hesabın var mı? giriş yap

  • "2000 binden fazla saygın akademisyenden atıf almış bir akademisyenle karşı karşıyadadırlar."

    şu cümleyi bir profesör mü yazmış ? daha çok arda turan açıklamasına benziyor.

  • fırıncı küreğiyle geldi öyle bıraktılar; hani fırından sıcak sıcak...
    gibi düşündüm.

    bildiğin nalburdan alınma inşaat küreği bu. cidden bu nasıl sunum?

  • "beni, annem kadar sevecek ve babam kadar merak edecek hiç kimse yoksa eğer; kimse bana aşk'tan bahsetmesin." diyen şair, yazar, üstad.

  • dünyanın en doğal talebi. yıllardır kiraya vereceğim zaman adli sicil kaydı ile findeks notunu isterim. ekonomik gücü olmayan veya yüz kızartıcı bir suçtan hüküm giymiş bir kimse ile kim kiracı-kiralayan ilişkisine girmek ister ki?

  • anadolu halkının pedofiliye uydurduğu bir başka kılıf. hangi geleneği kaldırsanız altından sapıkça bir sebep çıkıyor.

  • nedenini anlamak çok da zor değildir.

    araştırma görevlisi demek, eli henüz para görmüş yeni mezun demektir. para da öyle çok matah bir para değildir ama "almışken" felsefesini kısmen uygulamanıza izin verir. kışlık bot alsanız, yazın sıkıntı çekersiniz. yazlık ayakkabı alsanız kışın sıkıntı çekersiniz. abiye ayakkabı alsanız, bir anda gardırobunuzu değiştirmek zorunda kalacağınız için pahalıya patlar. hem spor ayakkabı olacak hem her mevsim olacak hem spor giyinmenize uygun olacak hem de trekking vs hafta sonu kaçışlarına uygun olacak. eh, işte 10 fonksiyonu yerine getirdiği için elde de para var, artık öğrencilikteki gibi değilsiniz, bastırıp parayı alıyorsunuz en iyisinden bir dağcı ayakkabısı.

    işe git, uyumlu. oradan çıkınca bara git cool. oradan çıkınca eve git, çıkarmadan yat, terletmez. hafta sonu atla trekking'e git, şukela.

    ben dağcılık ayakkabısı giymeyen araştırma görevlisine iyi gözle bakmam.

  • mail yoluyla bana ulaşan, sahibinin belirtilmemiş olduğu bir anı:

    ben askerligimi ankara etimesgutta pek kisa donem olarak (6 ay) yaparken ve cuma gununden evci cikarken bile mutlu degildim.

    ama allahin sopasi yok ki...

    bir gun bize kurtulus dizisinde rol alacagimiz soylendi. konu memleket meselesi olunca tabii, sahsi cikarlarimizi bir yana birakip senaryoyu okumadan kabul ettik teklifi.

    sahnelerin polatlida cekilecegini soylediklerinde icime biraz kurt dusmedi degil.

    polatli topcu okuluna bir geldik ki belene kampindan farksiz bir yer. 2000 kisiyi cole saldilar ve cadirlarinizi kurun dediler.

    ertesi gun bir kismimiza kuvva-i milliye, bir kismimiza yunan, ve diger gavur askeri kiyafetlerini dagittilar. tabii bizim kuvva-i milliye kiyafetleri yirtik pirtik. ayni kiyafetle cekim yapip, yatip kalkip yasiyoruz. sabah bir matara su veriyorlar ve bir matara suyla her turlu ihtiyacimizi karsiliyoruz.

    saat 08:00 de otobuslerle sete gidiyoruz. set dediysem yanlis anlasilmasin yildiz tepe. sakarya meydan muharebesinin gectigi yer.
    rivayete gore (resmi tarihte boyle bir bilgi yok) tepe daha once bizimmis. bizimkiler yeterince stratejik gormeyip birakmislar ve yunanlilar aldiktan sonra da aymislar ve tepeyi geri almak icin taarruza gecmisler. (bu konuda tarih bilgisi olan varsa ve beni aydinlatirsa cok sevinirim).

    neyse, cekimler baslamadan once trt nin citir kizlari 2000 kisiye makyaj yapiyorlar ve tabii ki 1999 abaza makyajlarini silip yeniden yaptirmak icin siraya giriyor.

    makyozlerden biri tanidik cikti ve kizcagiza bizimkilere ulasmasini ve bana temiz camasir vs. gondermelerini soyledim.

    savasmak pis bir is. insanin ustu basi batiyor. tepenin basinda bir komutan. asagidan pire gibi gorunuyor ve asagida biz yani 2000 asker.

    komutan megafonla hucum diye bagirgyor ve biz allah allah nidalarıyla gavurun ustune yildirimlar gibi cakiyoruz. tabii bu sirada birilerinin olmesi gerekiyor ve herkes daha az kosmak icin olmek istiyor.

    olume talep cok olunca komutan (cakmak cakmak bir teğmen-enteresan
    birisi) bu isi siraya soktu. bu sefer kim olecek diyince herkes elini kaldiriyor. ama bizim bir kisa donem var, her defasinda siyatik, dalak sismesi, koroner kalp yetmezligi gibi hastaliklar bahane ederek olmek istiyor ve adamin tum saydigim ve sayamadigim hastaliklari icin raporu var. komutan kim olecek diyince herif her defasinda bir rapor ibraz ediyor ve olme hakki kazaniyor. e n sonunda komutan "lan ne bicim herifisin be, sen zaten olusun olum"
    diyerek ona her cekimde olme hakki tanidi.

    bir keresinde de ben olmeye hak kazandim ve olme yerim de yunan siperine 5 metre kala. yaklaşık 300 metre tirmanmamiz gerekiyor yani. neyse hucum emirini aldik ve allah allah allah... tirmanmaya basladik, tabii ben savasmayali yillar olmus biraz hamlamisiz.
    nefes kesiliyor. buffaloda top kosturmaya benzemiyor.

    benim olme mekanima daha cok var ve benim gozum karardi ve artik bacagim cekmedi.

    ben de erken olmeye karar verdim.

    ve yandim allah diyerek goge yukseldim, silahimla havada bir yay gibi gerildim ve koca bir dag gibi devrildim ve en yuce kata erme serefine nail oldum.

    buraya kadar olayin butun hamasi yonu bir anda traji-komik bir hal aldi. tabii olduk ve devrildik ama; yildiz tepe, dik bir tepe hafiften.

    olduk ama basladik yuvarlanmaya. her taraf tas, kaya, cakil. oramiz buramiz yirtiliyor. zaten elbise dedigin caput parcasi.

    yirtiklardan filan don paca geziyoruz. ben bir taraftan yuvarlanirken bir taraftan tutunmaya calisiyorum . tufek bir tarafa, matara ve diger techizatlarim bir tarafa, ben bir tarafa yuvarlanip duruyoruz.

    durmak mumkun degil. guya olduk rol icabi; ama can tatli tabii.
    velhasil olsen bir turlu olmesen bir turlu.

    ertesi gun biz yunanli olduk ve temmuz sicaginda bize kase elbiseleri giydirdiler. uzun donemlerden biri tutturdu ben yunanli olmam diye.
    "abi ben yunanli olursam koye donemem, anamin babamin yuzune nasil bakarim" diyor. olum ulan rol icabi bir sey olmaz dedikse de dinletemedik ve herif ictimaya cikmadi.

    tabii bizim bolukten biri yunan olmayi kabul etmeyip cekimlere katilmadigi icin ceza yedik. bu ara tuvaletleri cukur acip bez paravanlarla insa ettik.

    gece bir ruzgar cikiyor, colun ortasinda comelmis yuzlerce ay parcasi ortaligi aydinlatiyor.

    yunanli oldugumuz gun yine yayilmisiz ortaya hucum emri bekliyoruz. hucum emri geldi ve basladik taarruza. bu sefer gavur olarak.

    ve bizim boluk salak gibi yine allah allah nidalariyla saldiriyor.
    tepeden yakin cekim de yaptiklari icin son derece dikkatli olmak gerekiyor aksi taktirde cekim tekrar ediliyor ve bir cekimin hazirligi 3 saat filan suruyor.

    ulan dedim "manyak misiniz olum biz yunanliyiz ne allah allahi".
    demez olaydim. cekim devam ederken bizim boluk durdu. oradan biri peki ne diyecegiz diye ortaya son derece kritik bir soru atti. boluk konuyu tartismaya basladi.

    bu arada yuzlerce at yanimizdan gok gurultusu halinde geciyor.
    ortalikta bombalar patliyor. gurultuyu ve arbedeyi anlatamam.

    diger yunan bolukleri yanimizdan allah allah diye geciyorlar ve gecerken bizim boluge bakip ulan bunlar ne yapiyor savasin ortasinda diye anlamsiz anlamsiz bakiyorlar.

    olum birakin tartismayi hicbir sey demenize gerek yok kosun yeter diyorum ama bomba sesleri ve at kisnemelerinin arasinda beni pek sallayan yok. dallamanin teki bir dakika diye kukredi, beb buldum "makarios" diye bagiralim dedi. bu olaganustu fikir de bir sure tartisilmaya deger goruldu ve sonuc tahmin ettiginiz gibi sahne yeniden cekildi.

    cunku yukaridaki kameralar bizi ayna gibi cekmisler. savasin ortasinda bir grup yunanl hararetli bir sekilde tartisiyor.

    bu arada mayinlarin daha iyi patlamasi icin icine at pisligi koyuyorlarmis ve bunu kimseye soylemediler.

    daha ilk cekimde basladik kosmaya ve yanimizda, sagimizda solumuzda bombalar patliyor. ortalik bir anda bok gibi kokmaya basladi ve gokten basimiza at boku yagiyor. ensemizden at boku oldugu gibi iceri. herkes durdu ve uyuz gibi elini sirtina sokup basladi kasinmaya.

    sonuc yine tahmin ettiginiz gibi. cekim sil bastan.

  • sınırın diğer yakasında ise almanlar sinemayı daha derin amaçlar için kullanmaya çalışmaktadırlar. dulac ve gance gizli duyguları ve geçici duyguları yakalamaya çalışırken robert wiene, fritz lang, f.w. murnau daha çok bastırılmış ve ilkel insan dürtüleriyle ilgilenmekteydiler. çalışmaları zarafeti antitez alan ekspresyonist ressamlar ve tiyatroculardan etkilenen sinemacılar ekspresyonist filmler çekmeye başladılar. otuzdan az olan bu filmler o dönemin en etkili filmleri olarak gösterilir. her ne kadar savaş sonrası olsa da, fransa’nın aksine alman sineması devlet tarafından desteklenmekte ve genişlemekteydi. o dönem romantik realizme rakip olarak çıkan bu akımın mihenk taşı filmi robert wiene’in das kabinett des dr. caligari’siydi. amerika, fransa ve britanya’da çekilen filmlerde gün ışığına yer verilmezken, iskandinavya’da ise tam tersi gün ışığı kullanılıyordu. burada ise üçüncü bir yol olarak setteki duvarlara ve zemine gölgelere direkt olarak boyanıyordu. hikaye düşmanlarını öldürmek için uyurgezerliği kullanan deli bir doktorun hikayesidir. film sinema için esas sorulardan birini doğurmuştur: “filmde gördüklerimiz kimin bakış açısıdır? eğer seyircininse, karakterlerin davranışları rüya gibi ya da delice olabilir ancak ortam natüralist olmaya devam etmelidir çünkü seyirci deli değildir. ancak her şey objektif, olanı biteni görebilen bir anlatıcınınsa, bu anlatıcı dünyayı çarpıtılmış olarak görmeyecektir”. bu açıdan bakıldığında atmosferin çarpıklığı sadece karakterin mental durumuyla açıklanamaz, filmin kendisi ve onu yaratan bozulmuş toplumun kendisidir delirmiş olan. delilik teması yenilikçi alman sinemasında o dönemde yaygındır. fritz lang’ın dr. mabuse der spieler isimli filminde doktor filme aklı başında başlarken filmin sonunda delirir. caligari gibi mabuse da 1920’ler almanya’sındaki ahlaki çöküşü ve hukuksuzluğu eleştirme niyetindedir. fritz lang’ın metropolis’i ise sessiz sinema döneminin en ikonik filmidir. karmaşık toplumların kuruluşu hakkında olan film işçiler ve otoriter sanayiciler arasındaki çatışmalarla ilgilidir. star wars, blade runner, batman gibi filmlerin hepsi metropolis’ten etkilenmiştir. alman sessiz sinemasının son harika örneği ise murnau’nun sunrise isimli filmi. f.w. murnau bütün sessiz sinema döneminin belki de en yetenekli yönetmenidir. sanat ve edebiyat okumuş murnau sinemadaki yerini nosferatu adlı vampir filmiyle kazanır. sunrise diğer 1920’ler filmleri gibi şehir ve kırsal arasındaki zıtlıklar üzerinedir ve bir aşk üçgeni hakkındadır. caligari’nin dışavurumculuğu gibi, eğik duvarlar ve tavalar karakterlerin çarpık bakış açılarını yansıtır.

    biraz daha doğuya, bu sefer rusya’ya, romantik realizme açık bir şekilde karşı çıkan son ulusal sinema hareketine gidiyoruz. 1924-1930 yılları arasında kurgunun izleyicide düşünsel tepkiler yaratmasından büyülenirler. daha önceki, continuity editing, reverse shot, gibi teknikleri reddederek olay örgüsünde ya da hikâyede birbiriyle alakalı olmayan çekimleri birleştirirler. teorileri şudur : birbiriyle alakası olmayan kareleri gören seyirci politik ya da simgesel seviyede bu sahneler arasında bir bağ kurmaya zorlanacaktır ve bu düşünce süreci sinemayı işçi sınıfının tabi olduğu şeyin doğasını anlamakta en ideal yol olacaktır. devrimden sonra bolşevikler, prolaterya diktatörlüğünü yerleştirerek toplumsal hayatı yeniden düzenlemektedirler. sinema her ne kadar hemen devlet kontrolü altındaki bir endüstri olmasa da lenin’in dediği gibi bütün sanatlar içinde sinema onlar için en önemlisidir. sovyet sineması 1924’ten sonra moskova film okulundaki bir beyin takımıyla deneysel bir hal aldı. lev kuleshov deneysel sinemayı yeni sosyal düzene uygun hale getirmeye çalıştı. leninist reformaların, alkolizm karşıtlığınıni yeni hükümet programlarının propagandası yapılır. o dönemde lenin, griffith’in ıntolerance filmini görür ve sinema tarihçilerine göre o 10 yıl içerisinde sovyet sinemasındaki önemli filmlerin hepsi ıntolerance’ın etkisindedir. kuleshov deneysel bir çekimde aktöre hapisteki aç bir karakter bir kase çorba verileceğini ve bunu yüzünde yansıtmasını söyler. sonra aynı aktöre hapisten salınıverdiğini ve kuşlara ve bulutlara baktığını söyler. seyircilere bu iki surat ifadesi de gösterilir fakat kimse ikisini birbirinden ayıramaz. ona göre bu oyunculuk bir düşünceyi göstermekten acizdir, o zaman bunu kurgu başaracaktır. film okulundaki beyin takımının fikirlerini yansıtan ilk film sergei eisenstein’ın strike isimli filmidir. sovyet sinemasının ilk devrimsel filmidir. daha sonra yine eisenstein’dan battleship potempkin gelir. filmin en meşhur sahnesi odessa merdivenleridir. isyan eden denizciler ve halk ile ordu arasındaki çıkan çatışma bu merdivenlerde gerçekleşir ve filmin zirve yeridir. sahne askerlerin ilk ateşi açıp bir çocuğu öldürmesi, merdivenlerde yürüyüşe geçmesi, gözlüklü suratından yaralı yaşlı bir kadın, bebek arabasının merdivenlerden inişi, çocuğu ölmüş bir annenin merdivenlere çıkışı gibi birçok çekim içerir. sıradan amerikan filminde ortalama çekim sayısı 700’ken bu filmde 1300’dür. kuleshov’un diğer öğrencisi ise vsevolod pudovkin’dir. bir grev sırasında oğlunu polise ihbar eden bir annenin hikayesini anlatır mother’da. pudovkin ile eisenstein arasında ise bir rekabet vardır. eisenstein’ın farklı kamera açılarıyla anı sahneyi gösterdiği kurgu şeklinden farklı olarak pudovkin müzikal bir biçim kurar filmlerde, allegro-adagio-allegro (ki ben bunun ne olduğunu bilmiyorum). mother çokça close-up içerir, yer yer gerçek insanların porteleriyle birlikte.

    1924’te anarşist sanat hareketi dadaizm sinemaya girer. rene clair, francis picabia’nın bale gösterisi için entr’acte isimli kısa bir film hazırlar. ilk önemli dadaist filmdir. deve, top, balon kadar büyük kafalı oyuncak bebekler içerir. soyut animasyonlar yaptıktan yıllar sonra walter rutmann ise büyük şehrin nabzını tuttuğu berlin, die symphonie einer grosstadt isimli filmi çeker. dönemin en etkili deneysel filmi olmakla kalmaz, aynı zamanda en uzunudur da. berlin’in gün doğumundan batımına kadar yaşadığı hareketliliği, ritmi, tekrarı anlatır. o dönemin adı çıkmış filmi ise un chien andalou’dur. rüyalar ve akıldışı imgelerin vurgulandığı sürrealizmden etkilenen luis bunuel, daha sonraları sürrealist hareketin önemli sanatçılarından olacak salvador dali ile bu filmi çeker. bir çiftin ayrılışı ve tekrar birleşmesi hakkındaki filmde bir gözün jiletle kesilmesi, elleri karıncayla dolu bir adam, ölü eşeklere bağlı piyano gibi absürd sahneler içerir.

  • bu acıya birinci taraftan şahidim. abim öldüğünde annem 43 yaşındaydı. abimin cenazesinden 1 hafta sonra işine döndü, 1 ay sonra ev taşıdık, 3 ay sonra tatil yaptık. annemin yaşamaya çalışmasını gözünden görüyordum. öyle bir acı ki bu kendini bir pençelerine bıraksa bir daha toplanmaz korkusu vardı kadının gözlerinde. bizim için yaşamayı seçti. annem bir hafta sonra işine dönerken böyle densizler yine eleştirmişti, annem cevap olarak da 'ben şimdi dönerim dönmem, dönmezsem ne değişecek ki, en azından bir işe yarıyorum' demişti. kendisi sınıf öğretmenidir. hayatınızda en fazla kırılan kemiğin acısını yaşamışsınız, sizin ne haddinize nasıl acı yaşanır öğretmek?