hesabın var mı? giriş yap

  • mahkeme heyeti de sorgulanmalı, gündem olmalı, gerekirse yargılanmalı

    gündemde tutalım lütfen

  • eğer adli tıp "poğaçalar her şeyin farkındaydı" diye rapor verirse adam kurtulabilir. daha önce yaptın bunu adli tıp yine yap.

  • u-156, ikmal için fransa’dan ayrıldığı sırada bir ingiliz gemisi olan laconia, taşıdığı italyan esirler ve ingiliz yolcuları ile birlikte mısır’dan demir alıyordu. 1922 yılında cunard-white star line için ingiltere de inşa edilen gemi, 20 yıl boyunca liverpool’dan atlantik okyanusunu geçerek yolcu taşıyordu. ama 1942 de geminin kuzey afrika seferi için asker taşımaya başlaması emredildi.
    1800 italyan savaş esiri, 800 ingiliz sivil ve askeri görevli,103 polonyalı muhafız, 134 personeli ile mısır’dan konvoy halinde yola çıkan laconia, güney afrika’dan sonra yalnız yolculuk yapmak zorunda kalmıştı. uzun süredir bakım görmemesi sebebiyle bacasından çok fazla siyah duman çıkıyordu ve geminin rengi kararmıştı. bu, zamanının alman denizaltıları için karşı konulmaz bir çağrı anlamına geliyordu.
    hartenstein* 12 saat boyunca laconia’yı izliyordu. 12 eylül akşamı, uygun pozisyon aldıktan sonra saat 20:18 de 2 torpido gönderdi. torpidolardan biri italyanların bulunduğu esir ambarlarını havaya uçurdu. ambarların su almasıyla birlikte ambar kapıları otomatik olarak kilitlendi. korkudan panığe kapılan polonyalı muhafızlar diğer esir ambarından kaçmaya çalışan italyanları vurmaya başladı. gemi içinde tam bir kargaşa hakimdi. ağır hasar alan geminin batmasıyla birlikte kaptan geminin tahliyesine karar verdi ve kilitlenen bütün kapakları açtı.
    sabah olduğunda 1100 kişi sağ kalmıştı ama afrika sahili 800 mil uzakta ve denizaltı hala yakındaydı. saldırı sonrası hartenstein, denizaltı savaş tarihine geçecek bir hareketle kazazedelere yardım emri verdi. amacı; ilk etapta yardım gelene kadar yetecek yiyecek, içecek ve sağlık ekipmanı bırakmaktı. ancak su yüzüne çıkınca, batırdığı geminin büyük sayıda italyan esiri taşıdığını anladı. artık çok zor bir durumla karşı karşıyaydı ve bu duruma müdahale etmeye karar verdi. elinden geldiği kadar italyan’ı kurtarmak zorundaydı. çünkü italya halen almanya ile ittifak halindeydi.
    ancak denizde kimin italyan, kimin ingiliz, kimin polonyalı muhafız olduğunu ayıramazdı. basit şekilde elinden geldiği kadar insan kurtarmak zorunda olduğu gerçeğini kabul etti. hartenstein olağanüstü bir adım daha attı. şifresiz ingilizce bir sinyal gönderdi ve olay alanını tarafsız bölge ilan ederek insanlarını kurtarmaları için oraya gelmelerini istedi. devasa bir görev üstlenmiş durumdaydı…
    hartenstein, olanlar ve çoktan verdiği kararlarla başlattığı hareket hakkında doenitz’e bir radyo mesajı gönderdi ve bunu öyle bir şekilde yaptı ki doenitz’i oldu bittiye getirmek istedi. ilk göstergeler şuydu ki hartenstein askeri olarak yanlış karar vermişti. bu, su yüzüne çıkmak ve bir kurtarma görevine başlamaktı. hartenstein gibi, doenitz’in tavrında da dikkat çeken bir devamlılık vardı. hitler’e, bu insanları tekrar denize atmasının imkansız olduğunu bildirdi ve operasyona devam etti. ama ayrıca doenitz’in hartenstein’ın tavrını desteklemesi için geçerli politik nedenleri de vardı. o zaman italya hala miğfer ittifakının bir parçasıydı. eğer doenitz, kurtarma operasyonunu iptal edecek ve u-156’ya ‘’yoluna devam et’’ diyecek olursa, ingilizlere muhteşem bir propaganda malzemesi vermiş olacaktı. doenitz, komutanını desteklemek için 2 günlük mesafede olan denizaltıları u-506 ve u-507’nin rotasını değiştirdi. italyan denizaltısı ‘’capellini’’ ile buluşarak kurtarma operasyonunu hızlandıracaklardı. hartenstein, fransız sahilindeki alman denizaltı komutanlığı ve fransız donanma yetkililerinin işbirliği ile dakar’da bulunan 3 fransız gemisinin acilen yola çıkmasını ve 2000 mil güneye giderek laconia’dan hayatta kalanları kurtarmasını organize etmişti. ama laconia’nın battığı yerin 250 mil batısında ingilizlere ait bir toprak parçası olan ascension adası vardı. hartenstein, adada uçak pisti olmadığı için havadan gelebilecek bir saldırı kuşkusu taşımıyordu. fakat bilmediği bir şey vardı. güney afrika ile amerika arasında stratejik bir yerde bulunan adada, laconia’nın batışından sadece 1 ay önce, amerikalılar çok gizli bir operasyonla adada bir pist inşa etmişlerdi.
    ingilizler, adanın savunmasından sorumlu subay robert richardson komutasındaki b25’lerini, laconia dan hayatta kalanları kurtarmak için rota değiştiren iki ticari geminin korunması için görevlendirdi. ama uçak ve gemi arasında radyo bağlantısı yoktu ve b25’lerin sınırlı menzili yüzünden richardson’un yardımı mümkün değildi. richardson sağlıklı bilgi alamıyordu ve telsiz operatörlerinden adanın güneyinde bir problem olduğu duyumlarını alıyordu.
    her sabah düzenli olarak yapılan keşif uçuşları sırasında richardson’un pilotları, deniz üzerinde filikalar gördüklerini rapor etti. ancak kısıtlı menzil sebebiyle olay hakkında fazla bilgiye sahip olamıyorlardı.
    48 saat boyunca tam yol yaparak hartenstein’e yardım etmeye gelen iki denizaltı u-506 ve u-507 kurtarma alanına ulaştı ama 3 denizaltıda benzer sorunu yaşıyordu. 1100 kişiye günde 3 öğün yemek veren denizaltılar kendilerine aylarca yetecek olan tedariklerini yavaş yavaş tüketmeye başlamıştı. laconia’dan sağ kalanlar fransa’nın gönderdiği kurtarma gemileriyle bulaşma noktasına çekilirken kabuslarını arkada bırakmış gibi görünüyorlardı. kendi emniyetlerini elinden bırakmayan alman denizaltı kaptanları, filikaları birbirlerine bağlattıktan sonra yedeklerine almış ve birbirlerinden ayrı olarak hareket ediyorlardı. seyahat esnasında hertenstein’in u-156’sının gövdesine kızıl haç çekilmişti. bu, havadan gelebilecek herhangi bir tehdit için onları tanımlayacaktı. bu sebeple güverte üzerinde bulunan top ve uçaksavarlar kilitlenmiş, üstleri örtülmüş ve askersiz bırakılmıştı.
    ikmal için ascension adasına iniş yapan bir b24, ikmal yaptıktan sonra uzun menzilinin verdiği avantaj sebebiyle ada komutası tarafından keşif uçuşuna gönderildi. keşif uçuşunun sonlarına doğru yüzeyde bir denizaltının kızılhaç bayrağı taktığını ve filikalar çektiğini gördüler. b-24’ün pilotu jhon hardenne durumu hemen ascension adasındaki komuta merkezine iletti ve beklemeye başladı. gelen cevap karşısında şaşırmıştı. cevap; denizaltının hemen batırılması şeklindeydi. b24’ün bomba kapaklarını açıp saldırmak üzere dalışa geçmesi hartenstein için kabul edilemez bir durumdu. hemen dalış emri verdi ve kapakları kapattı. saldırı tehdidine rağmen bunu çok yavaş bir şekilde yaptı. böylece güvertedeki insanların yara almadan denize atlayabilmelerini sağlamıştı. u-156 saldırıyı hafif hasarla atlattı ama filikalardan 3’ü içinde bulunan 150 kişi ile birlikte sulara gömüldü. hartenstein, başlattığı operasyonu yarıda kesmek zorunda kalmıştı. aynı günün akşamı u-506 da amerikan uçaklarından nasibini aldı ve bombalandı. fakat u-506 geride bıraktığı filikaları topladı ve amiral doenitz’in emri ile fransız gemileriyle bulaşmaları için, kazazedelerini italyan denizaltısı capellini’ye devretti.
    u-156’nın amerikalılarca bombalanmasının bir sonucu olarak, denizaltı savaşının uygulanması ebediyen değişecekti. amerikan bombardıman haberine doenitz’in verdiği karşılık, kendisinin öngördüğü en kötü şüphelerini doğruladı. hava saldırısı onun her zaman söylediği gibi denizaltılar için en büyük tehditti. artık hiç bir durumda bu tehdidi hafife almayacaktı. doenitz, daha sonra laconia emri olarak ünlenen bir bildiri yayınladı ve bu emirde denizaltı komutanlarına gelecekte batıracakları gemilerden hayatta kalanlar adına, hiçbir durumda hiçbir kurtarma ve yardım girişiminde bulunmamalarını özel olarak emretti. aslında doenitz’in yaptığı kendi gemilerini asla riske atmamaları gerektiğini tekrarlamaktan ibaretti. aynı zamanda laconia emri, komutanların batırdıkları gemilerden hayatta kalanları kurtarma operasyonuna girişme özgürlüğünü de ellerinden aldı. hartenstein’ın insancıl davranışı bir daha tekrar edilmeyecekti. beşinci günün sonunda capellini, u-506 ve u-507 denizaltı içinde ve yedeklerinde taşıdıkları kazazedeleri fransadan gelen gemilerle buluşturdu. fakat u-156’nın bırakmak zorunda kaldığı filikalar buluşmayı kaçırmışlardı. 22 gün boyunca denizde kaldılar ve toplam 126 kişiden sadece 14 kişi hayatta kalabildi.
    laconia olayının son dramatik bolumu henüz yazılmak zorundaydı. müttefikler tarafından nürnberg’de mahkeme* edilirken, laconia olayı doenitz’e karşı deniz savaşı suçlarının kanıtı olarak kullanıldı. savcılık, o emrin* aslında batık gemilerden sağ kurtulanların direkt olarak öldürülmesi anlamına gelmese bile bir teşvik anlamına geldiğini göstermeye çabaladı. amiral doenitz emri hakkında yapılan yorumlama yüzünden şok oldu. her şeyden önce laconia emri, savcılık tarafından bir cinayet olarak gösterildi. doenitz, kendi savunmasında amerikan denizaltılarının da sınırsız denizaltı savaş politikasını izlemiş olduğunu ve amerikan denizaltıları tarafından batırılan japon ticari gemilerinden kurtulan insanlara gerekli yiyecek, sağlık gibi yardımların yapılmadığını belirtmişti. buna rağmen savunması kabul edilmedi(?!) ve 11,5 yıl hapis cezası aldı. ölümünden sonra denizaltı davalarıyla ilgili her türlü suçlamadan tamamen temize çıktı ve iade-i itibar edildi. belkide böyle olması gerekiyordu…

    laconia olayından 6 ay sonra u-156, 9 ay sonra u-506, 10 ay sonra u-507 tüm mürettebatıyla birlikte laconia ile aynı kaderi paylaştı ve dığer kardeş denizaltılarından farklı olarak tarihin tozlu raflarında yerlerini aldılar…

  • olay çalıştığım kurumda vuku bulmuştur.

    çalıştığım yerde güler yüzlü efendi bir çocuk var, bir gün baya keyifli gördüm onu, baktım herkese baklava dağıtıyor. ulan dedim ben bu gülüşü nerede görsem tanırım kesin dedim bu pezevengin çocuğu oluyor, baba oluyor..

    baktım tıngır bıngır elinde baklavayla bana doğru geliyor. o sırıtıyor ben daha çok sırıtıyorum, geldi yanıma;

    - abi merhaba
    - merhaba güzel kardeşim ( omuzlarından vuruyorum )
    - buyur abi sevinç baklavası
    - kız mı oğlam mı lan ( baklava ağızımda, konuşmasına fırsat vermeden )
    - nasıl abi anlamadım ( şaşkın şaşkın bana bakıyor )

    * 5 saniye süren birbirimize karşı boş bakışlardan sonra

    - nerde görsem bu gülüşü tanırım, araba mı ev mi aldın lan fırlama ( bozuntuya vermeden, sırıta sırata )
    - yok abi ne arabası ne evi, nerede bu pahalılıkta
    - e niçin bu baklava
    - boşanıyorum abi onun mutluluğu

    * önce bir dumura uğradım, ne oluyoruz ya dedim

    - bir kaç saniye sessizlikten sonra ağzımda baklava, üzgün üzgün hayırlısı olsun kardeşim ve sessizlik..

    sonra anladım ki bu gülüşleri nerede görsem tanımıyormuşum.

  • dünyada her şey hızla lümpenleşiyor lan. bulunduğunuz grup, düşünce her ne olursa olsun bir şekilcilik "bak ben yapıyorum ha" durumu var. işin beni rahatsız eden kısmı bu.

  • serinin ilk proje ayağı 1998'de çekilen her şey çok güzel olacak propaganda filmi ile başlıyor. . 2000 yılına gelindiğinde ise zeka ve sanat tanrıçası olan athena proje için her şey güzel olacak milli marşını yapıyor ve halk bu sayede imamoğlu'na sempati beslemeye başlıyor. yetmiyor marşı cd'lere kopyalayıp halka bedava dağıtıyorlar. sonrasında devam eden projeler silsilesi 2013 yılında atılan tweet'le topluma yedirilmeye, tamamen benimsetilmeye çalışılıyor.

    en sonunda 2019 yılına geldiğinde, projenin ilk filminde oynayan adamın çocuğu berkay ( 13 ) '' her şey çok güzel olacak ekrem abi '' diyerek, daha önce projelerle uyuşturulmuş halkı, bu efsunlu slogan ile kendine çekmeyi başarıyor. bu sayede proje kitlelere enjekte edilmiş oluyor.

    ama daha bitmedi. bu görünenler sadece projenin küçük bir bölümü, asıl en büyüğü cumhurbaşkanlığı seçiminde olacak. imamoğlu türkiye'nin cumhurbaşkanı olacak. umarım bu projeyi açıkladığım için ekrem imamoğlu beni adamlarına dövdürmez.

  • yapılan işte bir damar tutturmak zordur. mesela siz ülkede hiç yapılmamış şeyler yapacağım diye plan yapabilirsiniz ancak ortaya başarısız işler çıkabilir. bu biraz deneme yanılma durumudur. çünkü plan ve uygulama (özellikle yeni bir şey yapıyorken) ilk denemelerde sürekli farklı olacaktır. örneğin netflix buraya ilk geldiğinde ülkemizde pek yaygın olmayan fantastik dizilere el atmıştı. o dönem de baya ısrarcı oldular ancak şimdi doğruya doğru atiye de hakan muhafız da çok başarılı işler olmadı. bu sırada diğer dijital platformlar atağa kalktı ve güzel polisiye diziler yaptılar. özellikle şahsiyetin başarısı netflix'i biraz geriye düşürdü gibi. bu andan sonra netflix bir başkadır'la geri döndü ancak bu yapım üzerine dizi kültürü inşa edilecek bir şey değildi çünkü aynı ruhu vermek çok zor.

    bu nedenle netflix büyük prodüksiyonlarla tarihi dizilere başladı. ilk olarak başarılı bir sanat yönetimi ve ilginç karakterlere sahip kulüp yayına girdi. ardından da şimdi konuşacağımız pera palas. şimdi dizi nasıl olmuş bir bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle türk edebiyatının dizinin geçtiği dönem için çok zengin olduğunu söylemek mümkün. kemal tahir'den halide edip'e kadar inceleyebileceğiniz pek çok kaynak var. ancak bu metinler hayli ciddi ve bu uyarlamaları izlemek günümüz izleyicisi için çok kolay değil. bu nedenle netflix hem tarihin içinde yer alan hem daha eğlenceli olacak bir anlayış benimsemiş.

    bu durum ilk başlarda bana yanlış gibi göründü. çünkü izlediğim şey, okuduğum türk klasiklerinden sonra kafama bir türlü oturmuyordu. sanki batılı birinin gözünden otantik bir istanbul portresi var gibiydi ancak dizinin, yabancı bir yazarın eserinden uyarlanmış olduğunu öğrenmemle taşlar yerine oturdu. bu noktadan sonra yapımcıların görüşü benimle aynı olmak zorunda değil diye düşündüm ve diziyi kendi kurmak istediği atmosfer üzerinden değerlendirmeye başladım.

    bu açıdan bakınca izlenen yolun ve sanat yönetiminin başarılı olduğunu söylemek mümkün. zaten birinci bölümde sıkça agatha christie'den bahsediliyor ve oluşturulan parlak ve şatafatlı dünya o geleneğe uygun şekilde yansıtılmış. özellikle oteldeki aksesuarlar etrafta gezinen insanların kostümleri, balolar ve su gibi içilen içkiler bir ahenk içinde akıp gidiyor. ha derseniz ki o dönem osmanlısını yansıtmak konusunda dizi başarısız evet o detaylar yok ancak dizinin derdi bu olmadığı için bunu bir eksiklik olarak görmemek lazım.

    filmin senaryosu ise aslında heyecan verici. öncelikle şunu düşünmek lazım. bildiğimiz ana akım filmlerin hepsinde amerika dünyayı kurtarır. bu da soft power kavramının en güzel örneklerinden biridir. bu dizide ise ana karakterimizin mustafa kemal'e yapılacak suikasti önlemesi bu şekilde türkiye'yi kurtarması gerekiyor. bu da güzel bir değişiklik olmuş çünkü dizi ya da film ihraç ederken sadece çekilen 45 dakikalık videoları değil kendi kültürünüzü de ihraç edersiniz. (bkz: the crown) dünyanın hangi ülkesinin vatandaşı olursanız olun mustafa kemal de hayran olunası bir şahsiyet olduğu için bu değişiklik benim çok hoşuma gitti. ayrıca dizinin ileride bahsedeceğimiz eksiklerinden bağımsız olarak atam'ı gördüğüm her an gözlerim doldu diyebilirim.

    madem senaryo dedik bir senaryo ilerletme aracı olarak diyaloglardan da bahsetmek gerekiyor. burada da bir ufak dengesizlik söz konusu. dizideki tüm yan karakterler bir şekilde dönemine uygun konuşturulmuş. özellikle selahattin paşalı adeta tiyatroda oynarmış gibi düzgün bir diksiyon ile karakterini canlandırmış. bu noktada kendisinin karakteri canlandırmaktan büyük keyif aldığını fark etmemek mümkün değil. aynı şekilde aşağı yukarı tüm açıklamaları yapan ahmet karakterini canlandıran tansu biçer de otel müdürü olarak muazzam bir nezaketle repliklerini aktarmış.

    gel gelelim çok eleştirilen hazal kaya'da aynı başarıyı görmek mümkün değil. burada suç sadece oyuncuda ya da yönetmende de değil. hazal kaya'ya kariyeri boyunca o kadar ağdalı o kadar atar giderli diyalog vermişler ki hadi doğal ve patavatsız bir kızı oyna deyince bocalamış haliyle. dikkat ederseniz esra'dan haberi olmayan peride rolünde başarılı aslında. o kontrollü, ısrarcı, dediğim dedik havayı verebiliyor. ancak esra'da çok eksik var. yani belki gerçek hayatında çok rahat ve samimi bir insandır ama o halini kamera önüne yansıtamamış. bu konuda twitter üzerinden yaptığı açıklamayı da okudum ve kendisine bir noktaya kadar hak verdim. umarım bunları yapıcı eleştiri olarak görür ve daha çeşitli roller kabul ederek kendisini geliştirir. ayrıca oyunculuğu dışında boyu ve görünüşü hakkında yapılan yorumları hayli çirkin bulduğumu söylemek istiyorum. bir insanın oyunculuğunu beğenmeyebilirsiniz ancak bu konudan bahsederken nefret gibi kelimeler kullanmak çok ayıp şeyler bana göre. sonuçta dizi sinema gibi şeyler kolektif eğlence araçları. bu nedenle eleştirirken karşımızdaki insanların da hisleri olduğunu göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.

    dizinin bundan da problemli bir noktası var. mesela pera palas hakkında konuştuğum bir arkadaşım yarıda bıraktığını söyledi diziyi. ben de hak veriyorum buna çünkü 8 bölümü 3 günde ancak izleyebildim. ki bir kısmında sporda falandım ilgimi dağıtacak başka bir şey bile yoktu. bu problem de senaryo yazım mantığı ve bölümlere ayırmada yaşanan kararsızlıktan ileri geliyor. mesela bir supernatural'da bir house md'de belli bir matematik vardır bölümü yazarken. öncelikle bölüm başında bir olay olur. sonra ana karakter bir tepki verir ama tam da çözemez. sonra çözer gibi olur ama işler daha da sarpa sarar. bölüm sonunda da tüm sezonun ana fikrine uygun bir çözüm bulur ve final yapılır. hah işte bu dizide giriş nerede, final nerede çok belli olmuyor. sanki 6 saatlik bir film çekmişler de onu süreye göre bölmüşler gibi. her bölümün ayrı bir ismi var tabi ama akılda kalıcı net bir temaları yok. bu da haliyle diziyi takip etmeyi çok çok çok zor hale getiriyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak pera palas aslında potansiyeli yüksek bir yapımmış. o bina çekimlerindeki açılar, sürekli yağmurlu atmosferi, cinayet çözmeleri, zaman atlamaları falan neler neler yapılırmış ama bölüm akışlarını ayarlayamadıklarından ve başrolden patlamışlar biraz. yalnız dizi ikinci sezon sinyalini de vermiş giderken. ki atmosferi falan güzel aslında. bu nedenle belki yeni yapılacak sezonda bu sorunların üzerine eğilirler biz de tarihi / fantastik güzel bir dizi izlemiş oluruz nihayet.