hesabın var mı? giriş yap

  • eminim kız çocuk sahibi herkes kızı için bir şeyler yapmıştır ; ama herkesten farklı olarak dünyada belkide en orjinal bir biçimde kızı için bir şey yapan bir isim var ; "eugene cernan"..

    ---1934 doğumlu cernan, nasa'nın apollo 17 misyonu kapsamında, 12 aralık 1972'de ay'a ayak basan on ikinci ve son astronot oldu.bu yüzden kendisi "ay'a ayak basan son insan" olarak ünlüdür,hatta yine aynı betimlemede ünlü bir belgeseli vardır---

    işte cernan ay yüzeyinden ayrılmadan önce ay modülünün yaklaşık bir mil uzaklığında bir dizinin üstüne eğilerek dokunduğu bir yere görev yaptığı sırada 9 yaşında olan tracy isimli kızının baş harfleri olan "-t d c -" harflerini toz haline getirerek işaretlemişti..yani cernan'ın kızının baş harfleri 46 yıldır orada ve ay'da atmosfer olmaması, rüzgar, yağmur gibi yüzeydeki izleri silecek etkenlerin bulunmaması nedeniyle de tahmini on binlerce yıl daha orada kalacak..

    bir kız babası olarak , kızı tracy için böyle orjinal bir şey yapan cernan'ın ; eşinden boşanıp(işkolikliği nedeniyle) , kızından ayrı yaşamasına rağmen kızı tracy'e jestleri yıllar geçse de bitmeyecekti...

    kendisinin dostu ve eski meslektaşı olan alan bean "ay resimciliği" altında sanatçılığa başlamıştı... cernan bir gün alan bean'i ziyaret ettiğinde gördüğü resimdeki bir kayayı hatırlamış ve ona kızının baş harflerini buraya bir yere işaretlediğinden çok duygusal bir şekilde bahsetmişti..aradan günler geçtikten sonra alan bean, cernan'ı çağırıp resimlerinden birinde değişiklik yaptığını söylemiş ve şu resmi göstermişti..

    resimde gözüktüğü üzere kayanın sol alt kısmında cernan'ın kızı olan tracy ismi yazıyordu ve bir süre sonra astronot dünyasında station 6 boulder olarak bilinen bu kayanın ismi "tracy's rock" olarak sembolleşmişti..yani cernan kızının ismini aya kazıdığı yetmediği gibi yıllar geçtikten sonra bile kızının isminin ay üzerinde ünlü bir kayanın ismi haline gelmesine vesile olmuştu..

  • resmen videodan medeniyet fışkırıyor. (ironi değildir)

    - yiyişen merve
    - ortalığı birbirine katmayan katılımcılar
    - öğrencisini rencide etmeyen bir öğretmen

    merve, şu ülkede şöyle bir olay başına gelip de seni linç etmeyecek bir avuç insan var ve sen onların arasındasın, kıymetini bil.

  • bir yapımı değerlendirirken kullanabileceğiniz en basit ayrım iyi, kötü ve yetersizdir. iyi yapım eksiklikleri olsa da kendisini izletir. kötü yapım sinir bozucu derecede kötü ile o kadar kötü ki iyi gibi alt kategorilere sahiptir. (bkz: kanal d'nin gece yarısı filmleri) yetersiz yapımlar da aslında iyi bir fikirle başlamlarına rağmen bunları doğru düzgün işleyememiştir.

    işin garip tarafı witcher'ın birinci sezonunu bu kategorilerin hiçbirine koyamıyoruz. felaket bir cast ve karman çorman bir hikaye anlatımı var. buradan baksak dizi kötü gibi. ama bir yandan henry cavill karakterle müthiş uyumlu. ayrıca aksiyon sahneleri çok başarılı. lore'a baktığımızda ise bir fikir var ama pek aktarılamıyor diyebiliriz. bu açıdan bakınca dizi yetersiz gibi görünüyor. bu nedenle her ne kadar izlemesi keyifli olsa da diziye net iyi ya da kötü demek zor. şimdi bakalım ikinci sezon ile birlikte taşlar biraz daha yerine oturmuş mu?

    ilk önce biraz da mecburiyetten cast seçiminden bahsetmek gerekiyor. çünkü cidden yazık edilmiş bir potansiyel var. henry cavill karakteri elinden geldiğince özenli ve kitaplardakine benzer bir şekilde canlandırmaya çalışıyor. ayrıca şöyle bir bakıyorum adam aşırı karizmatik zaten. yani diziyi sürüklemek için gerekli her şeye sahip. ancak bu alanda ekip arkadaşları tarafından aşırı yalnız bırakılmış. bunun da cast seçimindeki oyuncuların dış görünüşüyle gerçekten alakası yok. (aslında o da var ama hadi onu geçtim gözüyle bakıyorum şu an) seçilen oyuncular canlandırdıkları karakterlerin karizmasından gerçekten yoksun. mesela cahir bu sezon konumundan düşmüş bir komutan ama şimdi bir jaime lannister'ın düşüşüne bakıyorum arada dağlar denizler kadar fark var. ya da fringilla'nın bir takım politik oyunlarla güç elde eden bir sorcerer olması gerekiyor ama o tehditkar ve kontrollü havayı yansıtamıyor oyuncu.

    bunun da sebebinin diziyi uyarlayan kişilerin witcher'ın temel fikrini kavrayamaması olarak görüyorum. aslında sezon da fena başlamamıştı bakarsanız. nivellen hikayesiyle, geralt'ın yaptığı iyiliklere karşılık dünyadaki kötülüğün aslında azalmadığını aktarmayı başarmışlar. ama bu noktadan sonra her şey resmen yokuş aşağı. mesela ciri'ye bakalım. ciri aslında hiçbir zaman prenses havasında olmadı zaten. bu nedenle kaer morhen'dayken aşırı hevesli ve mutluydu eline geçen fırsat nedeniyle. bu dizideki ciri ise bildiğiniz kendini kanıtlamaya çalışan atarlı ergen gibi hareket ediyor. ayrıca oyuncu da burnu havada prenses şeklinde geziyor ortalıkta. ben bu sahneleri izlerken acaba ben yanlış seriyi mi okudum diye düşünmeden edemedim. gerçi bi tane kitap olsa hadi neyse de insan oturup 7 tane kitabı da arka arkaya yanlış okumaz herhalde. ondan sonra karar verdim ki bu dizinin yazarları, yönetmenleri ve oyuncu ciri'yi hiç anlamamış aslında.

    ama gelin görün ki diziyi izlerken eğlendiğim yerler de oldu. o nedenle bir kısımda da hakkını vereyim. mesela ilk sezonda neden bilmiyorum hem zaman hem karakter atlamalı karman çorman bir hikaye kurgusu benimsemişlerdi. bu nedenle kitapları okumuş olsanız bile bölümleri takip etmek hayli zor oluyordu. bu sezonda ise bu felaketten vazgeçmişler. daha az karaktere odaklı ve az sayıda ana olayın yaşandığı bir akış var artık. ki bence bu diziyi izlemeyi hayli kolaylaştırıyor. eskel'e, yennefer'a, triss'e vesemir'e falan yapılan zulmü bir şekilde göz ardı etmeyi başarırsanız en azından dizi hızlı bir şekilde akıp geçiyor diyebiliriz.

    sonuç olarak eğer çok aslına sadık bir yapım bekliyorsanız bu kesinlikle o değil. işin kötüsü yapılan değişiklikler ya burası aslında pek olmamış gibi onu biraz düzeltelim denilerek yapılmamış. çünkü aslına sadık olsalar zaten hem kitaplar hem oyunlar falan hikaye anlamında bu diziden fersah fersah ileride. ha yine de henry abinin emeğine saygı göstermek için dizi izlenebilir. aldığım bazı duyumlara göre sadece kendisi var diye diziye başlayan allah'ım çok güzel ölücem şimdi falan derken olayları kaçıran insanlar da var çünkü :)

  • kimileri akabinde hoş bir anıya dönüşen garibanlık durumlarıdır.

    marmara'nın henüz kirlenmemiş ve yazın rahatça girilip yüzülebildiği zamanlarda, yaz tatilinde aileye rica minnet yalvarılıp o zamanlar daha anlamsızca kalabalıklaşmamış çınarcıkta, ben yaşlarda oğulları olan yakınlarımızın yazlığına bir haftalığına gitmek için izin koparılır.
    cebe, gidiş dönüş yol parasından az hallice üç kuruş konulur ve yola çıkılır.

    plan basittir: evin sahibi aile istanbul'a dönecek, biz de 15 yaşlarında üç velet bir hafta evde kalacağızdır.
    en başta her şey güzel gider.
    evde büyükler olmadığı için, yapıp bıraktıkları yemekler acele biter, cepten harcanan para ise, dönüş için ayrılan kısmı dahil olmak üzere üçüncü günde tükenir.
    dördüncü gün, parasızlık ve açlıkla yüzyüze gelinir.
    arka taraftaki tepelere meyve toplamaya gidilir. bir köylü halimize acıyıp bir de koskoca kabak verir bize. biz kabağa bakarız, kabak bize bakar. tamam, kabak tatlısı yapılabilir en nihayetinde, ama aç karnına adamı allah bilir ne eder o kabak tatlısı.
    elde kabak, poşette meyveler tepelerden dönerken, aşırı hızlı giden bir kamyona takılır gözüm.
    elimden sadece "yemek" diye bağırmak gelir. bağırmamla birlikte o koca kamyon, yolun ortasında eğleşen bir tavuk sürüsünün içine dalar. tavuklar sağa sola kaçışır, kamyon fren yapar, ortalık toz duman olur, ardından yolun ortasında yatan o beyaz tavuğu görürüz.
    koşa koşa gideriz yanına. biz oraya varana kadar tavukların sahibi de yola çıkar. adamın hafif bir tiksinti ile baktığı tavuğa biz de bakarız, durup dururken "helal eder misin?" derim. adam, evet şeklinde kafasını sallar.

    tavuğu hemen oracıkta kesip, tüylerini denizde yıkaya yıkaya ayıklarız. akşama ziyafet olur bize.

    ertesi gün, aklıma arkadaşımın babasının sandalı gelir. sabah erkenden balığa çıkarız. amaç, sabahtan o gün bize yetecek kadar istavrit tutup yemeği garantilemektir.
    istavrit tutmanın ne kadar bereketli olabileceğini o gün orada çarşaf gibi denizin ortasındaki sandalda sap gibi ayakta durup çapari sallarken öğrendim ben.
    akşama doğru iki kova ve bir büyük leğeni tepeleme doldurmuş dönerken, fazlasını komşulara mı versek diye tartıştığımızı hatırlıyorum.

    sahile varıp sandalı çektiğimizde ise, yan siteden bir hanım, tüm parasızlığımızı ve açlığımızı unutturacak o inanılmaz soruyu sordu bize: kaç para istavrit evladım?
    o anda beynimizde çakan şimşekleri tahayyül dahi edemezdiniz...

    elime geçen, o bildiğiniz eskiden lokantalarda filan bulunan plastik ekmek sepetini doldurup, 5 lira deyiverdim. balıklar hala canlıydı. (yetmişli yıllarda milyon filan da yoktu)
    ilk satışımızı o hanıma yaptık böylece.
    ertesi gün, ve arkasından bir sürü ertesi gün, sabahın köründe balığa çıkıyorduk. normal çapari 7 iğneli olur. biz üçer çapariyi birleştirip 21 iğneli yapmıştık gelen balığa yetişebilmek için. akşama kendimiz için bir kısmını ayırıp kalanını en yaratıcı yöntemlerle satıyorduk.
    sitelerde misafir gelen evlerin kapılarını çalıyorduk. kimse canlı balığa hayır demiyordu.
    ceplerimizde tomar tomar para ile gezer olmuştuk. çınarcık'ta dondurma ısmarlamadığımız kız kalmamıştı.

    benim bir haftalık tatilim istavrit sayesinde neredeyse bir ay süren vur patlasın, çal oynasın bir tatil oldu bu sayede.

    dönüşte, babasının sandalı olan arkadaşımın on vitesli sarı peugeot yarış bisikletini dahi satın aldım. hayallerimin bisikleti idi.
    eve de, kartal'dan selamiçeşme'ye kadar bisikletle gittim tabi. yarış bisikletiydi hem de.

  • ben hayatımda bu kadar karlı bir iş görmedim arkadaş. bak geçen 1 yaşındaki sabiye 18 lira verip bir hayvan kitabı aldım. 18 lira! kitabın özeti şu; google görsellerden 15 hayvan fotoğrafını almışlar, bir kalıp mukavvaya basmışlar, 15 sf. kitabı 18 liraya itekliyorlar. tek masraf matbaa ve mukavva masrafı. tutsun tutsun da 5 lira tutsun ki mümkün değil, net 13 lira kar. zira çocuk kitabı olduğu için bandrol falan da yok.

    arkadaş bu kitapları bu kadar pahalı yapan nedir? büyük oğlana 200 sf macera romanı alıyorum 7 lira, 1 yaşındaki bebeye 5 hayvan fotosu alıyorum 18 lira.

    demem o ki bu işe girin, inanılmaz para var. biz ebeveynler de gerizekalı olduğumuz için allah'tan gelen bir şeyle 5 karton sayfaya 25 lira verebilme kapasitesine sahibiz. sömürün bizi, azımıza sıçın.

  • isveç vergi mükellefi olan ailedir.

    ikametleri de isveç'tedir. isveç'in imkanlarından faydalanmaktadırlar. bu imkanlar olumlu yada olumsuz sonuçlanabilir bir tercihin sonucudur.

    türkiye'nin neden yardım etmesi gerektiği anlaşılamamıştır. normalde türk sağlık sisteminden yararlanma hakları bile var mı belli değil.