hesabın var mı? giriş yap

  • geçen gün show tv'de odtu'deki sınıf arkadaşlarıyla söyleşi yapmışlar bu genç mecişının/illuşinistin... aman yarabbi. yok uğurlu sayın ne dedi, 7 dedim, sırtını açtı 7 dövmesi vardı, yok derste elinden ateş çıkardı, yok 07'imi büktü, yok mm binasındaki sinemadan dana sürüsü çıkardı, yok bozuk para istedi, verdim, havada tuttu, yok kayıtların ilk günü sisteme girebildi bilmem ne.

    işte bu çocuğun numarası bu dostlarım. bakın dikkat buyurun bu çocuk nereli? iranlı... işte türkiye böyle böyle iran oluyor. gördüğünüz gibi yılların bilim yuvası çökenek köyü'ne dönmüş. yarınlarımızın teminatı koskoca tasarım öğrencileri paramı aldı havada döndürdü, yok derste elini şıplattı ateş çıkardı diye dile gelmişler, konuşuyorlar. işte bu adamın asıl numarası bu... müspet bilimle yoğrulması gereken genç dimağlara sihiri ve büyüyü zerk etmek. çok da ileri geri konuşmak istemiyorum: sonuçta oğlanın gözü velfecir okuyor, duasını okur, sandalyesiz oturur pozisyonunda gezer dururum allah korusun. nihayetinde bilemiyorum da yani, o hali tavrı... ne bileyim... işinde iyi ve yetenekli bir çocuk belki ama milyonların önüne çıkarken bir traş olmaması... gerçekten bilemiyorum...bana güven vermiyor. yarın bir gün canlı yayında çelik kasadan muammer kaddafi'yi falan çıkarırsa bu oğlan, ondan sonra uğraş dur. hayır kaddafi bu, gel desen gelmez git desen gitmez çünkü.

  • * bakkaldan alınan topun istatistik bilimini yok sayarak sanki bilerek yapıyor gibi patlayacağı yeri bulması. patlamazsa da mahallenin en öküz adamının arabasına gelmesi.

    * buluşma yerine vaktinde gelmeyen arkadaşın acaba gelmeyecek mi yoksa gelmek üzere mi sorularıyla beynin yanması

    * bisikletin zincir atması, lastiğinin patlaması, frenlerin iyi tutmaması akabinde yapılan ayar çalışmaları.

    * karma kaset yaptırılırken a ve b yüzü olmak üzere toplam 20 şarkı seçme zorunluluğu sonucu ortaya çıkan o ciğer yakan eleme çalışmaları

    * sevdiğin klibin sonuna denk gelmek

    * atari adaptörünün aşırı ısınması. 999999 oyun sanılan kasette aslında 4-5 oyun olması. bölüm bitmek üzereyken basit bir hata sonucu son canın da gitmesi.

    * internet kafede bir sitenin 4 mevsim sonra açılması. chat odaları konusuna girmiyorum bile.

    * jölenin en lazım olduğu anda bitmesi. (tanecikli jagler jölesi olan sosyetedir)

    * kayıt üstüne kayıt yapılan kasetlerin giderek kalitesini yitirmesi. ( radyodan şarkı kaydı yapanlar derneği)

    * şehir dışına yapılacak okul gezisinin aile tarafından avrupa turuna çıkmak ile aynı muameleyi görmesi.

    * sevdiğin kızın seni geç çaldırması. bir mesajın iki kontör olması.

    * klasöre o gün lazım olacak kitap defterin sığmaması. ( bir iki sene sonra elde taşımak cool hava verecek)

    * beden dersi için sınıfta kimin giyineceği. kızlar mı erkekler mi?

    * eriğine dalınan dayının camdan sizi görmesi.

    vs...

  • beyaz show devam ediyor olsaydı hepsini aynı tişörtlerle bu hafta konuk olarak görürdük.

  • "sakaryada bütün taksiciler beni tanır" diyor videoda
    şehirdeki bütün taksicilerin tanıyacağı nasıl bir hayat tarzı var acaba

  • bir çevirmen olarak şunu söyleyebilirim, ingilizceye çevrilen metinde bir yanlışlık olduğunu düşünmüyorum çünkü bu tarz bir metnin önceden belli olduğu konuşmalarda, metin böylesi yerlere mevcut çevrili vaziyette gider ki zaten okuyan kişinin takilmadigindan da bunu anlayabilirsiniz, simultane çeviri böylesi akıcı olmaz.

    en akla yatkın açıklama, türkçe açıklama türk insanının algısını değiştirmek maksatlı hazırlandı, ingilizce metin ise abd'ye aslında söylemek istedikleri/söyleyebilecekleriydi.

    edit: genel çeşitli yanlış algılardan dolayı ekleme yapma ihtiyacı hissettim. bu çeviri, efektif olarak bir yazılı çeviridir ama görünüşte uygulanış itibarıyla insanlarda ardıl çeviri intibası bırakmaktadır. yani bu konuşma türkçe olarak hazırlandıktan sonra bir de çeviri sürecine giriyor ki devlet kademesinde bu önemde yapılan çeviriler genellikle çeviri yapıldıktan sonra başka biri tarafından tekrar kontrol edilir ki hata olmasın. bir de çeviri türleri hakkında sizleri aydınlatmak istiyorum. iki türü vardır, sözlü ve yazılı. sözlü çeviride de iki tür vardır ve bunun ilki ardıl çeviridir, konuşucu duraksadıktan sonra sözlü olarak yapılır ve hiçbir zaman rte trump görüşmesi esnasındaki gibi akıcı değildir. örnek olarak yabancı futbolcuların, basketçilerin yaptıkları basın toplantılarından görebilirsiniz. bir diğeri ise simultane çeviridir. bu türün ardıldan farkı, bekleme olmamasıdır. tümce geldikçe çevrilir ve gene bu derece akıcı değildir, zaman zaman doğal olarak teklenir çünkü tümceler farklı bir insana aittir ve arada çeviriyle ilgili düşünme süreci vardır. bu tarz aniden yapılan çevirilerde de kaynak metni bilerek ve isteyerek farklı aktarma durumu çok güçtür çünkü zamanınız kısıtlı. son bir bilgi daha vereyim, tercüman sözlü çeviri yapana, mütercim ise yazılı çeviri yapana denir. çevirmen ise her ikisini kapsamaktadır ve görece daha modern bir terimdir.

    velhasıl, ortada kesinlikle bir hata yoktur, bilerek ve istenerek yapılmıştır. ingilizce metin ya rte'den habersiz bir şekilde çeşitli kaygılar göz önünde bulundurularak yapıldı ya da rte'nin de bilgisi dâhilinde biz türk halkının algısını yönetmek için yapıldı. ancak şu noktadan sonra her iki şekilde de bok, çevirmene atılacaktır ve olayın üzeri kapatılacaktır.

  • ağızlarından sürekli ''halkı böyle aşağıladıkça kaybetmeye devam edeceksiniz'' gibi laflar duyarsınız. asıl kaybeden kendileridir ama farkında bile değildirler. seçim kazanmayı hayatlarının merkezine oturturlar. seçtikleri kişiler gününü gün ederken, bu mallar da onlarla beraber kazandıklarını sanarlar. git bak bakalım sığır kardeşim o milletvekili çocukları, bakan çocukları sana hiç benziyor mu? seçtiğin kişiler kazanmış oluyor, sen değil mal kardeşim. adam makarnaya muhtaç, ''kaybetmeye mahkumsunuz'' diye nutuk atıyor. akıl fikir.

  • her ne kadar wright kardeşler kadar ünlü olmasa da havacılığın gerçek manada öncü kişisidir. aynı zamanda mühendis ve mucittir. ve ingiltere'nin yetiştirdiği en önemli bilim insanları arasında yer almaktadır.

    george cayley 1773 yılında yorkshire'da isabella seton-cayley ve brompton baronu sir thomas cayley'in çocuğu olarak dünyaya geldi. aristokrat bir aileye mensuptu. 4 tane kardeşi vardı. babası astım hastaydı. sık sık yatağa düşerdi. yataktan çıkabildiği zamanlarda da soluğu yurtdışı seyahatlerde alırdı. ve çocuklarıyla ilgilenemezdi. bu noktada çocukların bütün bakımı anne isabella cayley'in üzerindeydi. çocuklar ise böyle bir anneye sahip oldukları için oldukça şanslıydılar. çünkü anne isabella cayley çocuklarına son derece düşkün birisiydi. onlara hem annelik hem de babalık yapıyordu. çocukların giyimlerinden kuşamlarına, bir aristokrat olarak nasıl oturup kalkmaları gerektiğinden, eğitimlerine kadar hayatlarının her alanında onlara yol gösteren eğitimli ve baskın bir kişilikti. çocuklarına günlük tutmayı öğütler ve günlükleri düzenli olarak okuyarak onları yapacakları işler konusunda cesaretlendirmekten geri kalmazdı. bu noktada george'a da bir günlük tutmasını öğütlemiş ve george'un başta çizim konusu olmak üzere birtakım özel yeteneklere sahip olduğunu hemen anlamıştı. anne isabella cayley hayatı boyunca george'u yapacağı işler için yönlendirmiş ve bir nevi onun akıl hocası olmuştu.

    george yakalandığı ve ölümün kıyısından döndüğü bir hastalık hariç oldukça sakin ve sıradan bir çocukluk geçirmişti. zaten mizaç olarak da sakin bir kişiliğe sahipti. çok sosyal değildi. annesinin verdiği karar üzerine 15 yaşına kadar evde eğitim görmesi de asosyal bir çocukluk geçirmesine neden olmuştu. bu dönemde en iyi arkadaşı aynı zamanda kuzeni de olan philadelphia cayley'di. george kuzeninden 4 yaş büyüktü. birlikte vakit geçirmeyi seviyorlardı. özellikle nehre gidip balık tutmak en büyük eğlenceleriydi. evdeki derslere de beraber katılıyorlardı. george 15 yaşına geldiğinde anne isabella cayley evdeki eğitimin artık george'a yetmediğini düşünmüş ve onu ciddi bir eğitim alması için yatılı bir okula göndermeye karar vermişti. aslında bulduğu bu okul da yine klasik anlamda bir okul sayılmazdı. okul nottingham'daydı. george walker adlı kilise karşıtı bir bilim insanı tarafından yönetiliyordu. ve sadece 4 kişiye eğitim veren özel bir okuldu. ancak daha önce insanlarla pek fazla haşır neşir olmamış george için bu bile oldukça iyi bir sayıydı. burada yeni arkadaşlıklar kurdu. hatta ileride öğretmeni george walker'ın kızı sarah walker kendisinin eşi ve 10 çocuğunun da annesi olacaktı. george cayley bir süre burada eğitim gördükten sonra londra'da benzer şekilde eğitim veren başka bir okula geçti. ve eğitimini burada tamamladı.

    george 19 yaşına geldiğinde ise sürekli hastalıklarla boğuşan babasının ölüm haberini aldı. hemen evine döndü. babasından kendisine yüklü bir miras ve baronluk ünvanı kalmıştı. artık kendisi brompton'un yeni baronuydu.

    george cayley çocukluğundan beri doğa bilimlerine karşı konulamaz bir merak içersindeydi. ileride mühendislik alanında yapacağı çalışmaların ve keşiflerin de temelinde hem bu merak duygusu hem de annesinin kendisini cesaretlendirmesi vardı. en büyük şansı ise yaşadığı dönemdi. çünkü o yıllarda ingiltere'de büyük bir sanayi devrimi gerçekleşiyordu. bu da mühendislik alanındaki çalışmalarına doğrudan katkı sunmuştu.

    george cayley'in çocukluğundan beri yaptığı gözlemlerde en çok ilgisini çeken şey kuşların uçma kabiliyeti olmuştu. uzun uzun bunun üzerinde düşünmesi havacılık konusunda bir ilki başarmasının yolunu açacaktı.

    george cayley'in bu alandaki ilk çalışması bir helikopterdi. uzun uğraşlar sonunda küçük bir helikopter tasarlamayı başarmıştı. tabi bu bildiğimiz anlamda motoru olan modern bir helikopter değildi. daha çok bir oyuncağa benziyordu. ancak günümüz helikopterlerinin pervane sistemine öncülük etmesi bakımından önemliydi. çalışmalarına ara vermeyen george cayley, launoy ve bienvenu'nün deneylerini tekrarlayarak modern bir uçağın bütün parçalarını belirterek uçağın temel ilkelerini açıklamayı başardı. bunlar kalkış, çekiş ve itişti. ve bu ilkeler ışığında bir prototip geliştirdi. ancak buhar ve barut destekli kanat çırpma denemeleri başarısız olunca planörler konusunda yoğunlaşmanın daha doğru olacağına karar verdi. ve 1804 yılında 1.5 metre uzunluğunda olan ilk planörünü yaptı. 1809 yılında ise gerçek boyutlara yakın ilk planörünü yapmayı başaracaktı. ancak içinde insan olan bir planör yapmak içinse aradan uzun yıllar geçmesi gerekecekti.

    george cayley'in en büyük tutkusu her ne kadar havacılık olsa da hayatın birçok alanını ilgilendiren birçok icat yapmaktan da hiçbir zaman geri kalmadı. herhangi bir maddi kazanç beklemeden insanlığa birçok katkı sundu. mesela kendisine modern anlamda tekerleğin mucidi de diyebiliriz. o güne kadar tahtadan yapılan tekerlekler kendisinin yaptığı planör deneyleri sonucunda şekil değiştirdi. planörün yere inerken alacağı darbeyi hafifletmek için jant telli tekerlekleri icat etti. ve böylece günümüzde arabalarda ve bisikletlerde kullandığımız tekerleğin de bir nevi mucidi oldu. icatları yalnızca bununla sınırlı kalmadı. demiryolları için sinyalizasyon sistemleri geliştirdi. gemiler için alabora olmayan cankurtaran filikaları tasarladı. traktörlerin engebeli arazilerde hareketini kolaylaştırmak için paletler yaptı. kazalardaki ölümleri azaltabilmek için emniyet kemerleri üzerinde çalıştı. kiracısının ampute oğlu george douseland için yapay bir el tasarlayarak ampute insanları da düşünmeyi ihmal etmedi. 1828 yılına geldiğimizde ise hayattaki en büyük destekçisi olan annesi isabella cayley'i kaybetti. ne yazık ki hayatındaki tek kayıp bu olmayacaktı. on çocuğundan üçü de hastalanarak ölmüştü.

    george cayley'in yaşantısı sadece mühendislik ve bilim adamlığından ibaret değildi. toprak reformu üzerine çeşitli çalışmalar da yapıyordu. tarım arazilerinin bölünüp paylaştırılması fikrini de geliştiren o olmuştu. tarım alanında yaptığı çalışmalarının bir karşılığı olarak da 1832 yılında ingiliz parlamentosuna seçildi. böylece bilim adamı kimliğinin yanına bir de siyasetçi kimliği eklenmiş oldu. artık çocukluğunun asosyalliğinden hiçbir iz kalmamış, hatta zamanla ingiliz sosyetesinin aranan simalarından birisi haline gelmiş ve birçok bilim kulübünün de üyesi olmuştu.

    george cayley hayatının sonlarına doğru bütün enerjisini havacılık konusunda harcamaya başladı. daha önce insansız olarak uçurduğu planörleri bu defa insanlı olarak uçurma konusunda kararlıydı. ilk olarak 1849 yılında içine yalnızca bir çocuğun sığabileceği bir planör tasarladı. ve bu ufak planörü içinde bir çocuk varken uçurmayı başardı. ancak bu başarı kendisi için yeterli değildi. içinde yetişkin bir insan varken de bir uçuş gerçekleştirmek istiyordu. bunun için daha büyük boyutlarda bir planöre ihtiyaç vardı. hız kesmeden çalışmalarına devam etti. 1853 yılına geldiğimizde ise yeni bir planör üretmeyi başarmıştı. sıra içine oturtacağı kişiyi bulmaya gelmişti. bunun için biraz zorlansa da brompton'da kendisi için çalışan arabacısını ikna etmeyi başardı. ve bir vadide gerçekleştirdiği deneyle içinde arabacısı olan planörünü 900 feet yani yaklaşık 275 metre boyunca uçurdu. bu tarihteki ilk ciddi planör uçuşuydu. bu planörün bir benzeri de şu anda yorkshire havacılık müzesinde sergilenmekte. george cayley 1857 yılında hayatını kaybetti. eşi ise kendisinden üç yıl önce ölmüştü. yaşayan tek oğlu digby cayley ise brompton'un yeni baronu oldu.

    aşağıdaki linkte george cayley'in çalışmaları resimler eşliğinde detaylıca anlatılmış. incelemek isteyenler bakabilir:

    https://www.aerosociety.com/…-time-of-trafalgar.pdf

  • babadan kalan arsayı satınca sorun yok. eseri satınca var. he mi?

    ressam ölünce varisleri resimlerini satmasın. heykeltıraş ölünce heykeller bağışlansın vs. vs.

  • third person shooter ile yeni tanışmış bir jenerasyonun, tomb raider ilk çıktığı zaman lara croft'un apış arasını görebilmek için sağlı sollu manevralarla monitör başında saatlerini harcadığını bilirim. oyun değil insanlıktan çıkmışlardı...

  • 16 mart 1920 sabahı ingilizler şehzadebaşı karakolundaki mehmetçikleri uykularında, yataklarında öldürürken canını tehlikede görmeyip ingilizlere sempatisini bildiren

    1922'de kemal'in askerleri anadolu'dan ve trakya'dan yunanları, ingilizleri, fransızları temizleyip istanbul'a girecekken canını tehlikede görüp ingilizlere sığınan lider.

    istanbul henüz türk kontrolüne geçmediği halde türklerden o kadar korkmaktadır ki saray'dan rıhtıma gizlice intikal etmek için ailesiyle birlikte iki kızılhaç aracına binmiştir.

    bu adamı övmek, övenin kaç paralık insan olduğunu gösterir. başka bir işe yaramaz.

    edit:typo