hesabın var mı? giriş yap

  • normal bir durum. genele gitmeye gerek yok, mahallende aç fakir çocuklar dolanırken sen internete telefona ayda 100+ lira döşeyip çocuklara 1 lira bile destek olmuyorsan senin de bir farkın yok. aç insan var diye bilim de yapmasınlar oldu amk.

  • bir gezginin, 10. yüzyılda yaşamış dede ve ninelerimizin günümüz türk halkından daha çağdaş ve insancıl yaşadığını gösteren notlarıdır.

  • olayın kahramanı bir muhabir:
    (ne olur ne olmaz yanınıza bir bardak su alınız)

    kaza yerinin etrafını önce polis kordonu sonra da büyük bir meraklı kalabalığı çevirmişti.. gazetesine, iyi bir kaza fotoğrafı yetiştirmek isteyen uyanık foto muhabiri çemberleri aşamayınca "yol verin.. yol verin.. ben kaza kurbanının oğluyum" diye bağırmağa başladı. kenara çekilip yol verdiler.. foto muhabiri yaklaştı:

    arabanın önünde bir eşek yatıyordu!!!

  • islamcılardan gına gelmesi ... yeter lan , rahat bırakın artık dünyanın yakasını

  • daha “hipster” denen kavramın ortada olmadığı zamanlarda, görünümüyle hipster'lığın kullanım kılavuzu gibi olan adamdır jim jarmusch… orijinallik, görünümünden kişiliğine dek sinmiş bir yönetmendir. dünyaya alışılmadık bakış açısı getiren filmleri, bağımsız sinema için bir dönüm noktası gibidir. bir özelliği daha vardır jim jarmusch'un ki onu sevenlerin iyi bildiği gibi filmlerinde müzisyen dostlarıyla çalışmayı çok sever.

    bu müzisyenlerle beraber çalıştığı filmlerle ilgili birçok anekdot, anı ve açıklaması da vardır. mesela “kahve ve sigara” filminde tom waits'le iggy pop'un sahnelerinin çekileceği gün, tom waits'in çok sinirli olduğunu söyler. çünkü ertesi gün waits'in yeni albümü “bone machine''in televizyon promosyonu için los angeles'a uçması gerekir. jim jarmusch, bu kısa film için onu yolculuğunun hemen öncesinde ikna edebilmiştir. çekim gününün arifesinde jarmusch alelacele senaryoyu tom waits'in evine yollar. tom waits o gün çocuklarını okula bırakması gerektiği mazeretiyle iki saat gecikir. jim jarmusch ve iggy pop oturup tom waits'i beklerler. waits, gelir gelmez şunları söyler: “jim, sen bana bu sahnelerin komik olması gerektiğini söylememiş miydin? kendi kendime, ulan bunun neresi matrak diye sorup durdum. nereye sakladın, ben mi göremiyorum?” ardından tom waits biraz hava almak için dışarı çıkar, bir sigara yakar, rolünü canlandırmak için döndüğünde hâlâ sinirlidir. jim jarmusch, bu koşullarda 'terso adam' rolünü tom'a vermekten başka çaresi kalmadığını düşünür. ama baştan beri, tam tersine de kendini hazırlamıştır. zaten rolleri senaryoda yeterince muğlaktır, bu haliyle az çok tersine çevirmeye müsaittir. ve allahtan o sabah iggy pop sol tarafından kalkmamıştır ve bütün sevimliliği üstündedir. jarmusch filminde oynayan kankası tom waits'e bir jest yapmayı da ihmal etmez. bone machine albümündeki “i don't wanna grow up” şarkısına şahane bir klip de çeker.

    jim jarmusch'un her zaman dirsek temasında olduğu bir diğer müzisyen de iggy pop'tur. jarmusch iggy'nin, sivil hayatındaki ismiyle james osterberg olduğunda inanılmaz derecede ağırbaşlı bir tip olduğunu söyler. “kahve ve sigara”nın çekim gününde de james osterberg'dir: sakin, aklı başında, uysal. eğer çekimlerde iggy olmaya karar verseymiş, bütün dengelerin alt üst olacağını söyler. ama iggy'nin iggy'liği galiba sadece sahnede nükseder. yine de jim jarmusch başka zamanlarda da onu iggy olarak görme tecrübesini yaşamış ve bunun korkunç bir deneyim olduğunu söylemiştir. o zamanlarda iggy her şeyi yapabilir, mesela kendini duvarlara çarpabilir. iggy, küçük bir rolde gözüktüğü “dead man”in çekimlerinde öldürülme anını tamamen doğaçlama oynamayı tercih etmiştir. jarmusch'un bu sahneye dair tereddütleri olmuştur, ama onu özgür bırakır. hakikaten çok çok iyi oynar. “kahve ve sigara”nın white stripes'li skecinde de iggy etiyle kemiğiyle olmasa da oradadır. müzik kutusunda stooges'un “fun house" albümünden “down on the street” çalar. jim jarmusch bu şarkıyı özel olarak seçmiştir, çünkü "fun house”un bütün zamanların en iyi rock albümü olduğunu düşünür.

    jim jarmusch, jack white'la tanıştığında, jack kendisinden white stripes kliplerinden birini çekmesini ister. jack white da tıpkı jim jarmusch gibi mucit nikola tesla'nın hayranıdır. jarmusch, jack white'ı evine davet eder. white neredeyse tek kelime konuşmadan, bir saatten fazla bir süre, tesla'yla ilgili evdeki kitaplara dalıp gider... birkaç ay sonra ona bir senaryo gönderir ve çekimlerde tesla'nın icatlarından birkaç parçayı birlikte tasarlayabileceğini söyler. çekim günü, jack tıpkı bir çocuk gibidir, büyülenmiş bir şekilde sürekli o makineyi kurcalar. çekimler sırasında, meg ve jack “kahve ve sigara”nın her bir bölümünde jim jarmusch'un kendi kendine bir takım numaralar dayattığını fark ettiklerinde, sanatsal kısıtlamalar üzerine uzun uzun konuşup tartışırlar. meg ve jack'in kırmızı, siyah, beyaz gibi dolaylı yollar izleyerek kendilerini deneyim altında konumlandırışları jim jarmusch'un hoşuna gider. kendilerine sınırlar tayin ederler, ama onların içinde tamamen özgürdürler. böyle kısıtlayıcı kuralların varlığı yönetmen için de iyidir, hatta yaratıcılığını artırır. çevirdiği ilk filmlerden beri fazla maddî imkânı olmamıştır jarmusch'un ve elini cebine atıp parasını ödeyemediği şeyleri elde etmek için kesin çözümler bulması gerekir. o gün jim, jack ve meg, saatler boyunca eski blues müzisyenlerini yad ederler. jarmusch ikisinin de ansiklopediden farkı olmadığını, blues tarihiyle ilgili bütün hikâyeleri ve plakları ezbere bildiklerini söyler. ayaklı kütüphane gibidirler.

    jim jarmush filmlerinde oynattığı bir diğer müzisyen rza'in, yeryüzünde yapılmış bütün kung-fu filmlerini bildiğini söyler: isimleriyle, yönetmenleriyle, oyuncularıyla... rza ile jarmusch ilk tanıştıkları gün, on dakika içerisinde “ghost dog” filminin müziklerinin nasıl olması gerektiği konusunda hemfikir olurlar. her şey açık, gün gibi ortadadır: sahneleri eski kung-fu filmlerindeki gibi ele alırlar ve rza derhal müzikal fikirler yaratır. jim jarmusch, wu-tang'çilerin karakter zenginliğine hayrandır. gza'dan ghostface killah'a, rza'dan ol' dirty bastard'a kadar hepsinin çok farklı takıntıları vardır. mesela “kahve ve sigara”da rza, gza'ye alternatif tıp konusunda eğitimli olduğunu söylediğinde, herkesin dalga geçtiğini, bunun balon olduğunu düşünmüş. halbuki rza gerçekten de alternatif tedavi yöntemlerine hakimmiş, pratiğini de kıvırmasını biliyormuş.

    jim jarmusch'un çok eski bir arkadaşı olan, new york rap'inin öncülerinden fab five freedy'yi veya “stranger than paradise”da oynayan, hiphop efsanesi rammelzee'yi hayatında rastladığı en açık kafalı insanlar arasında görür. yine bu filmde çalıştığı john lurie ile de şahane bir dostluğu vardır. birçok ortak dostu olan john lurie ile 1978'de sabaha kadar süren bir muhabbeti olur. daha önce de tanışmış, birbirlerini görmüşler ama hiç muhabbet etmemişlerdir. bu muhabbet uzun ve üretken bir dostluğun başlangıcı olur. bu örnekten de görüldüğü gibi kafa yapısı ve uyuşma filmlerinde oynattığı oyuncularda en çok aradığı yönlerden biridir. zaten kendisi de müzisyenleri hep kıskandığını söyler. ellerine bir enstrümanı alıp istediklerini çalıp söylemelerine gıpta etmiştir hep. film çekmek ise meşakkatli iştir... uzun ve karmaşık bir süreçtir. kendi deyimiyle "trene bindiğiniz anda inmeniz de mümkün değildir."

    jim jarmusch'u en çok yıkan olaylardan biri müzisyen arkadaşlarından joe strummer'ın ölümü olmuştur. bu acı deneyim kendisine hayatın kırılganlığı ve geçiciliği hakkında tuhaf bir bilinç kazandırmıştır. joe strummer sabahın köründe kendisini yatağından kaldırıp “jim, ne yapalım biliyor musun, ispanya'ya gidelim, beraber kafaları çekelim...” veya “şu kolombiyalı devrimci şarkıcıların kasetini dinle, acayip bir şey, bayılacaksın...” diyen bir kişiliktir. strummer'ın olağanüstü bir enerjiye ve yaşama sevincine sahip olduğunu, heyecanlarını durmaksızın karşısındakiyle paylaşmak istediğini ve birdenbire uçup gittiğini söyler... joe'nun özellikle “kahve ve sigara” filminde oynamasını çok ister ama nasip olmaz. hatta filmin onsuz eksik kaldığını söyler. bu yüzden filmi ona adamıştır.

    filmlerinin amerika'dan daha çok avrupa'da beğenilmesine ilişkin verdiği cevapla bitireyim, çünkü tarzıyla ilgili çok kısa ve net bir ironiyi barındırdığını düşünüyorum: “filmlerimi avrupa'da beğeniyorlar, çünkü çok amerikalı buluyorlar. amerika'da ise bana “tıpkı bir avrupalı gibi film yapıyorsun" diyorlar. ne bok diyebilirim ki? “

  • keşke hiç konuşmasaymış. ne kadar boş beleş bir konuşma bu. böyle durumlarda ağzından çıkana 10 kat daha fazla dikkat edeceksin.

  • üşenmedim okudum. iyi ki okumuşum*

    otobüste yanımdaki kız feci osurdu benden başka
    kimse anlamadı onun osurduğunu çünkü yan
    yanaydık ve kendi kıç bölgemde titreşimi hissettim.
    çok güzel kızdı aslında böyle bir şey yapması beni
    üzmüştü. daha sonra koku hafiften yayılmaya ve
    kız da bunun farkında olduğu için kızarmaya başladı.
    tabi ben hiç durur muyum ? hemen camı açtım ve
    ayağa kalkarak; hanımlar beyler, az önce talihsiz bir
    şekilde minibüsün içine osurdum. burnunuza çürük
    kavun kokusu gelebilir, aldırış etmeyin. siz hiç
    osurmadınız mı ? sen şoför amca, akşam televizyonun karşısına yatıp ntv sporu açtığın
    zaman, burnunu karıştırırken hiç inletmedin mi
    ortalığı? çocukların odada gülmedi mi hiç ? sen,
    şişman olan kız. sen hiç deprem etkisi yaratmadın
    mı zeminde ? klozeti parçalamadın mı hiç ? beni hor
    görmeyin arkadaşlar, evet osurdum, ama bilinçli değildim. sadece, osurdum. diyerek gözyaşlarımla
    beraber oturdum. yavaştan bir alkış sesiyle beraber
    yıkıldı minibüs. şoför deli gibi kornaya basıyor ve
    herkes zart zurt osuruyordu sonra yanımdaki kızla
    göz göze geldik. gözlerini kapatıp bana doğru
    eğildi. heyecandan kalbim çıkacak gibi olmuştu. ben de gözlerimi hafif kapatıp eğildim. ağzını uzattı
    hafif araladı, yaklaştık.. gargh diye bi geğirdi amk
    kevaşesi kendimden geçtim. direkt gömdüm
    kafayı, müsait bi yerde indim. iyi yapmışmıyım
    beyler ?

  • lan bi yürüyün gidin. sözlükte mal olduğunu bilirdim de bu kadar mal olduğunu bilmezdim. nerede ikibinli yılların başındaki sözlüğün seviyesi, nerede kalitesi magmaya yaklaşmış bu ergen topluluğunun seviyesi.

    ulan hiç mi insan görmediniz. sıradan insan ya. sanki kendileri yalılarda yaşıyorlar da, işte bize gerçek hayatı hatırlatacak birisi diyorlar. ulan zaten bim'den çıkmayan adamsın. bu kadar mı eblehleştiniz. sanki metrobüslerde milletin ağzındaki soğan kokusunu ayırdedebilecek olan sizler değilsiniz.

    nesi güzel olm bu videoların. beyniniz akıllı telefon karşısında eriyip gitmiş, farkında değilsiniz. ondan bu kadar hipnotize oluşunuz bu boş videolara.

    yazık ulan vallahi yazık.

  • haşhaşiler

    vukuu garip, şüyuu daha da garip, sukutu ise esrarengiz ...
    nasıl bir hadise bu ?

    haşhaşiler;

    devlet içerisinde devletin hakimiyet ve hükümranlığının teşekkülü.
    üç yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde her yere dehşet salan bir korku imparatorluğu ...

    peki nasıl oluyor da karizmatik bir liderin etrafına toplanmış bir avuç adamın yaptıklarının etkileri günümüze kadar ulaşabiliyor ya da pek çok kişi tarafından suç örgütü olarak nitelendirilen ve yerleşik kamu düzenine bir tehdit hüviyetindeki bu oluşum popüler kültürde kendisine müstesna bir yer edinebiliyor, bilgisayar oyunlarında ve tüketim toplumunun ihtiyaçlarında ziyadesiyle yer bulabiliyor ?

    insanın düzene karşı başkaldırı ihtiyacı mı ? kuralsızlığa, anarşiye duyulan özlem mi ? yoksa içimizde süregelen iyi ve kötü çatışmasının bir tezahürü mü ?

    bütün bu soruların cevabını bulabilmek adına geçmişe, neredeyse bin yıl geriye gitmemiz gerekiyor çünkü her konuda olduğu gibi geçmiş, bugüne ve geleceğe anlam kazandırmak isteyenlerin başvurabileceği yegane kılavuz ...

    haşhaşiler 1090 yılında, alamut kalesi'nin alınmasından çok önce, tarikatın kurucusu ve ilk şeyhi olan; seyidna, şeyh el cebel, yaşlı adam ve dağın şeyhi gibi sıfatlara haiz hasan sabbah tarafından organize edilmeye başlanmış bir örgüttür ve her yapılanmada olduğu gibi haşhaşiler'de de bir hiyerarşi söz konusudur. hiyerarşinin en tepesinde, her türlü sırrın sahibi "şeyh" yer alır. şeyh'in hemen arkasından ise üç yardımcısı gelir ve bu kimselerin müdahil olduğu gruba dai denmektedir.

    dailer, basitçe ifade etmemiz gerekirse propagandacı dervişlerdir. tarikata mürit toplamak ya da tarikatın ideolojisini insanlara tebliğ etmek gibi önemli işlerin denetimden mesul olan mevzubahis kimseler, aynı zamanda örgütün ekseriyetle faaliyet gösterdiği üç bölgeden de sorumludurlar. (haşhaşi faaliyetlerinin en yoğun olduğu bölgeler ehemmiyet sırasına göre ilk olarak; doğu iran, horasan, kuhistan ve maveraünnehir, ikinci olarak; batı iranile ırak ve son olarak suriye'dir.

    hiyerarşi piramidinin dailer'den sonraki basamağında refikler yer almaktadır. refiklerin (gerekli eğitimi almalarının akabinde) bir kaleyi idare etme, bir kenti veyahut eyalet örgütünü yönetme gibi önemli yetkileri bulunmaktadır ve bu grubun içerisinde en yetenekli olanlar, belirli bir zaman zarfının akabinde dai payesini elde etmeye hak kazanırlar.

    refiklerin arkasından ise "tarikata bağlı olanlar" yani lesikler gelir. bu kimseler, ilme veya şiddete meyilli olmayan tabandaki müritlerdir ve aralarında alamut civarından pek çok çoban, kadın ve ihtiyar vardır.

    yukarıda bahsini geçirmediğimiz ancak tabiri caizse tarikatın bel kemiği olarak nitelendirilebilecek bir grup vardır ki o da mücibler yani "icabet edenler"dir. mücib, örgüt üyeliğine aday olan kimselere verilen isimdir ve adaylar aldıkları ilk eğitimin akabinde yeteneklerine göre refik veya fedai sınıfına ayrılmaktadır.

    bu noktada fedai sınıfına bir parantez açmamız gerekir. fedailer, tarikatın bilhassa alamut kalesi'ne yerleşmesinin akabinde "vurucu gücünü" oluşturan kesimidir. binaenaleyh şeyh onları; imanı sağlam, becerikli ve dayanıklı ancak ilim ile eğitime fazla ilgisi olmayan mücibler arasından seçmektedir. fedailer; hızlı ve gizli haberleşme araçları olan posta güvercinlerini kullanmak, şifreli alfabeleri ezberlemek, yerel bir lehçeyi/ağzı öğrenmek, yabancı ve düşman bir ortama sızmak ve orada yeri geldiğinde haftalarca hatta aylarca kendini belli etmeden yaşamak, saldırı yapılacak kimseye dair en ince ayrıntıyı (alışkanlıklarını, kiminle nerede ve ne zaman vakit geçirdiğini öğrenmek gibi) kuşku uyandırmadan araştırmak gibi muhtelif ve zorlu eğitimlerden geçmektedirler.

    fedailere verilen en dikkat çekici eğitimlerden biri de infazı gerçekleştirecek kişinin cinayetin akabinde olay yerinden kaçmamasına yönelik olandır. psikolojik harp olarak da nitelendirebileceğimiz bu davranış biçimiyle amaçlanan yaratılacak olan dehşetin etkisini arttırmak ve kendisini feda eden kimsenin yüce bir davaya hizmet ettiğini topluma göstermektir. sabbah'ın meşhur öğretisinde de ifade ettiği gibi tarikatın müritleri kendinlerini savunmak için öldürmekte ancak insanları ikna etmek, kazanmak için ölmeyi de bilmektedirler ...

    11. yüzyılın sonlarında ve 12. yüzyılın ilk yarısında haşhaşiler'in faaliyet gösterdiği coğrafyadaki konjonktür göz önüne alındığında suikastlerin yapıldığı kişiler ve eylem sonrası fedailerin takındığı tavır hasan sabbah'a ve takipçilerine gerçek dışı bir hüviyet kazandırmaktadır. ancak alışılmışın dışında olan bu davranış biçimi, aynı zamanda (selçuklu sarayının bilhassa propagandasını yaptığı) sabbah'ın takipçilerinin uyuşturucu etkisinde eylemlerini gerçekleştirdiklerine dair dedikoduları da beraberinde getirmiştir. filhakika haşhaşiler bir süre sonra haşşaşiyun yani "afyon içenler" ismiyle anılmaya başlanır. muhtelif oryantalistlere göre avrupa dilindeki "assassin" kelimesi de bu tabirden türemiştir.

    muvaffak nişaburi 'nin okulunda ömer hayyam ve nizamülmülk ile beraber eğitim gören hasan sabbah'ın bitkilere ilgi duyduğu, onların şifalı etkileri bir yana yatıştırıcı ve uyarıcı özelliklerini de iyi bildiği ve alamut'taki kalesinde müritlerini "öğrenmeye" daha açık kılmak için ceviz, bal ve kişniş karışımı bir macun hazırladığı dönemin vakanüvisleri tarafından muhtelif kaynaklarda aktarılmaktadır. ancak haşhaşi kelimesinin etimolojik yapısına baktığımızda ve alamut'tan günümüze kadar gelmiş olan belgeleri incelediğimizde karşımıza bambaşka bir gerçek çıkmaktadır. bu bağlamda sabbah'ın müritlerine "dinin esaslarına bağlı kalanlar" manasında esasiyun şeklinde hitap ettiğini ve zaman içerisinde bu kelimenin hem bölge insanlarının yanlış telaffuzu hem de tarikatın kötü şöhreti müsebbibiyle "haşşaşiyun"a yani "afyon kullananlara" evrildiğini görürüz.

    buraya kadar tarikatın teşkilatlanmasını, isminin etimolojik kökenini ve faaliyetlerini icra etme biçimlerini inceledik. sıra, tarihe damga vurmuş mevzubahis yapılanmanın arkasındaki üst akılda yani hassan sabbah'ta.

    hasan sabbah, rey kentinden gelen ve katı bir şii tedrisatından geçen ali isimli bir rafızinin oğludur. bugünkü iran'ın kum kentinde 1040'lı ya da 1050'li yıllarda dünyaya geldiği rivayet edilmek ile birlikte hasan'ın doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. küçük yaşlarında babasının da etkisiyle on iki imam şiiliği üzerine eğitim gören hasan, daha sonra yine babası tarafından yukarıda da belirttiğimiz üzere meşhur bir sünni alim olan muvaffak nişaburi'nin okuluna nişabur'a gönderilir ve burada (kimi kaynaklarda durum bu şekilde olmadığını söylese de) ömer hayyam ve nizamülmülk ile tanışır. rivayet odur ki üç arkadaş talebelik yıllarında birbirlerine "aramızdan kim ihya olur, sübuta ererse; diğer ikisine yardım edecek." şeklinde bir söz vermiştir. nitekim nizamülmülk, belirli bir zaman zarfının akabinde selçuklu devleti'ne vezir olur. kendisine ilk ziyareti hayyam yapar. nizam, hayyam'a vezirlik teklif eder lakin dünya malında gözü olmayan hayyam, şiir ve astronomi ile uğraşmak istediğini dile getirir. bunun üzerine nizamülmülk, hayyam'a ilim çalışmalarını rahat bir şekilde ifa edebilmesi için devlet hazinesinden belirli bir ödenek sağlar.

    hasan'ın ise nizam'ın ilk vezirlik yıllarında sesi çıkmaz. 1072'de melikşah'ın tahta çıkması ile beraber sabbah, selçuklu sarayına gelir ve nizam'a birbirlerine verdikleri sözü hatırlatır. bunun üzerine nizam, sabbah'ı sultana takdim eder ve sabbah selçuklu sarayında makam sahibi olur. zaman içerisinde sabbah'ın rekabetçi kimliği kendini gösterir ve melikşah'ın gözünde itibarı artar. bilahare sabbah, nizam'a devlet gelir ve giderleri ile alakalı tutulacak çeteleyi 40 günde halledebileceğine dair melikşah'ın huzurunda meydan okur. itibarının sarsıldığını hisseden nizam, bu süreçte sabbah'tan gizli bir şekilde onun yaptığı hesaplara dair çalışmanın mühim birkaç sayfasını bozar. 40. günün sonunda sabbah, sultanın karşısına yanlış hesaplar ile dolu bir çalışma çıkar ve saraydan kovulur. nizam'ın oyunun farkına varan sabbah, hayatının tehlikede olduğunu anlar ve önce rey şehrine akabinde de ısfahan'a kaçar. ısfahan'da olduğu süre boyunca evinde kaldığı ebufasl'ın etkisiyle tekrar eski inancına yönelim göstermeye başlayan sabbah, fatımilerin koruyuculuğu altındaki ismaililik mezhebine geçiş yapar. daha sonra ırak bölgesi başdaisi abd'ul-melik ibn attaş 'ın yanına giden sabbah, onun tavsiyesiyle fatımi halifesi olan müstansır'ın yanına gider ve darülhikme'de ismaili mezhebi hakkında eğitim almaya başlar. zaman içerisinde burada da sivrilen sabbah, müstansır'dan icazet alarak horasan bölgesinden sorumlu dai olur.

    halife müstansır'dan sonra hilafet makamına veliaht nizar'ın geçmesini isteyen sabbah, burada da selçuklu sarayında olduğu gibi yine başvezir bedr el-cemali ile karşı karşıya gelir. mısır'daki iktidar mücadelesi de hüsran ile sonuçlanan sabbah, önce cemali tarafından hapse atılır akabinde de kahire'den sürgün edilir. 1081 yılında tekrar ısfahan'a gelen hasan burada, 9 yıl boyunca sürecek olan ve kendi tabiriyle bâtınîlik - ismaililik'in bir sentezi olan ideolojisinin tebliğine başlar.

    1090 yılına gelindiğinde sabbah bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. artık ihtiyacı olan tek şey faaliyetlerini organize şekilde yürütebileceği bir merkezdir. uzun yıllar boyunca yaptığı seyahatlerin ve çalışmaların bir sonucu olarak hasan, hem coğrafi konumu ve yapısı itibariyle mükemmel bir hüviyete sahip olan hem de yaratacağı personanın temel direklerinden biri olabileceğini öngördüğü alamut kalesi'nde karar kılar ve kale, kısa süren bir müzakere sürecinin akabinde üç bin altın dinar karşılığında (kan dökmeden) kalenin komutanı ve aynı zamanda bir selçuklu subayı olan "muzaffer reis"ten teslim alınır.

    34 yıl boyunca alamut'tan çıkmak şöyle dursun, kalenin kulelerinden birinde kendisi için özel olarak hazırlattığı bölümden dahi ayrılmayan sabbah buradan, kimilerine göre insanlık tarihinin gördüğü en dehşetengiz faaliyetleri planlamış ve idare etmiştir. sabbah'ın organize ettiği suikastlerde okul arkadaşı nizamülmülk ve selçuklu sultanı melikşah da dahil olmak üzere pek çok devlet adamı ve önemli şahsiyet yaşamını yitirmiştir.

    haşhaşiler'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere joseph von hammer'den haşhaşilerin esrarlı tarihi, amin maalouf'dan semerkant, vladimir bartol'dan alamut kalesi ve bernard lewis'ten haşhaşiler adlı eserleri tavsiye ediyorum.