hesabın var mı? giriş yap

  • birçok yönetmen çocukken çok fazla film izlediğinden bahseder. mesela martin scorsese astımı olduğu için evde çok vakit geçirdiğini ve bu dönemde birçok film izlediğini anlatır. bir diğer örnek de quentin tarantino. kendisi bir film kiralama dükkanında çalışmış ve bu sırada pek çok film izlemiş. bu tür isimlerin erken yaşta izleyip ben de böyle filmler yapmak istiyorum dedikleri bazı filmler de var. çocuklukta atılan bu temellerin etkileri de genelde ileride görülür. mesela 60’lar ve 70’lerde patlayan kung fu filmlerinin tarantino filmlerine etkisi çok barizdir.

    tim burton için de durumun benzer olduğunu tahmin etmek zor değil. zaten filmlerine baktığımızda ed wood ve orson welles gibi yönetmenlere belli bir ilgisi olduğunu görebiliyoruz. ayrıca korku filmleriyle ünlenmiş vincent price’a da kendi filmlerinde rol vermiş. muhtemelen çocukluk kahramanı olan bu oyuncuyla çalışmak kendisi için çok önemliydi. bu açıdan willy wonka and the chocolate factory filminin de tim burton için böyle bir öneme sahip olduğunu düşünebiliriz. çünkü hem 1964 yılında yayınlanan kitap hem de 1971 yılında yapılan film tam tim burton’ın tarzını etkileyecek bir hikayeye ve görsellere sahip.

    bu yüzden tahminimce belli bir seviyeye geldiğinde tim burton yönetmenliğini etkileyen bu filmi tekrar çekmeye karar verdi. bu da insanın müziğe başlaması için ilham kaynağı olan kişiyle beraber sahne alması gibi çok özel bir durum. ancak böyle durumlarda genelde insanlar kendilerini çok iyi ifade edemezler. çünkü hayranlık çok özgür hareket etmelerine izin vermez. ancak tim burton burada gerekli dokunuşları yaparak hikayeyi kendine göre yorumlamayı başarmış.

    yine de bu film çıktığı dönemde pek beğenilmedi. hatta bu film çıktıktan sonra johnny depp ve tim burton ortaklığının artık pek verimli olmadığı yönünde yorumlar da yapılmıştı. filmi ilk izlediğimde ben de anlatılan hikayeye çok ısınamamıştım. çünkü charlie and the chocolate factory gücünü çocuksu hayal gücünden alan bir hikayeydi. çikolatadan oluşan nehirler, dalında şeker olan ağaçlar hep buna işaret ediyordu. tim burton’ın anlattığı hikaye ise biraz grotesk biraz da karamsar gelmişti izleyenlere.

    ancak geri dönüp baktığımda şunu fark ettim; evet tim burton filmi yaparken hayal gücünü çok umursamamıştı ama yine de kendine özgü bir ana fikri vardı. o da “güzelliğin içindeki çirkinlik.” gibi tam tim burton sinemasına uygun bir yorumdu. çünkü tim burton kendi filmlerinde normal ile alay eden (banliyö tasvirlerine bakabilirsiniz), yerleşik nizama karşı çıkan (filmlerindeki ergenlik çağındaki karakterler normal olan her şeyden şikayet ederler genelde) fikirleri işliyordu ve bu filmde toplumun “güzel” olarak kabul ettiği şeylerin kendi gözüyle ne kadar “sıradan ve çirkin” olduğunu anlatmaya çalışmıştı. bu da ölüm gibi insanların korktuğu konular üzerine eğlenceli filmler çeken bir yönetmen için çok şaşırtıcı bir durum değil aslında. şimdi biz de bu entry’mizde tim burton genel olarak güzel kabul edilen hangi kavramların çirkin yönünü göstermiş birlikte bakalım.

    --- spoiler ---

    bu hikayenin merkezinde çocuklar var. ilk film de ürkütücü havasına rağmen çocuklara açgözlü olmayın, aceleci olmayın gibi öğütler veriyordu temelde. bu filmde ise amaç bu şekilde öğütler vermek değil. çünkü zaten filmin hedeflediği kitle çocuklar değil. burada amaç çocuk gibi toplum tarafından masumluk, uysallık ve güzellik gibi kavramlar ile anılan genel fikre karşı çıkmak.

    ilk filmde çocuklara charlie’nin gözünden bakılıyordu ve bu bakış açısına “onlar yaramaz. ben uslu bir çocuğum değil mi?” gibi bir düşünce hakimdi. bu filmde ise çocuklara yetişkin gözüyle bakılıyor ve onları obur, istekleri bitmeyen, şımarık, ukala, hiçbir şeyden memnun olmayan varlıklar olarak görüyor. tabi ki bütün yetişkinler çocukları böyle görmüyor ancak burada amaç çocuk gibi toplum tarafından “güzel” kabul edilen genel bir durumun çirkin olabilecek yönlerine odaklanmak. çünkü evet her çocuk bu filmde gösterilen rakipler kadar kötü değil. ancak her filmde çocuklar masum, iyi, güzel olarak kabul ediliyor ve buradan hareketle hikayeye dahil ediliyorlar. tim burton’ın burada yaptığı ise genel anlayışa bir sanatçı olarak karşı çıkmak.

    bu düşüncenin etkilerini teknik açıdan da görebiliriz. mesela psikologlar çocuklar ile konuşurken başlarında heyula gibi dikilmeyin, daha kolay iletişim kurmak için onlarla göz hizasına inin derler. bu filmde ise çocuklar orta portre alınırken hep yukarıdan çekilmişler ve sanki ayakta duran bir yetişkine bakar gibi konuşuyorlar. buradaki yetişkin de filmdeki bakış açısını yaratan tim burton oluyor.

    filmde toplum tarafından kabul gören ancak tim burton tarafından karşı çıkılan bir diğer kavram da aile. her ne kadar finalde willy wonka aile yaşamını kabul etmiş görünse de filmin genel akışına bakarsanız anlatılan hikayenin aile konseptiyle arasının çok iyi olmadığını görebilirsiniz. ilk çatışma tabi ki willy ile başlıyor. filmde çikolatacı olmak istemesi öyle bir perspektiften anlatılmış ki sanki willy dişçi olan babasının topluma sağladığı faydayı yıkmak için çalışıyormuş gibi görünüyor. çünkü christopher lee’nin canlandırdığı babası dişçi. dişçilerin baş düşmanı nedir? şeker ve çikolata. baba da ailede ve toplumdaki otoriteyi temsil ettiği için willy’nin meslek seçimi yaşadığı çocukluk travması nedeniyle yerleşik otoriteye karşı çıkmak gibi görünüyor.

    bu filmin aile kavramına en belirgin bakışı. ancak tim burton bununla da durmuyor. charlie hariç diğer dört çocuğun ailesi de suçlanıyor aynı zamanda. mesela veruca; evet şımarık, her istediği anında olsun isteyen bir çocuk ama onu kim bu hale getirdi film bunu da açıkça söylüyor. benzer şekilde violet de çok hırslı bir çocuk ama bunun sebebi onu proje çocuk gibi yetiştiren annesinde. kendi başarısızlığını çocuğunun üstüne yıkmış biri var burada. mike da çok zeki olmasına karşın etrafına öfke duyan bir çocuk. çünkü ailesi bir süre sonra onu dinlemeyi bırakmış muhtemelen ve öfkesinin temelinde iletişimsizlik var. augustus’un da kötü beslenmesine izin veriyor ailesi. bunlar da yan karakterler üzerinden aile kavramına atılan bakışlar.

    filmin charlie’nin ailesi hakkında söylediği şeyler de bu bakışı destekler nitelikte. sürekli charlie’nin ne kadar şanslı olduğundan bahsediliyor çünkü anlayışlı bir aileye denk gelmenin ne kadar küçük bir ihtimal olduğunu göstermek istiyor film. burada tim burton’ın amacı finalde charlie’ye ailesini tercih ettirerek duygusal bir hava yakalamak değil. daha çok aşağı yukarı bütün hollywood filmlerinde iyi ve güzel olarak kabul edilen “aile” kavramına karşı çıkmak. bu bakış açısını da willy’nin ağzından duyuyoruz iki sefer. birincisini charlie ve willy, charlie’nin evine ilk defa geldiğinde görüyoruz. burada willy, fabrikayı charlie’ye devredeceğini ancak ailesini geride bırakması gerektiğini açıklıyor. bu ayrılığın da bonus olduğunu söylüyor. ikincisinde de willy, charlie’ye üzüntüsünü nasıl atlattığını soruyor. charlie “ailem ile” diye yanıt verdiğinde willy “ew.” gibi bir tepki gösteriyor ki filmin aile kavramına bakış açısı tam olarak bu aslında.

    filmde karşı çıkılan son kavram çikolata gibi görünüyor ancak bu aslında güzel kabul edilen her şeyin bir alegorisi. çünkü çikolata şimdiye kadar hep çok sevilen, çok iyi bir şey gibi anlatıldı. çikolataya bayılan, aşık olan yüzlerce insan var. bir parça çikolata ikram ettiğinizde reddedecek insan sayısı da hayli az. burada ise tim burton bu “güzel” kavramı aşırı kullanarak çirkinleştiriyor.

    ilk filmde çikolatanın kullanımı bir çocuğun rüyası gibiydi. bu filmin açılışında ise hintli bir prens için yapılan çikolatadan bir saray görüyoruz. burada o sihir gibi görünen çikolatanın önce harç olarak kullanıldığını daha sonra da eriyerek çamur gibi bir şeye dönüştüğünü izliyoruz. ayrıca burada willy wonka sarayı yenilmesi için üretiyor. prens ise içinde yaşamaya karar veriyor. bunu da şöyle düşünün; çok sevdiğiniz bir yemek var ama tokken hatta 7 / 24 bu yemeğin kokusunu duyuyorsunuz. böyle bir durumda yemeği ne kadar severseniz sevin bir saatten sonra tiksinme gelir. burada hintli prens üzerinden anlatılan da tam olarak bu.

    hatta filmin bütün görselleri aşağı yukarı bu fikir üzerine kurulu. bir hat boyunca dökülen cevizler yok. tonlarca ceviz var. mesela 2001’e gönderme yaptıkları sahnede çikolata barını de bir monolit gibi gösteriyorlar. böylece ölçüsünü bozarak güzel olan bir şeyi size çirkin gibi algılatıyor tim burton.

    --- spoiler ---

    gördüğümüz üzere film, hikayenin orijinalinden hayli farklı bir noktaya getirilmiş. ancak bu yönetmenin kendi tercihi. bu hikayeyi görmüş, beğenmiş ve ben olsam böyle yapardım diyerek ortaya bu filmi çıkarmış. sonuç izleyicinin pek sevmediği bir film olsa da yaratıcılık anlamında çok değerli bir iş bu. çünkü keith richards için muddy waters ile çalmak neyse tim burton için de bu filmi yapmak muhtemelen aynı şeydi.

    filmin pek beğenilmemesinin sebebi ise sanırım insanların önceki hikayenin tekrarını beklemesi. tim burton ise kreatif anlamda daha özgür davrandığı için ortaya toplumsal normları reddeden farklı bir film çıkmış. bu yüzden ilk izleyişte filmi sevmemiş olabilirsiniz ancak yönetmeni biraz tanıyınca ne yapmak istediği ortaya çıkıyor ve tim burton’ın yapmaya çalıştığı şeyi ekrana yansıtabildiğini görüyoruz. bu açıdan bakıldığında ise filmin başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

  • sınavın ilk dakikaları:

    şimdi diyelim ki bundan 50 aldım... yani bi kaç şey de geveledim yüz üzerinden 50 alırım herhalde... neyse şimdi bu midterm'ün ağırlığı yüzde 30 olsa, ödevleri birilerinden bulsam evirip çevirip patchwork çalışması yapıp versem, onlardan da yüzde 20 gelse... geçer miyim? geçerim ya...

    10-15 dakika arası:

    şimdi diyelim ki ben bundan 20 aldım... yani adımı yazdım, sabahın köründe kalktım geldim sınava, bunlara bile puan verilmesi lazım. hem boş kağıt vermiyorum ki canım, yazdım bi şeyler, aa... bu midterm'üm ağırlığı yüzde 30 değil de 25 olsa, ödebvlere özensem, misler gibi teslim etsem... geçer miyim? geçerim canım, artık daha neler!

    20-30 dakika arası:

    şimdi diyelim ki ben bundan 10 filan aldım... ödevleri de verdim, finaline de deliler gibi çalıştım. gitsem hocaya da ağlasam, "hocam midterm zamanı çok hastaydım, çok iyi geçmedi sınavım filan desem... geçirir mi? geçirir herhalde yav.

    30+ dakika - sınavı teslim ederken:

    kağıdı ilk veren kişi olmaktan da nefret ediyorum, şimdi salak asistan can sıkıntısından benim kağıdımı okuyup eğlenecek.uf boş kağıt verseydim bari, hiç değilse rezil olmazdım. şimdi ben bu sınavdan 0 alsam... aman be yaz okulunda açılmıyo mu bu ders!

  • sene başında yeni tanıştığım öğrencilere flüt tutmayı gösterirken en öndeki öğrencimin sol elinin küçük parmağını da kullandığını gördüm, uyardım. çocuk geveledi. neden geveliyor diye dikkatlice bakınca anladım ki sağ elinin bir parmağı eksik ve bunu gizlemeye çalışırken ben de onu uyarmışım, bir şey diyemiyor, bir yandan da eziliyor yanlış tuttuğu için. o an dedim allah'ım ne olur bir dakika öncesine dönelim ve ben bu çocuğu uyarmadan önce bu ince ayrıntıyı görmüş olayım. ama olmadı tabii. gözler doldu, boğaz düğümlendi, diğerlerine çaktırmamaya çalışılarak göz kırpıp "süpersin böyle devam et" denildi ama ne fayda. her şeyi geçtim, o çocuk eksik parmağıyla bütün bir dönem en zor parçaları bile flütle çalmaya uğraştı, oysa kıytırık(!) müzik dersi işte.
    demem o ki hatırlandığında bile göz dolduran, iç cızlatan detaylardır.

  • herkes rimsky korsakov ait olan arıların dansı ya da arıların uçuşu ile ilgili bu klasik melodilere aşinadır. o zaman ne mi yapalım, yazımıza başlamadan önce hemen bu parçayı açarak başlayalım.

    bu eser, bize arıları o kadar iyi betimlemiş ki sanki etrafımızda uçuştuğunu kolayca hayal edebiliyoruz. bunun nedeni bu hayvanlarla olan etkileşimlerimizden kaynaklanmaktadır, tarihin tozlu raflarına baktığımızda bunu kolayca görmekteyiz. fransa ve ispanya'da bulunan ve mö 7.000 civarına tarihlenen kaya sanatı şeklindeki kanıtlar bize bal arılarının evcilleştirilmiş birkaç hayvandan biri olduğunu göstermektedir.

    belli ki atalarımızı etkilemiş olan bu minik canlılar tarihin bir dönemin de zoolog olan karl von frisch' de etkilemiştir. neyse von frisch arılarla ilgilendiği sırada bir şey fark etmiş ve arıların diğer arılar arasında bir çeşit iletişim içinde olduğunu fark etmiş.

    bunu fark ettikten sonra hemen deneylere başlayan von frisch kovandan 10 metre gibi bir uzaklığa şerbet koymuş ve şerbete gelen ilk arıyı işaretlemiş daha sonra beklemiş. işaretli arı tekrar geri gelmiş ve hemen ardından da başka arılarda ona katılmış.

    bu sefer de işaretli arıyı kovanda gözlemlemeye başlamış ve işaretli arının dairesel bir dans yaptığını fark etmiş. daha sonra bu dans üzerine incelemelerini derinleştirmiş. şerbeti koyduğu noktaları her seferinde farklı mesafe ve yönlere koymuş. ardından arıların dansını incelemeye konulmuş.

    yapılan danstan sonra her seferinde kolonideki arıların şerbeti bulduğunu anlamış. o an arıların basit canlılar değil de iyi bir iletişime sahip canlılar olduğunu anlamış. bu ufak canlılar her seferinde noktası atışı bir şekilde yer tayin edebiliyormuş.

    peki arılar bunu nasıl yapıyorlardı; von frisch incelemelerinde arıların iki çeşit dans yaptığını fark etti. ilk dans dairesel döngüydü, bu döngü şerbetin güneş ile yaptığı açı doğrultusunda olduğunu fark etti. ikinci dans ise salınım olan danstı, bu dansta bir salınım hareketi içeriyordu ve şerbete olan uzaklığı belirliyordu. 1 saniyede yapılan 1 salınım hareki 1 km'yi gösteriyordu. bu iki dans birleştiği zaman yön ve mesafeyi nokta atışı belirliyordu.

    görsel-1 ve görsel-2 bakacak olursanız belki daha iyi anlayacağını düşünüyorum.

    1920'li yılların sonunda işte arıların sallanma dansının anlamını ilk tercüme eden karl von frisch daha sonra 1973 yılında bazı hayvan ve insan davranış kalıpları doğuştandır demiştir. yani hayvanlarda bu tür davranış kalıplarının örneklerini birbirlerine nasıl bilgi aktardıkları, çiftleşirken nasıl davrandıkları ve yavrularına nasıl baktıklarını da görmek mümkündür önermesini ortaya atarak, konrad lorenz ve nikolaas tinbergen isimli bilim insanlarıyla birlikte hayvan davranışlarını inceleyen etolojiye öncü katkılarda bulundukları için nobel ödülünü almaya hak kazanmıştır

    son......

    kaynak ve ileri okumalar için: 1,2,3,4

    edit: imla

  • amerikalı filozof george boolos tarafından hazırlanmış ve 1996 yılında the harvard review of philosophy dergisinde yayınlanmış olan bu bulmaca, dünyanın en zor zeka bulmacası olarak kabul edilmektedir.

    çeştli anlatım versiyonları var, ben bunlardan bir tanesini yazacağım:

    bir gezegene düşüyorsunuz. burada 3 tane uzaylı lord bulunuyor. bu 3 lord'dan bir tanesi her zaman doğru söylüyor. bir tanesi her zaman yalan söylüyor. diğeri de rastgele şekilde doğru ya da yalan söylüyor.

    bu gezegenden gitmenize izin vermeleri için bu 3 uzaylı lord'un hangisinin doğrucu, yalancı ve rastgeleci olduğunu bulmanız gerekiyor.
    bunu yapabilmek için istediğiniz lord'a sorabileceğiniz, toplam da 3 soru sorma hakkınız var. aynı anda hepsine birden soru sorma hakkınız yok.
    işin zor tarafı ise bu lord'lar sizi anlamalarına rağmen cevap olarak sadece kendi dillerinde "ozo" ya da "ulu" olarak cevap veriyorlar. bunlardan biri "evet", diğeri de "hayır" demek ama hangisinin "evet" hangisinin "hayır" anlamına geldiğini bilmiyoruz.

    bu lordların hangisinin hangisi olduğunu bulabilmek için hangi soruları sorardınız?

    aşağıdaki cevabı okumadan önce, soruyu ve zorluğunu tam olarak kavrayabilmek için cevabı bir süre düşünmeniz iyi olur.

    evet geliyoruz dünyanın en zor sorusunun cevabına:

    --- spoiler ---

    ilk bakışta doğru cevapları bulabilmek imkansız gibi gözüküyor. sonuçta "evet" ve "hayır" kelimeleri de dahil, söyleyecekleri hiç bir kelimenin anlamını bilmiyoruz.

    öncelikle, öyle bir soru belirlemeliyiz ki, hem doğrucu hem de yalancı bu soruya aynı cevabı vermelidir. sorunun cevabı "evet" ya da "hayır" şeklinde olmalıdır. zaten dillerini bilmediğimiz için başka bir cevabı anlayamayız, hatta evet ve hayır'ı da anlayamıyoruz ama bunun için bir taktik kullanacağız.

    örneğin: "eğer 2 + 2 sonucu 4 mü eder diye sorsaydım, 'ozo' mu derdin?"
    şeklinde bir soru sorduk diyelim.

    ozo evet anlamına geliyorsa eğer:

    doğrucu buna "ozo" olarak cevap verirdi.

    yalancı ise norlmalde hayır, yani "ulu" derdi ama sorunun geneline baktığınızda bu doğru bir cevap olur. bu sebeple yalancı yalan söyler ve aynı şekilde "ozo" cevabını verirdi.

    "ozo" hayır anlamına geliyorsa eğer:

    doğrucu buna da "ozo" olarak cevap verirdi mantık olarak.

    aynı şekilde yalancı da "ozo" olarak cevap verirdi.

    rastgeleci lordumuzda ise bu sorular bir anlam ifade etmiyor. o yüzden onunla ilgili
    şimdilik yapacak bir şey yok.

    yukarıdaki örnekten şunu anlıyoruz. cevabı olumlu bir soru sorduğumuzda 2 adet "ozo", cevabı olumsuz bir soru sorarsak, örneğin "2+2 sonucu 5 mi eder diye sorsasaydım "ozo" mı derdin?" dediğimizde ise iki taraftan da "ulu" cevabını alırız. burada kelimenin anlamının "evet" mi ya da "hayır" mı olduğunun hiç önemi yok.

    evet ilk sorumu ortada duran 2. lord'a soruyoruz:
    "1. lord rastgeleci midir diye sorsak "ozo" mı derdin?
    bu soruyu eğer rastgeleciye sorduysak cevabın bir anlamı yok ama eğer doğrucuya ya da yalancıya sorduysak, ikisi de, doğru ise "ozo", yanlış ise "ulu" diyeceklerdir. diyelim ki ikisinden birine denk geldik ve "ulu" cevabını aldık. "ozo" cevabını alırsak, 3.lord'un kesinlikle rastgeleci olma ihtimali kalmıyor. "ulu" cevabını alırsak da 1.lord'un rastgeleci olma ihtimali kalmıyor.

    şimdi rastgeleci olma ihtimali olmayan lord'a soruyoruz:
    "sen yalancı mısın diye sorsaydım "ozo" mu derdin?
    yalancı "ozo", doğrucu "ulu" olarak cevap verir. verdiği cevaba göre yalancı mı doğrucu mu oluduğunu anlarız ve kendisine tekrar sorarız:
    "ortadaki lord rastgeleci midir diye sorsaydım, "ozo" mı derdin?
    eğer oysa, cevap "ozo" olacaktır, değilse "ulu" olacaktır.
    ve gelecek cevabın "ozo" ya da "ulu" olmasına göre tüm lordların hangisi olduğu açığa çıkmış olur. dünyanın en zor mantık bulmacası da bu şekilde çözülmüş olur.

    ve bu sorudan bağımısız olarak bir bonus sorusu:

    dünyaya geri dönmeden önce doğrucu'ya soruyoruz: dönüş yolumuz kısa mı?
    "ozo" cevabını alıyoruz. şimdi bu evet anlamına mı geliyor hayır mı?:)

    --- spoiler ---

    kaynak wikipedia (alternatif link)
    kaynak youtube (video linkidir. anlaşılması daha kolay olabilir)

  • az önce oldu:

    - amca bu ilacı niye kullanıyosun?
    - benim değil ki o ilaç... haa... benim benim... unutkanlık için.

    ilaç yazdırmak için gelenlerden bu kadar inandırıcısını görmemiştim.

  • 28.351 bin vakanın içinden, 6.814 kişinin hasta olması mantıksal olarak çok zor bir durum. en az 50 bin diye düşünüyorum.

    imamoğlu'nun baskılarıyla yavaş yavaş gerçeğe yaklaşıyoruz. yüklen başkan