hesabın var mı? giriş yap

  • iliklerime kadar midemi bulandıran kavram.

    öncelikle bana bu entry'i yazmam için ilham veren olaya değinmek istiyorum. ben ki bilmemkaç aylık boyner holding stajımda ofise, daha sonra likya'yı yürüdüğüm dağcı botlarımla gitmiş, ümit boyner'le üzerimde yeşil parka montla filan tanışmış biriyim. hani, artık düşünün. yeni başladığım iş yerim ise çok sıkı olmamakla birlikte kıyafet konusunda biraz daha kuralcı, haliyle gidip kendime yeni ciciler aldım sırf iş için. haliyle bu cicilerin çok ama çok büyük çoğunluğu siyah, kalanlar ise ya lacivert ya da beyaz. zaten günlük hayatımda da koyu renkler tercih eden bir insanım, böyle seviyorum, ben buyum kısaca. bir ayağı bizim ofiste dünyalar tatlısı bir kıdemli ablamız ise beni ne zaman görse şu cümleleri kuruyor.

    'yavrum gencecik kızsın, neden hep siyah giyiyorsun? bak sen esmersin, sana renk çok yakışır. zaten artık kıyafet çok ucuz, 30 liraya 40 liraya tişörtler var. git bak yavru ağızları (?), gül kurları (???) al kendine.'

    yani, evet 30 lira 40 lira 'ucuz' gibi geliyor. fakat bana öyle gelmiyor sözlük. bana 'lüzumsuz bir harcama' olarak geliyor. üstelik 'sırf bana yakışıyor' diye rahat etmediğim ya da sevmediğim bir şeyi giymek olarak geliyor. sebep? şimdi itiraf edeyim, ihtiyacım olduğu zaman ben de gidip fast fashion markalarından alış veriş yapıyorum. hatta sizin o çok dalga geçtiğiniz istiklal mango'sunun en üst katındaki outlet'ten 10-20 liraya alıyorum ne alacaksam. zira kıyafete para vermek bana saçma geliyor minimal bir tarzı olan biri olarak. eşyalarını iyi kullanan biri olarak da pek eskitmiyorum. delindiğinde dikiyor, sahiden artık yırtılana kadar filan giyiyorum. zira senelerdir dişimi tırnağıma takıp para kazanıyorken bir kıyafet parçasına 100 lira vereceğime o parayla prag'da 4 gün hostelde kalabiliyorum. böyle bakınca 'ucuz'luk kavramı değişiyor insanın, değil mi? neyse.

    gelelim işin sosyal ve çevresel boyutuna, zira eminim ki hiç birinizin en ufak bir fikri yok.

    bu fast fashion minnoşları her ne kadar dışardan kurumsal gibi gözükse de içerde bir çöplük yatıyor. birincisi, taşeronlarla çalışıyorlar ve türkiye pazarı artık sektöre pahalı geldiği için çoğu uzak doğuya kaymış durumda. şimdi, etik olarak bir firmanın tedarikçilerini ve hatta tedarikçilerinin tedarikçilerini denetlemesi gerekir. bu ne demektir? benim 'minnoş' adında bir markam olsun ve antep'teki 'katmer' adında bir firmadan kırmızı tişört satın alayım örneğin. antep'teki katmer markası da benim ona verdiğim yüklü siparişi tek başına üretemeyeceği için fıstık, ceviz ve fındık isimli daha küçük markalardan ürün satın alsın. günün sonunda ben aslında ceviz'in fabrikasından çıkan ürünü etiketleyip size satıyor oluyorum fakat benim ceviz ile hiç bir diyaloğum olmuyor. fakat ceviz sigortasız işçi çalıştıran, ek mesai ücretlerini ödemeyen, şirket içi taciz vakalarını örtbas eden, çocuk işçi çalıştıran, illegal yoldan göçmen çalıştıran, zehirli kimyasalları nehre akıtan, tişörtleri kırmızıya boyarken çıkan zehirli gazların salınımını engellemediği için çalışanlarını kanser riskine sokan bir yer diyelim ki. ben minnoş markası olarak ne kadar şahane bir kurumsal kimlik çizsem de, hayır işleri yapsam da, kendi kurumsal yapımda etik kurulumdan toplumsal cinsiyet eşitliğine kadar harika bir yaklaşım sergilesem de, tedarik zincirimi denetlemediğim için aslında halt ediyorum. benim gidip katmer'i denetlemem lazım. eğer katmer, kendi tedarikçileri olan ceviz, fındık ve fıstık'ı denetlemiyorsa; benim gidip onları da denetlemem lazım. diyeceksiniz ki 'oha malmazel, yok artık'. senin o 'yok artık' dediğin şeyi boyner yapıyor mesela. neden? çünkü fast fashion değil. zira fast fashion ve etik kavramları birbiriyle çok çelişiyor mon cherie.

    devam ediyorum, bir diğer husus, her şeyde olduğu gibi, geri dönüşüm. dünyada geri dönüşümü en rezil sektörlerden biri tekstil. neden? zira tekstil atığı gibi bir kavramı dahi çoğumuz duymamışızdır, bilmiyoruz ve alışkanlığımız yok. ben şanslıydım, öğretildim bir şekilde, size de anlatayım. üzerimizdeki kıyafetler ya organiktir (pamuk, keten, ipek), ya da petrolden elde edilen plastik türevleridir (polyester). organik tekstil ürünleri geri dönüştürülebilir. fiberleri tekrar kullanılır ya da yine ülkemizde çok yaygın olmayan kırpıkçılık şeklinde tekrar kullanılır. organik olmayan tekstil ürünleri ise, karbon salınımı kontrolü olan fabrikalara yakıt olarak satılır. fermuar düğme, aksesuar gibi şeyler de materyallerine bağlı olarak tekrar kullanılır ya da eritilir.

    teoride ne güzel.

    pratikte, bu tekstil ürünleri geri toplanamıyor bebikler. 'ama benim annem onu yer bezi yapıyor'. ya tatlım, tamam, yapsın tabi ki. ama yer bezi olarak da kullanımı bittikten sonra ne oluyor, problem o? ben söyleyeyim size, çöpe gidiyor. zira tekstil atığı geri toplamak değil ülkemizde, henüz dünyada alışkanlığa oturamamış bir şey. fast fashion öyle hızlı yayılıyor ki (sadece giyim değil, ev aksesuarları, örneğin english home), geri dönüşüm pratiklerimiz bu hızın çok ama çok gerisinde kaldı.

    e peki sürdürülebilir bir fast fashion mümkün değil midir? teoride elbette mümkün. fakat çok uzak ve zahmetli bir ihtimal, bu nedenle pratikte (muhtemelen) asla mümkün olmayacak. baktığımız zaman fast fashion markalarından h&m bir şeyler yapmaya çalışıyor, tedarik zinciri denetiminden geri dönüşüme kadar; ancak ne kadar başarılı ya da ne kadar içten, orasını bilemem. neticede bir çaba var diyebilirim yalnızca.

    çözüm?

    tüketmemek. biliyorum bunu duyduğuna çok üzülüyorsun ancak doyumsuz benliklerimizi zincirlemediğimiz sürece problemin bir parçası olmaya devam edeceğiz. tüketme arkadaşım. ihtiyacın yoksa, tüketme.

  • geçtiğimiz hafta npr'in bir programında benzer bir konuyu ele almışlardı oradaki konu olarak tavuğu secmislerdi. yani bizler bir tavuğu yerken kediyi yemiyoruz veya kediyi evcillestirirken neden tavukları sadece yemek icin besliyoruz (istisnai olarak zeynep kâmil ornegini hatırlayanlar olabilir)

    şimdi söyle ilginç bir konu var yapılan araştırmalar gösteriyor ki tavuklar zannettiğimizden cok daha zeki hayvanlar ve tıpkı kediler gibi her birinin ayrı bir kişiliği var yani bazı tavuklar evcillestirildiginde kimileri insana yakın oluyor kimileri de daha cool davranıyorlar ve ilginç bir sekilde bir tavuğun ismini öğrenmesi bir kedinin ismini öğrenmesinden daha hızlı gerçekleşiyor ve sahipleri ile duygusal bağ kurabiliyorlar.

    bence tarihsel olarak insanlık her canlıyı yemeyi denemistir ve her kültür alıştığını, tadını sevdiğini, dininin yasaklamadigini, bol bulunanı yemeyi ve digerlerini yiyenleri de garipsemeyi seçmiştir. ornegin iki jenerasyon öncesi kore'de köpek eti yaygindir fakat yeni nesil batililasma etkisiyle bu alışkanlığı bırakıyor veya japonlar her yıl onlarca balinayı yemek icin avliyorlar.

  • muhafazakar bir ailenin çocuğuyum. akrabalarımın rahat %80'i ak partili. babam yıllarca asgari ücretle günde 12 saat geceli gündüzlü çalışmış bir ak partili. sn. recep tayyip erdoğanı gönülden seviyor ve aleyhine tek laf dahi ettirmiyor. bense şu anda 20 yaşındayım. desteklediğim ve beni bütünüyle temsil ettiğini düşündüğüm bir parti yok. siyasetle fazla ilgilenmiyorum. babam chp genel başkanı sn. kemal kılıçdaroğlunu hiç sevmiyor, alevilere karşı bir ön yargısı var ve ülkenin çok iyi durumda olduğunu söylüyor.
    bu sabah işim gereği erken kalktım ve dışarı çıktım. adalet yürüyüşü o sırada geçiş yapıyordu. vaktim vardı izlemeye başladım. komşumuz geldi selam sabah sonrasında kendince fikrini belirtip gitti "bir tane doğru adam yok". komşumuz da aynı gelir düzeyine sahip normal bir muhafazakar.
    akşam yemeğinde lafı açıldı. babamla biraz münakaşa yaşadım. başta dediğim gibi partiyle vs. alakam yok ama bu ülkede ana muhalefetin 68 yaşındaki genel başkanı ankaradan istanbula arkasında binlerle yürüyorsa hele bir de bu insanların tek talepleri ve sloganları hak, hukuk, adaletse ayrıca ellerinde türk bayrağı varsa kimse yukarda aktardığım komşumun lafı gibi bir ithamda bulunamaz bulunmamalı. babamı ve babamın düşüncesindeki insanları bu yürüyüşün hangi noktası rahatsız ediyor bilemiyorum. babama da aynı şeyi sordum ama maalesef babam sadece siyasette değil her konuda her zaman haklıdır ve asla başkalarının lafını dinlemez. bu yüzden bağırmaya sen bi bok bilmiyorsun demeye başladı. ben de tamam baba sen haklısın diyip konuyu kapattım. ne yapacaksın babam işte sonuç olarak.

    demem o ki. değil ankaradan istanbula, ankaradan marsa kadar da yürüseniz babamın ve komşumuzun yürüyüşçülere olan bakış açısı değişmez. ama ne zaman daha önceden insanların tepki gösterdiği ve babamın kayıtsız kaldığı bir durum gelir kendisinin canını yakar işte o zaman görün bakın bakalım babam nasıl yerinden fırlayıp ah yandım anam diyor.
    uzun lafın kısası ben chpli değilim, akpli değilim, mhpli değilim, hdpli hiç değilim. ben sadece bu ülkede huzur ve barış içerisinde yaşamak isteyen bir türk genciyim. ve yarın da bu mitinge katılacağım. babama inat.

    çocuklar inanın inanın çocuklar, güzel günler göreceğiz güneşli günler
    motorları maviliklere süreceğiz, güzel günler göreceğiz güneşli günler

    edit: gittim. inanılmaz bir kalabalık vardı. ucu bucağı belli olmayan bir insan topluluğu alana hakimdi. herkesin ellerinde türk bayrakları, atatürk posterleri ve adalet yazıları vardı.onun dışında bir tane bile siyasi parti sembolü görmedim. insanlar umut doluydu ve herkesin yüzü gülüyordu.

  • yıl 1978 niğde'nin bor ilçesinde lise öğrencisiyim o yıllar. yaz tatilinde kendi dükkanımıza gitmeden önce bir kırtasiyeci kasetçi abimiz vardı. onun gazeteleri motosikletiyle dağıtması için ben onun dükkanını 1-2 saat kadar beklerdim. bir gün benden yaşça büyük bir abimiz dükkana geldi tommiks, teksas, kaptan swing gibi resimli romanlardan üçer tane aldı. bende bu kitapların kim için aldığını sorduğumda " benim çocuklara " alıyorum dedi. bende "bu kitapların çocuklara bir yararı yok şiddete yönlendirir bence sen red kit almalısın hem red kit amerikan toplumuyla kapitalizmle dalga geçer eğlendiricidir " gibisinden bir sürü lüzumsuz laf ettim. adam sinirlendi " sana ne kardeşim, ne kadar bunların parası" dedi aldıklarnın parasını verdi gitti. ertesi gün gene kırtasiyeciye yardım için gittiğimde " aman gelme dün ülkü derneği başkanı dernekte milliyetçi mücadele öğrensinler diye kitap almak istemiş sen dalga geçmişsin red kit önermişsin sana çok kızmışlar aman evine git ortalarda gözükme seni dövecekler" dedi. yirmi gün kadar korku ile evde geçirdim. sonra okullar açılınca bu olayı unuttum bir gün okula giderken ensemden bir yumruk yedim. arkasından karnımdan yediğim yumrukla yere düştüm. bir anda etrafımda neredeyse 20 kişi vardı. tekme tokat öyle bir dayak yedimki gözümü bor devlet hastanesinde açtım. tedavi sırasında sigara içmeye koridoro çıktığımda doktor ve hemşireler başımdan geçeni öğrenmiş elimde sigara gördükleri için adımı red kit koymuşlardı. bu olayda fecaat olan ülkü derneklerinin milliyetçi mücadelenin nasıl olacağını öğretmek için resimli roman kullanmalarıydı.

  • kafamı çevirmeden etrafımdaki kızları kesme yeteneğimi, küçükken berberde kafa sabit halde köşedeki televizyonu izlemeye çalışarak kazandım.

  • bunun biri benim,

    kısa vadeli yıllık, orta vadeli 5 yıllık ve uzun vadeli 10 yıllık iş planlarım vardı.

    hiçbirine, insafsızlık, komisyonculuk, vefasızlık, kanun bilmezlik, gözünün yaşına bakmama gibi unsurları dahil etmemişim.

    siz dahil edin.

    ha arada bir de hırsızlık var.

    dikkat edin.

    edit: şimdi ne yaptığımı soranlar fazla,

    beyaz "yakalılığa" devam.

    edith piaf: ulan ne entry tuşu aşığıymışım be.

  • lan oğlum ben de 86’lıyım şu adamın yaşını abartıp durmayın alınıyorum üzülüyorum ya.