hesabın var mı? giriş yap

  • bu şehirde dedeleriniz veya onların babaları akıllıca iş yapıp onlardan size, sizi diğer insanların önüne geçirtebilecek kadar bir taşınmaz miras bıraktıysa işte o zaman istanbul dünyanın en güzel şehri oluyor. ama siz dımdızlak kendi çabalarınızla bir şeyler yapmaya çalışıyorsanız da işte o zaman da bu şehrin kaosunda kaybolup gidiyorsunuz.

  • insan topluluklarının kültürel oluşumununda çevresel faktörlerin en etkili olduğunu savunan görüştür. bir kaç örnek;

    hipokrat demiş ki; güneyden rüzgar alan kişilerin iştahları kötüdür, doğru dürüst içki de içemezler, zayıf kafalıdırlar, sabahları baş ağrısı çekerler. kadınlar ise (insanlara dahil etmiyoruz henüz, milattan öncelerdeyiz) kısırdır, kısırlıkları hastalıktandır.
    kuzeyden rüzgar yiyen insanlar kuvvetlidir fakat kabızdır, iştahı iyidir. kadınlar çok az çocuk doğurabilir, adet ağrıları pek fena olur.
    doğudan rüzgar alanlar ise iyi huyludur, akıllıdır.

    ibn haldun da şöyle demiş; belirli bir takım iklim bölgeleri dışındaki insanların "kılık ve ahlakları, dilsiz hayvanların kılık ve ahlaki derecesine yaklaşır ve o ölçüde insanlıktan uzaklaşırlar."

    alıntılar:
    sargun tont (1997) sulak bir gezegenden öyküler
    ibn haldun (1989) mukaddime

  • tam olarak 90'lı yılların başına tekabül eder.
    bakmayın şimdi loft'un sıradan bir marka olduğuna, o dönemde statü simgesiydi neredeyse. ben hiç alamadım ama giyinmeyeni dövüyorlardı nerdeyse. pantolonun arka cepleri büyük ve daha aşağı yerleşmişti paçaları biraz geniş, çift dikişli ve dikişler biraz yukarıdaydı. loft etiketinin altından kemer geçerdi. marka görünsün diye millet, tişörtü, kazağı pantolonun içine sokardı.
    popüler olan bir de gri rengi vardı sanki.

  • genelleme yapmak yanlış olur biliyorum ama bu kadın öğretmen şımarıklığı ne olacak bilmiyorum, bir öğretmen olarak söylüyorum bunu.

  • zaman:2002, yer: roma, interrail sirasinda tanisilan alman bir cocukla -ki adi john boy'du- muhabbet edilmektedir. ingilizce yazmak zorundayim yoksa bir manasi yok.

    john: i like doner a lot. so how can i say "i want one doner" in turkish?
    ben: you should say "bir doner istiyorum".
    john: can you write it here, so i can spell.
    (kagida once turkce olarak "bir doner istiyorum" yazarim. cocuk duzgun telaffuz edemeyince, o okunusu veren ingilizce kelimlerle anlatmaya calisirim)
    -"beer doner is tea your um"-
    john: biir doner iz-tii-yor-um.. that's it?
    ben: yep.
    john: cool.. but you know, when i go to turkish restaurants in berlin, the turkish guys always use some words like "be" and "ulan". what does "ulan" mean?
    ben (hadi buyrun): hmm.. "ulan" is a turkish lingo. it doesn't have an actual meaning but it adds a more serious feel to the sentence. like, "gel" means "come" in turkish; but if you say "gel ulan", it's more serious like "come here right now" or something.
    john: hmm ok. what about "be"?
    ben: not the same thing but similar.
    john (aha burası): ok then.. so when i go to the restaurant, i'm gonna say "ulan biir doner iztiiyorum be"
    ben: hahahaha!
    john: ??

  • “hatasız“ müzik yapabilmek için gerekli fakat en nihayetinde duyguları öldüren bir cihazdır. insani özellikleri törpüleyen, bizi mekanikleştiren bir araç olduğu kanaatindeyim.

    insanlardaki ritim duygusunun vücutlarındaki iç organların işleyiş ritminden geldiğini düşünüyorum. bu yüzden herhangi bir ritim tempo tutarak basitçe dışa vurulduğunda bu iç işleyişle bir uyum yarattığı için motive edici bir etkisi oluyor. alkış tutmak, bir şarkının temposuna göre dans etme isteği, hatta topluca söylenen sloganlar bunlara örnek olabilir. yeri gelmişken steve reich'ın da vücudun iç mekanizmasını anlatmak istediği bir müzik albümü vardır. (bkz: music for 18 musicians)

    gel gelelim iç organlarımızın ritmi hep aynı değildir. nabzımız her dakika aynı değeri göstermez hatta sağlıklı insanlarda bile her dakika farklı değeri gösterir. bu yüzden içimizdeki bu ritmi dışa vurduğumuzda da küçük “hatalarla“ çalarız, standart bir düzende uyumlu çalamayız. çünkü insani özellikler buna programlı değildir. çalarken dışardan düzenli ve uyumlu gelen ritimler metronom referans alındığında oldukça rahatsız edici bir hale bürünecektir. böyle çalabilmek için metronom ile çalışmamız ve metronomsuzken standart çalabilmek için beynimiz o standardı refleks haline getirene kadar metronom ile çalışmamız gerekir. bu özelliği koruyabilmek için ise hayatımız boyunca metronoma devam etmemiz şarttır. çünkü dediğim gibi yaradılışımız metronoma uyumlu değildir ve ara verirsek yeniden insani özellikler baskın gelmeye başlar.

    başka bir açıdan ise, nasıl iç organların ritmi her insanda farklı ise, bir enstrümanı çalarkenki ritim algıları da farklıdır. doğaçlama sırasında, birbirlerini dinlerlerken ne kadar bu farklılıkları törpüleyerek aynı çizgi de gidiyor olsalar da aslında hafif hafif çizginin dışına çıkıp giren bir enstrümanlar bütünü vardır. bu küçük çıkış girişler de dışarıdan dinlenirken anlaşılmaz fakat metronom devreye girdiğinde ortaya çıkarlar. yani enstrümanların stabil şekilde aynı çizgide çalınabilmesi için metronom gerekir yine veya çalanların metronomize beyinlere sahip olması.

    kısacası insanların kendini veya başka bir insanı referans alarak “hatasız“ müzik yapabilmesi mümkün değildir ve bunun için insani olmayan bir cihaza ihtiyaç duyar. insanı tarafını törpülemek istemeyen müzisyenlerin metronom ile çalamıyor diye küçümsenmesi de mekanikleşmiş beyinlerin bir ürünüdür.

    metronom ile çalmayı çok seviyorum diyen bir müzisyen bulamazsınız. standardizasyon için bir zorunluluktur. metronom ile çalışarak ritim ve boşluk algısı geliştirilmeye çalışılır. fakat bunun bir gelişim olduğu bakış açısına göre değişecek bir söylem.