hesabın var mı? giriş yap

  • bu tarz karakter sahibi insanları popüler yapan kişiler düşünsün.. eskiden sanatçının da insan olanı sevilirdi.. seyirciden izin alıp ceketini çıkaran sanatçılar gördü bu ülke..

  • türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı. google'ın bugüne özel hazırladığı doodle'ı görünce vakti zamanında hayatını epey araştırdığım koral hakkında ben de bir şeyler yazmak istedim.

    füreya koral için tam bir cumhuriyet kadını tanımı çok yerinde bir yakıştırma olur. kendisi sanatla oldukça haşır neşir bir aileden geliyor. öyle ki hikayesini biraz araştırınca ahmet hamdi tanpınar'la, yaşar kemal'le, halikarnas balıkçısı'yla, aliye berger'le ve hatta atatürk'le bile birbirinden güzel anıları var.

    nasıl bu kadar özel insanı tanıyabilir diye merak edenler için; kendisi zaten köklü bir osmanlı ailesinden geliyor fakat hayatını tam bir cumhuriyet kadını olarak yaşamış. zaten bana kalırsa kendisi tam olarak atatürk'ün cumhuriyete yakıştırdığı "modern kadın"ın vücut bulmuş hali; eğitimli, sanatla haşır neşir ve yeniliğe daima açık. zaten ayşe kulin'in füreya isimli kitabında da kendisinin tam bir atatürk hayranı olduğu açıkça anlatılmış. bu hayranlığa birazdan tekrar değineceğiz ama önce füreya'nın sanatla olan ilişkisine girmek istiyorum. kendisi fransız lisesinden sonra istanbul üniversitesi'nde felsefe eğitimi alıyor. aynı zamanda ressam teyzesi aliye berger'in dünyaca ünlü keman virtüözü eşi charles berger'den keman dersleri alıyor. ressam teyzesi, dünyaca ünlü keman virtüözü derken kafanız karışmasın, çünkü daha sanatla olan ilişkisine yeni başlıyoruz. bu arada aşk evliliği olan ilk eşiyle-ki yanlış hatırlamıyorsam kendisi sanata koral'ın duyduğu kadar bir ilgi duymuyordu- işler yolunda gitmeyince boşanıyor. ki burada koral'ın cesaretine dikkatinizi çekmek isterim zira şu dönemde bile hala zor olan bir olayı füreya koral kaç senesinde yapıyor, çok şaşırdığım şeylerden biridir hala. her neyse, derken aradan zaman geçiyor ve ikinci evliliğini kendisinden 33 yaş büyük olan, dönemin milletvekili kılıç ali ile yapıyor. yapıyor yapmasına ama bu sefer de tüberküloza yakalanıyor.

    işte seramik hikayesi bu noktada başlıyor. tedavi olmak için isviçre'ye gidiyor. ressam olan teyzesi fahrelnissa zeid, kendisine kafasını dağıtması için seramik aletleri ve materyalleri gönderiyor. ve büyük bir tutku duyduğu seramikle aşkı burada başlıyor. iyileştikten sonra da aynı tutkuyla-hatta belki daha fazlasıyla- seramikle uğraşmaya devam ediyor. ilk sergisini paris'te açıyor ve başarılarıyla hem yurt içi hem yurt dışında sergiler açıyor, ödüller alıyor. bu arada eşi kılıç ali ile de genişlettiği sosyetik çevre de sanatını etkiliyor. sık sık atatürk'ü ve önemli isimleri evinde verdiği davetlerle ağırlıyor füreya koral. hatta atatürk'ün bu davetleri bazen çok ani olarak bile düzenlettiği söyleniyor. derken atatürk'ün vefatıyla birlikte gittikçe içine kapanan kılıç ali'nin ruh hali bu evliliği derinden sarsmış. tabii füreya'nın seramikle olan aşkının tavan yaptığı bu dönemde bu bile bir sıkıntı olmuş ve kılıç ali'nin "ya seramik ya ben" restine koral tabii ki seramiği seçerek karşılık vermiş. sonrası boşanma. bu arada ilginç bir not daha: ilk evliliğinde iki kez düşük yapan füreya, kendi kızı kadar sevdiği yeğeni sara koral'ı ailesinden gizlice evlatlık edinmiş. gerçekten de kızı olsa bu kadar sahiplenebilirdi diye düşünüyorum, kendisini seramik dışında sara koral'ın eğitimine, sanatına, geleceğine adamış ve bütün sahip olduklarını da kendisine bırakmış.

    uzun yıllar emek verdiği seramik sanatıyla birlikte ortaya kocaman bir duvar süslemesinden, tabaklara, vazolara kadar her çeşit eseri çıkarmış.

    onlardan bazılarını inceleyebileceğiniz siteyi de şöyle bırakalım. bu arada yakın arkadaşı ahmet hamdi tanpınar koral'ın seramik sanatına dair şunları söylemiş: "daha ilk tecrübelerinden itibaren seramiği başka iklimlere taşımaya çalıştı. bu sayede seramik eserlere ilk işaretimizde piştikleri ateşin karşısında hizmetimize koşan uysal cariyeler olmaktan kurtuldu. bu ateş kızları şimdi büyük resmin ve heykelin gururuyla bize geliyorlar. tabak gibi, fincan gibi hususi bir iş görenler bile bizimle bir sevgili nazıyla, edasıyla konuşuyorlar."

    evet, füreya koral sanırım günümüz koşullarında bile birçok insanın yaşayamayacağı kadar özgür ve dolu bir hayatı ta o dönemlerde yaşamış. kulin'in kitabında yer alan bu sözler sanırım 87 yaşında kaybettiğimiz füreya koral'ın hayatını özetleyebilecek en güzel ifadeler olabilir:

    "ne keyif verdiyse bana yaptım hepsini de. sigarayı eksik ciğerime rağmen düşürmedim dudaklarımdan. hediye vermeyi çok severdim, param olduğu sürece pahalı armağanlar verdim eşime, dostuma... erkekler konusunda da, istediğimi yapmadım desem yalan olur. kimini sevdim, kimini şan olsun diye..."

    not: füreya koral'ın hayatını ilgi çekici bulan herkese de ayşe kulin'in füreya isimli kitabını öneririm. daha nice ilginç detayıyla nefis bir hayat hikayesi gerçekten de.

  • neden şikayet ediyoruz? şikayet etmek, başkalarıyla ilişki kurmanın bir yoludur.

    modern toplum, izolasyon ve güçsüzlük duyguları üretir. şikayet, bu koşullara bir cevaptır. geleneksel ve sosyal medyanın kamusal alandaki tehlike ve olumsuz haberlerinin ardından yaşanan tedirginlik duygusu ve ardından gelen yeni tehdit dozları bir kültürel yönelim bozukluğuna yol açmaktadır. bu kıyamet döngüsü, özellikle diğer bilgi kaynaklarından ve sosyal ilişkilerden yoksun olan izleyicilerdeki güven duygusunu yıpratmaktadır. gittikçe içine kapanan insanlar için engellenmiş, çaresiz, açıkta kalmış, mağdur ve yalıtılmış hissetmek kolaydır. neşeyi bulmaları gereken yerde korkuyu görürler ve şaşkınlık yerine şok yaşarlar. kronik olarak şikayet eden bu hoşnutsuzlar için panzehir bir şekilde hayatının kontrolünü ele geçirmektir.

    neyi şikayet ediyoruz? genellikle, kontrol etmekte kendimizi güçsüz hissettiğimiz ve gerçekten değişmesini beklemediğimiz durumlardan şikayet ederiz: artan fiyatlar, hava durumunu, genel kurallar ve diğer insanların araba sürüşü gibi. listeye günlük talihsiz olayları da ekleyin. ayrıca bedensel ve zihinsel rahatsızlıklar ile çeşitli acı ve sızılarımızı da dahil edin. tipik olarak, bu konuları doğrudan çözmek yerine bu konulardan bahsederiz. ilkini yapmak, şikayet etmekten eleştirmeye ve hatta düzeltmeye geçmek anlamına gelir. şikayet etmek ise daha güvenli, daha az efor gerektiren ve daha az sonuç doğuran stratejidir.

    şikayetler, memnuniyetsizlik ifadelerinden çok, stratejik etkileşim ve insanların ilişkilerde kendilerini konumlandırma biçimleridir. bugün insanların olumlu yorumlardan ziyade olumsuz yorumları ifade ederken kendilerini daha özgür hissettikleri bir şikayet kültürü içinde yaşıyoruz. çoğunlukla, homurdanmamızın dinleyicimizden aktif bir teşvik almasını ya da bu olmazsa pasif teselliyi (“biliyorum!”) bekliyoruz. bunun bir tür duygusal dışavurum olduğu ve dolayısıyla kendi yolunda yararlı olduğu iddia edilebilir. ancak bunun etkileri, sınırlı ve kısa ömürlüdür. neredeyse anında, kişi kasvet ve kıyamete döner.

    şikayet, ritüel, oyun, iş ve paylaşım biçimlerini alabilir. her birinin belirli işlevleri vardır. şikayetler, basit duygusal patlamalar gibi görünse de aynı şekilde, diğerlerinin standartlarımızı bilmesini sağladığımız bir sosyal etkileşim biçimidir. şikayet etmenin dört işlevini incelersek:
    1- ritüel olarak şikayet etmek: “hala buradayım”: seyircimiz genellikle işte yine yapıyorsun diye düşünür. çok az yanıt alınıyor veya hiç yanıt alamıyorken endişelerimizi yeniden dile getiriyoruz. bu türden şikayet etmek, kim olduğumuzu ve neyi temsil ettiğimizi yeniden onaylama amacına sahiptir. başkalarının başarısızlıklarını kınayarak, bir şekilde güçlenmiş hissediyoruz. direnme, gördüğümüz gibi, teslim olmaktan iyidir. yarın aynı şeyleri, aynı insanlara ve kendimize söyleyeceğiz.
    2- oyun olarak şikayet etmek: “hadi ortalığı hareketlendirelim”: bazen şikayet, şakalaşma ve hafif bir çatışma biçimini alır. karşılıklı şikayetler ortaya çıkar, savaş kızışır, sonunda enerji atılır ve karşılıklı şikayetler kabul görür.
    3- iş olarak şikayet etmek: “hadi bir şeyleri değiştirelim”: birçok şikayet oldukça amaçlıdır. örneğin partnerler, davranış değişikliğini gerçekten istedikleri ve bekledikleri için birbirlerine dırdır ederler. dırdır duymak hoş değildir. kırgınlıklara neden olabilir. ama aynı zamanda eylem için bir motivasyondur.
    4- paylaşım olarak şikayet etmek: “bu işte beraberiz”: kişinin küçük fiziksel ve psikolojik endişeleri veya durumsal stresleri hakkında konuşması, ilişkide duyguları paylaşmanın veya açık olmanın bir yolu olabilir. ideal olarak, bu paylaşım alıcıdan benzer bir açıklığa yol açar. aynı zamanda şikayet, kişinin kendi başarısızlıklarına ve eksikliklerine odaklıdır. bu kendi kendine eleştiri, bir destek talebi gibi görünebilir.

    sonuç olarak, şikayet etme yöntemlerimizin hoşnutsuzluk ifadelerinden çok çevremizdeki insanlarla ilişkiler kurma biçimleri olduğunu kabul edersek şikayetleri de daha farklı bir gözle değerlendirip birbirimizi anlama yolunda bir aşama daha ileri gidebiliriz.

    kaynak:
    https://www.psychologytoday.com/…08/why-we-complain

  • edit: güzide bir yazarımızın başlığı başıma kalmış!

    bi defa olur anlarım. var çevremizde böyle bir iki istisna. ama yazdığın gibi "birkaç" defa başına geldiyse demek ki sen erkeklerin sana ilgi duymasına aç, arkadaşlarınla arandaki mesafeyi belirleyemeyen bir ilgi şeysisin (sansürlü). hoşuna gidiyor erkekleri kuyruğunda gezdirmek.

    "onun yerinde olsa ilişki için arkadaşlığı çöpe atmazmışmış "(yazarın direk cümlesinden alıntı). bayılıyorum bu evrenin merkezindeyim sanrısında olanlara. adam sevmiş alooo adam arkadaş başlamış ama sonra sevmiş ya." çok samimiydik, hep birlikteydik,herkes sevgili sanıyodu bizi" diyerek belli etmişin kendini. çocuk sana yürümüş sen de hayvan gibi anlamışsın durumu hoşuna gitmiş ses etmemişsin. çekip de bi kenara kardeş bak bende böyle bi durum yok ona göre dememişsin. napsın açıldıktan sonra hala peşinde gezip egona hava mı bassın?
    bir de böyle tipler var mk ya. reddeder. günlük ilgi istihkakını alamaz rahatsız olur. "hayırdır küs müyüz?". ya neyiz, ilgi arsızı dallama. kanka mı olalım? adam nasıl nefret ettiyse senden artık nerdeyse okulu bırakacakmış... başlık sahibi uyuz olduğum kız tipi. bak bak daha ben reddettim de ondan oldu diyor.

    fav sonrası edit: umut kardeşimize umut olalım!(bkz: #66869149)

  • adamlar barcelona'daki euroleague merkezinde bulunan toplantı salonlarından birisine zeljko obradovic adını vermişler ama gel gör ki; oturduğu evin kapı zilinde hala babasının adı yazan gençler bu insana loser demekteler.
    keşke bu adam gibi kaybetsem hep.

  • ashton kutcher'a twitter'dan bir kaç kere mention atmışlığım var, henüz cevap yazmadı belki ama kendini zor tuttuğuna eminim. şimdilik kendisini ağırdan satarak beni etkilemeye çalıştığı ortada ki bunu da uzun soluklu bir ilişkinin başlamadan önceki karşılıklı etkilenme döneminden alınan hazın ertelenerek uzatılması olarak algılayabilirsiniz. dolayısıyla kendimi söz konusu gruba gururla dahil ediyorum.

  • standartlar iyidir, buna karşı çıktığım yok ancak açık peynir satışına yasak getirmek nedir? bırakın kardeşim, iyi olan yenilsin! buna da halk karar versin.

    bu ülkede köylüler tarafından yapılan çok güzel peynirler var. her ne kadar biz 10-15 çeşit peyniri bilip tüketsek de artun ünsal'ın süt uyuyunca kitabına göre ülkemizde 200'den fazla çeşit peynir üretiliyor. kimi bölgelerde 50'ye yakın peynir çeşidi var. ancak köylünün durumu ortada -ne yazık ki- bu insanların sizin getirdiğiniz fabrika standartlarına uyması mümkün değil. bunu da çok iyi bildiklerini biliyorum.

    bu yöresel tatlar bizim ülkemizin zenginliği, önemli bir değeri. yeni getirilen düzenlemelerle bu ülkenin zenginliği, çeşitliliği öldürülüyor ve hatta ormanları gibi bilinçli olarak katlediliyor. renkler, tatlar, desenler tekelleştiriliyor; devlet özelleştiriliyor ve birilerine peşkeş çekiliyor. bunu nereden anlıyoruz? konuyla ilgili 19 yıl ülker'de çalışmış ve şimdilerde ambalaj sanayicileri derneği başkanlığını yapan kişinin açıklama yapmasından anlıyoruz.

    diren köy peyniri! direne direne yenileceksin!

    haber

  • son yılların yeni trendi.

    dobrayım, açık sözlüyüm ayağına insanların kalbini kırmak moda olmuş durumda.

    özellikle kendinden zayıf ve güçsüz insanlara karşı uygulanan bir çeşit güç gösterisidir bu.

    açıksözlü olmak ile patavatsız ve küstah olmak arasındaki farkı dahi idrak edemeyen insanlardır bunlar.

  • miyazaki'nin filmlerinde çok güçlü bir ruh leitmotifi var. öyle ki, filmlerin can alıcı sahnelerini ruh'tan ayrı şekilde yorumlayamıyoruz. örneğin gökteki kale'de madenlerde yaşayan pom'un, sheeta'nın kolyesinin esrarını fark ettiği sahnede güçlü bir animizmle karşılaşıyoruz. animizm insan dışındaki fenomenlerde de ruh'un bulunduğunu, bu sebeple de bütün nesnelerin bilince sahip olduğunu söyler. pom da yeraltında yaşaması ile taşların fısıldaması arasında bağ kurmuyor mu? işte bu animizmin bir örneği. gökteki kale'ye karşılık prenses mononoke ise tamamıyla animistik filmdir.

    imdi, miyazaki'nin filmlerinden çıkartılması gereken ilk ders şudur: her nesnenin ruh'u olduğu için, bütün nesnelere saygı duyulmalıdır. filmlerdeki karakterleri iyi ve kötü olarak ayırırsak, iyilerin bütün nesnelere saygılı, kötülerin ise saygısızca davrandığını görebiliriz.

    ruh'u kabul etmenin sonuçları vardır. çünkü ruh bütün metafizik kuramlarının temelidir. ruh yoksa metafizik de yoktur. antik yunan'ın en maddeci filozofları olan tabiat filozofları bile ruh'u inkâr etmemişler; ruh'un, kabul ettikleri arkhe'nin bir formu olduğunu iddia etmişlerdir. meselâ demokritos'u ele alalım. o, bütün doğanın temeline madde olan atomu yerleştiriyor. düşüncelerin ve duyguların oluşumunu bile atomlara bağlıyor, bunların atomların vücuda akışının ürünleri olduklarını iddia ediyor. gelgelelim böylesi maddeci bir filozof ruh'u inkâr etmiyor. ruh'un, küre biçiminde olan kusursuz atomların ürünü olduğunu söylüyor. evet, demokritos'ta ruh kavramı alabildiğine maddîdir, ama en nihayetine vardır. yine materyalist olan sammos'lu hippon, arkhe'nin su olduğunu kabul ediyor. ona göre ruh, yaratıcı gücü olan bir çeşit suymuş. en koyu maddecilerin bile ruh'u kabul etmelerindeki sebep, hareketi salt maddeyle izah edememeleridir. antik çağlarda yaşamış ve eserleri günümüze kadar ulaşabilmiş filozofların kosmogonia'larında en maddeci olanlarının dâhi olağanüstülüğe başvurduklarını görmemizin sebebi budur.

    maddecilerin yapamadığını (veya yapmadığını) anaksagoras yapıyor ve ruh'u ilk defa maddeden ayrı olarak ele alıyor. artık felsefeye düalizm hâkim olmaya başlıyor. bir tarafta saf madde, diğer tarafta ise nous'a sahip bir ruh. nous, yani akıl artık maddeyi yöneten hâkim güç konumunda oluyor. işte, sokrates'in anaksagoras'ı tabiat filozoflarından daha akıllı görmesinin sebebi yaptığı bu ayırımdır. dikkât edin, sokrates ethik'in kurucusudur. ethik, maddeyi yöneten ruh kuramının tabiî sonucudur; çünkü temelde "madde nasıl yönetilmelidir" sorusuna yanıt aramaktır.

    miyazaki'nin filmlerinde de ethik oldukça önemli bir yer tutar. ruh'u önemseyen iyi karakterlerin maddeyi "iyilik" için kullanmaya çalıştıklarını, ruh'u umursamayan kötü karakterlerin ise egoistçe arzularına kavuşmak, bir başka ifadeyle "kötülük" için kullandıklarını görürüz. demek ki miyazaki filmlerinden çıkarmamız gereken ikinci ders şudur: insanlar maddeyi, bir başka ifadeyle "gücü", ortak iyilik için kullanmalıdırlar. meselâ gökteki kale'deki olağanüstü güce sahip olan bir robotun, doğa'yı korumak için elinden geleni yapması bunu temsil etmektedir.

    son olarak bir şeyden daha bahsedip yazıyı daha fazla uzatmamak istiyorum. miyazaki'nin, iyi ve kötü karakterlerin yanı sıra devletin de yer aldığı filmlerinde bir şey fark ettim. kötü karakterlerin hemen hepsi iyiliği bulabiliyor. ama devlet yetkilisi olanlar bulamıyor. bunun sebebi, kötü de olsalar insanların içindeki kalp tüm heyecanıyla çarpıyor. duygular hâkim olmaya devam ediyor. kalp çarpmaya devam ettiği için iyiliği bir kez tattı mı bırakmak istemiyor. meselâ dola'yı dönüştüren güç tanıklık ettiği aşk'tı, aşk ise iyilerin iyisidir. ama muska devlet yetkilisiydi, duygularını bir köşeye itmiş ve olaylara yalnızca aklın penceresiyle bakıyordu. kalbini söndürmüştü. dolayısıyla iyiliği hiçbir zaman tadamadı, dolayısıyla dönüşemedi. tam da burada, hint felsefesinde (veya doğu felsefesinde) oldukça önemli bir yere sahip olan güneş ve ay, yani kalp ve akıl metaforunu anımsamak ufuk açıcı olabilir. nasıl ki ay, ışığını güneş'ten alıyorsa; akıl da ışığını kalp'ten almalıdır.