hesabın var mı? giriş yap

  • recep ivedik 4'un 1 milyon 641 bin kisilik rekorunu sarsmis ama kiramamistir. buradan anlasiliyor ki nuri bilge'nin sahan gokbakar gibi olabilmesi icin on firin ekmek yemesi ve spor yapmamasi gerekiyor.

  • sokağa inmeye gerek olmamasından dolayıdır.

    birbirlerini kırıyorlar zaten şu anda. bizi gözlemci atadılar.

  • inanılmaz sempatik, güler yüzlü ve keyifli bir adam. yol arkadaşını çok doğru seçmiş, bizim kızı tebrik edelim. ben bayıldım enişteye.
    yalnız bu sivaslılar hakikaten her yerdeler. *

  • o anın ayrıntılarını pek hatırlamıyor olsam da babam şöyle bir anımızı anlatırdı hep;
    ''sen 5 yaşlarındasın, elinden tuttum bakkala gittik. yoğurt, ekmek falan aldık. bizim de durumlar iyiyken sana sürekli aldğım bir çikolata vardı, kinder sürpriz mi ne işte... senin gözün ona takılmış ama almıyorsun. ben de cebimdeki parayı hiç düşünmeden sen üzülme diye onu da almak için bakkala uzattım, sen elimden tutup yerine koydun ve şöyle dedin ''istemiyorum o çikolatayı, ben artık onu sevmiyorum '' öyle bir söyledin ki almadan çıkmak zorunda kaldım, çok sevdiğini biliyordum ama çikolatayı, o gece uzun zaman sonra ilk defa ağlamıştım...''
    herhalde benim fark ettiğim ilk an bu olsa gerek. bu anımı da neredeyse hiç kimseye anlatmamışımdır sevgili sözlük.

    3 yıl sonra edit: bu hatıranın da yer aldığı bir öykü kitabım çıktı aylar önce, -affınıza sığınarak- okumak isteyenlerle paylaşıyorum (bkz: sürünün dışında)

    4 yıl sonra edit2: güzel mesajlar atıp babama selam söyleyenler oluyor arada, sağ olsunlar ama o selam yerine gitmiyor. çünkü ben 17 yaşındayken bizi terk etti. herkese sevgiler.

  • istanbul ahl'den yurtdışına gitmek üzere havalanındayım. sırada hemen önümde kara çarşaflı bir kadın ve bir adam, kabindeki polisle aralarında bişeyler oluyor, konuşmalar falan, neyse sonra geçiyorlar. sıra bende pasaportu uzatıyorum.
    kabindeki memur başlıyor söylenmeye.
    - heryerini kapatmış sadece gözleri var, yüzünü görmem lazım, kontrol için, uğraştırdılar bir sürü.
    - açtı mı sonra?
    - müslim falan bişeyler dedi, e ben de müslümanım dedim, açtı sonra.
    - nerelilermiş?
    - türkmenistan*, ya ben çok meraklıyım sanki senin karının yüzünü görmeye. zaten buradan ne ruslar, ne ukraynalılar geçiyor!!!!
    - ee evet siz de haklısınız tabi.

  • gertrude stein otomatik yazma denemeleri yapan bir yazardı. böylece zihnin en karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyor ve dilin, belirgin yapısının insan zihnini ve düşüncelerini yeterince ifade edemeyeceğini düşünmeye sevk ediyordu okurlarını. tender buttons* adlı kitabında "kırmızı güller" hakkında yazdığı şey şuydu; "pembe kesik pembe, bir çöküntü ve satılmış bir delik, biraz daha az sıcak". stein'ın tuhaflıkları ve absürd cümleleri bununla sınırlı değildir.

    dile ve insan hayatına etkilerine ilişkin bahsetmek istediğim şey, onun yapısının zayıflığı ve buna rağmen bilince ilişkin yaptığı baskıdır. günümüze kadar pek çok -izm insanları etkisi altına aldı. pek çoğu insanları farklı şekillerde etkilemişti aslında. her biri insanlara farklı bir yönünü gösteriyor ve en önemlisi her biri farklı bir sorun olarak kendini yansıtıp, bambaşka fay hatlarına yol açıyordu.

    burada bilinmesi gereken şey hemen hiç kimsenin, hatta bir düşünce eğilimini ilk kez belirtenin dahi ona sahip olamamasıdır. hiç kimse belirli bir düşüncede olamaz. çok koyu birşeyizm taraftarı olan birinin, yeri geldiğinde bunu esnetecek ve çok yoğun topluluk duygusuna ve ruhuna rağmen, buna ters düşecek bir espri yapması anı gibi.

    daha özele inelim. psikolojik sorunların isimlendiriliş anı insanı mahvediyor. hiç kimse şizofren, deli, anksiyete veya borderline değil. ne demek istediğimi şöyle izah edeyim. bu kişiler bu psikolojik sorunlara sahip olsa bile öyle değiller. çünkü bu kelimeleri ve bunların ardında gördükleri tanımları duydukça mahvoluyorlar. bunların hiçbiri onlara ait değil. bu kelimelerle ifade edilen şey sadece bir görünüm. ama insanlar tanımları ve dilin hakikatleri yansıtamayan zayıf varlığını gördükçe, bu problemleri, tekleyerek çalışan zihinlerinde çözemeyip, benliklerinin kimyasını bozuyorlar. bir sorunla baş etmenin en mükemmel yolu, bir soruna sahip olmadığını bilmektir. bir hedefe ulaşmanın en güzel yolu o hedefe belli belirsiz koşmaktır; hatta o hedefi unutmak, onu umursamamaktır. daha iyi ifade etmek için logoterapi kavramını ortaya atan viktor e. frankl'ın sözlerine bakalım;

    “başarıyı amaçlamayın. bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır. mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir. bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dahilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. o zaman, uzun vadede —uzun vadede diyorum!— başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başarıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.”

    bundan 50 sene önce "çiçek çocuklar" ve davaları önemliydi. meşhur karikatürist robert crumb belgeselinde şunlar geçer;

    kameraman: 60'larla bağdaşmış olman oldukça ironik. çiçek çocuk meselesine pek uyum sağlamış gibi görünmüyorsun.

    crumb: denedim! buraya her gün gelir, onlardan biri gibi olmaya çalışırdım. temel amacım, bedava sevgi olayından yararlanmaktı. ama o konuda çok iyi değildim. insanlar narkotikten misin diye sorarlardı. karşılıklı birbirinizi överken sizden uzaklaşırlardı. ben şu an tam da öyleyim.

    janis joplin'in bana verdiği öğüdü hatırlıyorum. "crumb, senin sorunun ne? kızlardan hoşlanmıyor musun?" ben de, "elbette kızlardan hoşlanıyorum, sen ne diyorsun?" dedim. dedi ki, "sadece saçını uzat, saten, dalgalı bir gömlek edin. kadife ceketin, ispanyol paça pantolonun ve platform ayakkabıların olsun." "öyle yolunu bulursun." bunları yapamadım işte. bütün bunlar bana çok aptalca geliyordu, ayak uyduramadım.

    william james, "dil, bizim hakikat algımızın aleyhine çalışır", demiş. çünkü sorunlarımıza keyfi tanımlar koyarak kendimizi sıkıştırıyoruz. bütün bu süreç, sloganlarla, kampanyalarla, konjonktürün oluşturduğu steryotiplerle çözülebilecek sorunlar yumağına odaklanmak belirgin nihai bir amaç gibi görünmeye başlıyor. hemen her şey indirgemeci, pozitif bilimin çözebileceği bir sorunmuş gibi algılanmaya başlıyor.

    bazen hayattaki her şeyin isimlendiriliş anından sonra önem kazandığını fark ediyorum. çünkü zihnimizin arka planında tüm bu sözcüklere bir çözüm üretmeye çalışıyoruz. zaman geçtikçe her şey eskiyor ve unutuluyor deniyor ama baki olan şey dilin ve sözcüklerin bize oynadığı bu oyun. bugün hala bazı şeylerin, diğer sözcüklerle düzeltilebileceği zannediliyor. halbuki sözcüklerin derinine indikçe patafizik de güçleniyor. kenara köşeye bırakılan her tanım, sırasının geleceği zamanı bekliyor.

    birçok defa yaşantımda şu olaya benzer tuhaflıklara şahit oldum: bir keresinde bir kız bana bir şey söylemişti. ona güzel bir şekilde cevap verecektim. aklıma güzel bir cümle geldi. cümlenin ortasında sıradaki kelimeyi söylersem, istediğim güzel etkiyi bırakamayacağımı bir an sezdim. bu nedenle bir manevrayla başka bir kelime kullandım ve başka bir şey söyledim. aslında pot kırmadım. bahsettiğim kelimenin ve bu kelimelerden türemiş skeç tiyatroların marjinal durumları değil. vurgulamak istediğim şey, bu kelimelerin bize unutturduğu ama hayatımızın büyük çoğunluğunu kapsayan, ciddi bir sonla, hasarla veya kahkahayla bitmeyen anları.

    her neyse bu başka kelimeyi söyleyince sohbet, başka türlü akışa geçti. somutlaştırmak istiyorum.

    kız: bu dersten 2 defa kaldım. bu dönemde geçebileceği sanmıyorum.
    ben: (aklımdan geçen, söylemek istediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. aa ile geçeceğine eminim.
    ben: (aslında söylediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. kalacağını sanmam.

    bu küçük manevranın yarattığı kelebek etkisi umrumda değil. bu bir aşk hikayesi de değil. bu sadece düşüncelerimin akışının belli belirsiz oluşunun, yaşantımın arka planında kelimelerimin beni bazı kalıp laflara yönlendirmesi.

    bu kısa diyalogda, trenin makas değiştirmesi gibi, diyaloğun akışının değiştiğini gördüm. birçok konuşmada da olduğu gibi çok kısa bir an sonra da unttum ki, aslında belki de böyle konuşulmayacaktı. aslında hissettiği söylemeyi ilk başta düşündüğüm şey bile değildi. ama kelimeleri kafamda dizdiğimde, tam kalbimden geçeni de söyleyemeceğimi zaten anlamıştım. cümlemde oynama yaparak hakiki hislerimden temelli uzaklaştım. tüm hislerimi çerçeveleyebilecek bir dil göremiyorum. aslında kalbimden geçenler şunlardı.

    "seni çalışırken gördüm ama aslında bir insanın konuları ne kadar anlayarak çalıştığını bilmek güçtür. saatlerce baktığın kitaplardan hiçbir şey anlamamış olabilirsin. çünkü belki de kafan başka yerdedir. bu tamamen senin konuya duyduğun alakayla ilgili. ayrıca belki de iyi çalışmışsındır ama bu sınavda farklı bir soru grubu ile karşına çıkacak hoca, çan eğrisinin kıl payı altından kalman vs. gibi nedenlerden yine de dersten kalabilirsin. çok belirsiz şeyler bunlar. aslında emeğine saygısızlık etmek niyetim değil, çalıştığını gördüm lafını samimiyetle söyledim vs. vs."

    aslında çok belirsiz bir düzlemde, duygularımdan uzak, kalıp cümleler kuruyorum. hislerde çok büyük derinlik varken, dil, bu büyük düzlemde çok ince bir çizgide ilerliyor. çoğu alan boş kalmış.

    http://postmodernizm.blogspot.com.tr/…rsizligi.html

  • 80 milyonluk nüfus yapılarını bozacak diye birliğe almıyorlar, şimdi de kendi denizimizde petrol bulmamızı istemiyorlar.

    inşallah sağlam petrol çıkar da muhtaç kalırsınız. gerçi petrol de var gibi. yoksa bu kadar yaygara yapmazlar.

    edit:petrol değil gaz diyorlar.

  • herkes bir şeyler yazmış ancak bir allahın kulu da biraz araştırıp da doğru bilgi vereyim dememiş. gerçekten enteresan bir hal aldı buralar.

    yılbaşı için kestiğiniz bir ağacın karbon ayak izi sonrasında ağacı ne yaptığınıza göre değişir. carbon trust'a göre 2 metre boyunda bir çam/yılbaşı ağacı için konuşursak. işiniz bittiğinde bu ağacı odun parçalayıcı ile parçalar veya kesip odun olarak kullanırsanız 3.5 kg karbondioksit salınımına sebep olacaktır.

    işiniz bitince ağacı çürümek üzere çöp sahasına atarsanız oluşacak karbon salınımı ise 16 kg olacaktır.

    2 metre yüksekliğinde yapay (plastik) bir çam ağacının ise 40 kilogram karbon izi bulunur. satın aldığınız plastik ağacın kesip daha sonra odun olarak kullanacağınız gerçek bir ağaçtan daha az zararlı olması için en az 12 yıl boyunca kullanmanız gerekir.

    yılbaşı için kesilen ağaçların bu iş için özellikle yetiştirildiğini de hesaba katarsanız doğanın ağaç örtüsüne de bir zararınız dokunmayacaktır ki kesilen her ağaç için yerine yenisi de dikilmektedir.

    yılbaşı ağacı edinmenin en zararsız yöntemi ise daha sonra toprağa dikebileceğiniz saksı içerisindeki ağaçları almaktır. işiniz bittiğinde uygun bir yere diktiğinizde doğaya faydanız bile dokunabilir.

    yılbaşı ağacı üzerinden siyasi eleştiri yapmak isteyen kimseye ekmek çıkmaz bu konudan. zaten ülkemizde de ağaç kesip süslemek şeklinde bir uygulama da bulunmamaktadır.