hesabın var mı? giriş yap

  • herkese oluyor mu bilmiyorum ama ahir ömrümde annemin benim adıma ona 1 tane yeter dediği yaşlarımdan sonraki tüm lahmacun siparişi sahnelerinde yaşadığım kararsızlık anıdır.

    2 tane istesen yetmeyebilir zira açsın doyacaksan da doymayacaksın gibi gelir. 3 desen birincisi ohaa lan, çüşş, yuhh ayı gibi tepkilere maruz kalmak dışında bir de fazla gelme ve mecburen bitirmek zorunda kalma ihtimali var. çok zorlanıyorum be sözlük bildiğin gibi değil.

  • zengin depresyona girince xanaxlar, prozaclar havada uçuşur, personal trainer eşliğinde spora başlar, tenis kursundan çıkıp golf kursuna gider, avmlere alışverişe gider eve dönüp kavanoz kavanoz nutella kaşıklar vs.

    fakir depresyona girince depresyon hırkasını giyer, buzdolabını açar, raftaki yarım limona bakar ve kapıyı kapatır.

  • hdp seçmeni de bizim gibi bir kg ete 160, 1 kg domatese 30, 1 kg tavuğa 65, 1 kg muza 35, 1 kg hıyara 40, 1 tek maydanoza 10 tl veriyorsa daha doğrusu veremiyorsa mansur yavaş' a oy verir. çünkü artık iş siyaseti, ideolojiyi, kimlik bunalımını falan çoktan aştı. iş artık hayatta kalmak veya kalamamak seviyesinde.

  • sinemadan anlayan biri değilim, teknik bir eleştiri benim becerilerimin dışında. filmin eksiğini gediğini doğru insanlar açıklar zaten. kaldı ki eksiği gediği olması da son derece normal, adamların ilk filmi. ne demişler ilk elin günahı olmaz.

    ilk filmleri olmasına, bütün muhtemel acemiliklere rağmen yine de bence çok değerli bir film. çünkü bu film recep ivedik gibi sıradan bir komedi değil, bu film siyasi bir komedi. bu halkın bir politikacıyı destekledikten, kendi temsilcisi olarak gördükten sonra neleri sineye çekeceğini, neleri normalleştireceğini, nasıl takım tutar gibi partisini her koşulda savunacağını gözler önüne seren bir film. türkiye'de yaşadıklarımızı bi gözünüzün önüne getirin, gerçekten de politikacıların türlü rezilliklere, skandallara rağmen halk desteğinde en ufak bir azalma oluyor mu? türlü kepazeliklerin ardından "ölümüne x'ciyiz", "y'nin yanındayız", "z'yi yedirmeyiz" diyen tipler türemiyor mu her yerden? müridleri ne olursa olsun desteklemeye devam etmiyor mu? bu kriterlere uyan bir kişi geliyor benim aklıma.

    buna ek olarak film sokağın nabzını da çok iyi yakalamış, bu halkın neye nasıl tepki vereceğini çok iyi kestirmiş. gerçekten de bu halk filmde yaşanan olaylara filmde gösterildiği gibi tepki verirdi. bugün biri çıkıp sokakta yaşlıları tokatlasa, 60 yaş üstünün oy kullanmasını yasaklayacağını söylese, sokak hayvanlarını itlaf edeceklerini vaad etse gerçekten de eleştirenler kadar destekleyenler de çıkar. hangi siyasi danışmanla çalışıyorlarsa tebrik ederim çok temiz iş çıkarmış. siyasi danışmanları yoksa bu çıkarımları kendileri yaptıysa da helal olsun, içinde yaşadıkları toplumu iyi gözlemlemişler.

    bu film sıradan bir komedi değil, bu film bir türkiye aynası. devekuşu kabare'de, olacak o kadar'da gördüğümüz siyasi hicvi 2023 türkiyesi'ne getiriyor. bu filmde güldüğümüz tipler ile her gün aynı sokaklarda yürüyor birlikte metroya biniyoruz. bu film seyirciyi recep ivedik'teki gibi "ahaha kıroya bak" ötekileştirmesi ile güldürmüyor, bu film bir halka ayna tutup kendine güldürüyor.

    bütün bu anlatılanlar elbette demek değil ki film komik değil. hayvan gibi komik. filmden çıktığımdan beri istisnalar kaideyi bozmaz dinliyorum, bu yılki spotify wrapped'de çıkarsa bu mahsun başkan'ın başarısı olacak. umarım ikinci film de çıkar, ki ikinci film bence ilkinden daha fazla potansiyel taşıyor. zira filmde gördüğümüz tiplere bir de devlet yetkisi ve dokunulmazlık verince neler yapabileceklerini düşününce bile beni bi gülümseme alıyor.

    neyse lafı çok uzattım. özetle diyorum ki oylar lmkp'ye! seni başgan yaptıracağız mahsun başgan!

  • "sıkıştırmak" değil "kullanmak" tır aslında yaptığı eylem. bunu "sıkıştırmak" diye tasvir edince, aslında orada yeri olmayan fuzuli bir sözcük eklenmiş de onu çıkarsak dahi cümlenin anlamı bozulmayacakmış gibi bir izlenim veriyor.

    bu eylemi yadırgamanın da tam olarak yukarıda bahsedilen nüansı fark edememekten ileri geldiğine kaniyim.

    şöyle ki, genelde kişinin özgür iradesiyle karar verdiği veya ekstra bir çaba ile bir niyet doğrultusunda gerçekleştirdiği bir davranış değildir söz konusu olan.

    insanların her cümle kurduklarında durup önden 10 sn semantiği & sentaksı düşündükleri ve bu sırada hangi dilden hangi kelimeyi kullanacaklarına belli bir amaç doğrultusunda karar verdikleri yanılgısı var. yazmak olsa anlaşılır bu varsayım, lakin konuşmak (hele de gündelik rutinde sıkça tekrarlanan "küçük sohbet" gibi diyaloglarda) otomatik pilota alınmış şekilde yaptığımız bir hareket. yani nasıl ki yüzmeyi bir kere öğrendikten sonra her kulaçta durup yeniden "acaba kolumu hangi açı ve hızla suya daldırsam maksimum verim alırım?" diye karar vermiyorsanız, konuşmayı bir kez öğrendikten sonra -maalesef- otopilota alıp ritüelleştiriyorsunuz.

    öğrenilen 2.veya 3. diller de tabii ki kullanılma frekansıyla doğru orantılı olarak yeni nöronal ağlar oluşturup eskilerinin kullanılma sıklığı azaldıkça beyniniz sürekli değiştiğinden, düşünme ve konuşmanızda yeni şeyler ağırlıklarını hissettirmeye başlıyor.
    (mesela aklınızda gün içerisinde bulunan verilerin genelde yakın bir zaman diliminde başınıza gelen veya yeni öğrendiğiniz şeyler olması doğal bir sürecin ve gerekli bir adaptasyonun sonucu.)

    bunların sonucu olarak kendi habitatı içerisinde belli kavramları anadilindeki fonetik karşılıkları ile değil yabancı bir dildeki fonetik karşılığıyla özdeşleştirmeye başlayan kişi, ister istemez mesela servis aracını görünce "ring geldi", "shuttle geliyor" diye anlık bir izlenimi oluyor, sesli olarak belirtmese bile düşünürken veya algılarken dahi bazı spesifik kavramların dilsel göstergeleri değişmiş oluyor. bunu seçim ile yapmıyor, üzerine kafa patlatıp da "mekik" kelimesinin ingilizce karşılığını aramıyor, zaten o türkçesinden önce geliyor aklına. çünkü gün içinde tüm çevresi bu araca böyle hitap ediyor.
    ha ilginçtir mesela ben hiç kampüsündeki araçtan ring olarak bahseden kişinin taksim-çapa dolmuşuna gelince ring dediğine tanık olmadım. yani konsept birebir olarak, bulunduğu çevre ile bağlantı içerisinde alınıyor ve bu kişi taksimde kampüs dışından arkadaşlarına bir anı aktarırken yine "tam sigara yaktım ring geldi" diyebiliyor, dolmuşa dolmuş demeye devam ediyor ama. yani sizin ortamınıza geldiğinde normalde hayatında ingilizce olarak yer etmiş bir takım terimleri sanki özel admış gibi yine ingilizcesiyle belirtiyor çünkü aksi için ekstra bir çaba ve özen gerekiyor sanılanın aksine.

    mesela günde 10 saat ingilizce/fransızca/ almanca eğitim alan veya bu dillerden birinde materyaller okuyan veya bu dilleri kullanan birileriyle iletişim kurarak iş yapan birini ele alalım.
    onun normali artık zaten artık o çalıştığı dilde kurulu, esas aksini yapıp türkçeleştirmek için her seferinde bir istem devreye giriyor bilinçli bir şekilde, aklına öbür dildeki kelime hemen geldiği ve cümlesini tam olarak tamamlayan bir kelime olduğu halde aynısının türkçesini hatırlayıp kullanmayı seçmesi gerek. evet hatırlamak kelimesini kullandm çünkü mikrosaniyeler kadar bir farkla bile olsa aklına türkçesi daha geç geliyor. yani bunu yapmak için kişinin sürekli uyanık ve durumu gözetir halde olması, her ingilizce kullanmak üzere olduğunda ışık hızıyla bunu fark edip kendisini durdurup aklına ikinci gelen kelimeyi telaffuz etmesi gerek. bu süreç de ekstra çaba harcamayı ve bu yönde bir niyeti gerektiriyor.

    burada dünyanın en sinir bozan sorusu karşımıza çıkıyor; " asıl amacı neydi?" yani neden kişi bu durumu önemseyip de düzeltmeler yapma, konuşmasını sadece tek dil bilenlerden daha çok gözetme ve bunun gibi bir detaya yoğunlaşma zahmetine girecek? az da olsa işin doğal gidişatından farklı bir eylemi seçmesi ve davranışsal değişikliğe gitmesi için bir sebep olması gerek çünkü.

    bu sebep ortamda ingilizce bilmeyen kişi yoğunluğunun daha fazla olması, anlaşılma oranının tek dilde konuşunca artması gibi pratik sebepler olabilir.

    eğer bunlar söz konusu değilse, ikisi de ingilizce bilen veya sadece aralarınsa bahsettikleri ingilizce terimlerin anlamsal karşılığını bilen insanlarsa iletişim kurmaları kesinlikle aksamıyor.

    bu durumda geriye estetik ve etik sebepler kalıyor. estetik en çok dile getirileni aslında, durumdan rahatsız olup sinir bozucu olduğunu düşünen çoğu insanın herhangi bir pratik sebep öne süremedikleri halde rahatsızlık belirtiyor olmaları estetikle ilgili. her dilin kendi içinde bir ritmi, kulakta yarattığı dolgunluk veya alışıldık bir tınısı var, kelimelerinin seslerinin birbiriyle uyumu farklı tonlamalara yol açıyor. çoğu zaman rahatsızlık iki veya üç farklı bütünün parça parça karışmış, aralara sanki orada olmaması gereken "arıza" lar katılmış gibi olmasından kaynaklı. ama bu da neticede zevk, keyfiyet herhangi bir lüzumluluk söz konusu değil. dolayısıyla zevk sahibine,
    herhangi birini aksini yapıyor diye kınamak, davranışını değiştirmesini talep etmek hakkı vermiyor.

    kaldı etik, ki bu da estetik gibi muğlak yargılardan mütevellit. yani "bence bu doğru değil" demenizle "bence hoş değil" demeniz çoğu zaman eş skalada değerli. bu konuda öne sürülebilecek etik sebepler şöyle oluyor muhtemelen :
    i) milli kültür/miras ekseninden toplumsal bir bütünlük bilincini muhafaza etme gerekliliği(bunun dildeki karşılığı "dili saf tutmak", "dili korumak" gibi tuhaf çabalar) bunu geçiyorum çünkü milli kimliğin herkesin kabul ettiği bir evrensel değer olduğu varsayımı zaten başlı başına dayatmacı, dogmatik. belki de kişinin korumaktan yana olmadığı sahiplenmediği bir kültür ve onun ürünü olan dil olduğundan, "değişmemesi" şu anki haliyle kalması için çaba sarf etmek şöyle dursun kişi bazı şeylerin değişmesini tercih ediyor olabilir. kaldı ki dil canlı, kıpır kıpır, oynak., bulutumsu bir şey ; şimdiye kadar nerede sabitlendiği görülmüş ki orada tutalım? şu an ana dilim diye konuştuğun şey zamanının yabancı dillerinin(arapça farsça) etkisiyle büyük ölçekte değişmiş, yer yer zenginleşip yer yer yontulmuş kocaman bir ana çerçeveden ibaret. muhtemelen 1000 yıl önce devrin bilginlerinin, sanatçılarının kullandıkları için eleştirildikleri, sofistike bulunan, fildişi kulelerin o "yüksek" dilini şu an kullanıyorsun , kullanıyoruz. yine aynı terane anlayacağın, "var olan"ın korunması ve " var olabilecek"lerden her halükarda daha iyi olduğu zannı, yani konservatiflik.

    ii) "ama herkes yeterince anlayamıyor " tantanası. sanki anlatanın yeterince, gerektiği kadar ve dilediği opaklıkta anlatma hakkı hatta ihtiyacı daha önemsizmişçesine.

    belki de "şu "kadar anlaşılmak" bu" kadar anlatmakla kompanse ediliyor ve kar zarar tablosuna oturttuğunda konuşan için bu kullanım pozitif sonuç veriyordur.

    belki de senin ondan o kelimeyi kullanmamasını talep etme hakkın olduğu kadar onun da senden "o zaman şunun anlamını öğren de gel bir şey anlatamıyorum sana" diye talepte bulunma hakı saklıdır.

    " sen yeni bir şey öğrenme çabasına girme diye ben nedem bildiğimi geri plana atıp yoksayma zahmetine gireyim?" denebilir pekala. sanki anlatmak bir talep ve dinlemek bir lütufmuşçasına, dinleyicinin konforu neden yeğ tutulmalı ki?

  • cem garipoğlu tarafından hunharca katledilmiş cancağızım, rahmetli.

    o dönem otopsi raporunu okumuştum, okuyup ağladığımı hatırlıyorum.
    bir de ismini unuttuğum bir programda, sezen aksu-firuze eşliğinde anılmıştı.
    şimdi ne zaman firuze çalsa, aklıma münevver karabulut gelir.

    "üzüm buğusu gibi..."

    ne zaman protez tırnak taksam, cem garipoğlu'nun evinde, yerde bulunan tırnakları geliyor aklıma, poşetten çıkan kanlı çamaşırlar beliriyor sonra gözümde. sonra testere geliyor aklıma, başının gövdesinden ayrılma sahnesi... daha sonra onun bulunduğu, cenaze için, kafasının gövdesine dikildiği...

    amcası, bileklerinden bahsetmişti bir yerde... "bileklerini telle mi neyle bağladılarsa, bilekleri..." deyip yutkunmuştu adamcağız...

    ölüm anında aklından geçenleri düşünüyorum, ne kadar ürküp, ne kadar korktuğunu...

    allah rahmet eylesin. ben bu cancağızıma hala çok üzülüyorum.