgılanmaya devam eder ve kalp yüksek doz kokain almış gibi yoğun stres altında ezilir. damarların daralmasına neden olur, oksijen kalbe gitmekte zorlanır. bu durum vücudun rahatsızlığını daha da artırır. bir süre sonra da kalp kendini kapatır.

    yüksek derecede hissedilen korkunun bizi öldürebileceği gibi yüksek sevinçte bizi öldürebilir. makalenin başındaki annenin çocuğunu hemen değil de 30 yıl sonra bulmuş olduğunu varsayalım. uzun süredir kayıp olan çocuğunu bulduktan sonra ilk gördüğünde de anne benzer reaksiyonlara maruz kalabilir. çünkü ikisi de hem duygusal hem de fiziksel açıdan şok edicidir. siz yine de birilerinin kalbine indirecek seviyede şaka yapmayın çünkü gerçekten inebilir.

  • marketlerde satılan şu 32'lik falan kocaman paketli tuvalet kağıtları var, onları satın alamıyorum. sanki her gören "oha lan, o nasıl bir sıçmak öyle" diye düşünecekmiş gibime geliyor, utanıyorum. ikililerden alıp çıkıyorum.

  • cok guzel bir video olmuş. bence mantıklı. linç falan yemezler.
    "nereden baksan elinde kalıyor " sözünün açıklaması adeta.

  • zor hayatlardan ortaya çıkan sanat adına yeni şeyler sunabilme isteği sanat tarihinde nereye bakarsak karşımıza çıkıyor.

    öyle bir çocuk düşünün ki daha ilk doğduğunda kız olmadığı için neredeyse cezalandırılarak bir kız ismine sahip olmuş.

    çocukken sporcu olma hayalleri bir gün ayağının kırılmasıyla suya düşmüş.

    üstüne okuldan taşıdığı bir virüs kendisini es geçip annesini ölümün kollarına fırlatıvermiş.

    yurt dışına eğitim için gönderilmiş. o andan itibaren bir şekilde hayat onu sanata itmiş, resim eğitimi alarak hayatının kalan kısmını yoklukla savaşarak ve resim yaparak geçirmiş.

    babasından kalan mirasla paris’e yerleşmiş. hayatının sonuna kadar yaşayacağı bu şehir; ona sanatçıların içinde renkli bir hayat sunsa da savaş yokluk ve hastalıkla pek de iyi davranmamış ona.

    yaşadığı travmalar sonrasında alkol bağımlılığı oluşmuş. hep başına dert olmuş bu bağımlılık.

    günün birinde seine nehri kıyısında resim yaparken picasso ile tanışmış. ressamın çizimlerini çok beğenip onu evine davet etmiş. ona hediye ettiği tabloyu kapıdan çıkar çıkmaz satarak yemek ve içkiye yatırmış ve utancından bir daha picasso’nun karşısına çıkamamış.

    henri matisse’in başını çektiği canlı renklerle mavilerle morlarla kırmızılarla konuşan fauvizm ve expresyonizm akımlarına katılmış. paris’in sosyal hayatını kafelerini, sokaklarını, insanlarını kendi tarzıyla resmetmiş.

  • meram fen lisesi'ne başladığım ilk gün…
    uzak diyarlardan yatılı olarak gelmişim okula. dallama bi öğretmen birini kaldırdı tahtaya sınıfa girer girmez; evet kim hangi okuldan gelmiş annesi babası ne iş yapıyor yazalım tahtaya, dedi. bu ne biçim iş amk, ilkokulda mıyız diye soruyorum kendime. neyse başladı ön sıradan gözlüklü güzel bir kız:
    -gündoğdu koleji, annem öğretmen babam doktor
    ve devam etti yanındaki:
    -koyuncu koleji , annem ev hanımı babam sanayici
    -diltaş koleji, annem mimar babam doktor
    .
    .
    .
    liste böyle yazılıyor orta sıranın en arkasındaki bana yaklaşıyoruz ve bir tane devlet okulundan gelmiş olan yok. öğretmen kolejlilerle sohbet ediyor lafı uzattıkça uzatıyor, baban hangi hastanede? annen hangi firmada? babanı tanıyorum çok iyi esnaftır, demek ablan da savcı oldu vs…
    herkesin ebeveyni ya öğretmen/doktor/asker/avukat yada sanayici fabrikatör. derken tahtaya yazan çocuğa geldi sıra:
    -mareşal ilköğretim okulu(devlet) , annem öğretmen babam öğretmen,
    yazdı tahtaya da söylerken. biraz rahatladım, tek devlet okulu ben çıkacağım diye çekiniyordum.
    sonra yine özel okullardan devam. sıra bana geldi. ayağa kalktım :
    -atatürk ilköğretim okulu, annem çalışmıyor babam işçi!
    sınıfta sessizlik oldu bir anda. kimmiş bu işçi çocuğu gibi dönüp bakıyorlar bana. zaten neredeyse hepsi birbirini tanıyan bu özel okul öğrencileri, bir işçi çocuğunun 10 bin nüfuslu bir kasabadan bu okulu kazanmış olmasına şaşırıyorlardı. öyle ya, kendi odalarında ders çalışıp, servislerle okula giden, okul sonrası ders takviyeleri alan bu başarılı çocuklar başarının ailenin geliriyle doğru orantılı olduğunu kanıksamışlardı.
    -hmm enteresan, demekle yetindi öğretmen ve yanımda oturan maden sahibinin oğluyla sohbete başladı.
    sınıfta 2 tane devlet okulundan gelmiş öğrencilerden biri ve tek işçi çocuğu olarak oturdum, önüme baktım. öğretmenin yanımdaki maden sahibinin oğluyla esprili yaptığı muhabbete gülümsüyorum. bir yandan da derse giren her öğretmenin bunu yaptırıp yaptırmayacağını düşünüyorum. her seferinde ayağa kalkıp : annem çalışmıyor, babam işçi! mi diyecektim? neyse ki gerek kalmadı. çünkü bu bilgiler ders işlenmeye başlanan 3. güne kadar tahtada yazılı kaldı. her teneffüs sonrası sınıfa giriyor tahtaya bakıyorum ve gözümde büyüyen o yazı :
    babası işçi!
    silmek istiyorum, babamın işçi olmasından utanıyorum, bu okula geldiğim için pişmanım, bu insanların arasında benim işim ne? diyorum. kimseyi tanımıyorum, sene 2002 , birilerini arayıp mesajlaşıp içimi dökemiyorum. işçiyse işçi ne olacak, diyorum kendi kendime. oysa kimsenin umurunda değil artık babamın işçi olması. 3 saniye bana bakıp hayatlarına devam etti herkes ama ben edemiyorum. tahtada yazmaya devam ediyor o yazı, ne zaman silinecek bu tahta diye stres yapıyorum.
    öğle arası babam aradı. biz dönüyoruz, gel aşağı vedalaşalım.
    indim, annemle babam yatakhanenin önünde mutlu bi şekilde benim onlara yaklaşmamı izliyorlar. gözleri ışıldıyor. ee ne de olsa iyi bi okula yerleşmiş çocukları, gururlu ikisi de. ben babama yaklaşırken : neden işçisin ki? bari öğretmen falan olsaydın , diye düşünüyorum. canın mı sıkkın diyor annem, yok diyorum. ellerini öpüyorum, sarılıyoruz. artık ara tatile kadar görüşemeyeceğiz. babam zaten harçlık bırakmasına rağmen gider ayak tekrar harçlık veriyor, belki cebindeki son parayı. babam iyi bir insan. işçi ama namuslu bir işçi. kimin babası ne iş yapıyor artık umurumda değil, tekrar sarılıyorum babama. benim doktor olduğumu göremeden ölen rahmetli babama…

  • victor hugo’nun bir sözü vardı, aklıma o geldi: ‘kadının, artık çıkarı kalmadığı erkeğe tanrı acısın...’